konuk olarak ağırlanırlardı. Ve bütün yorgunluklarına rağmen biz, birbirlerine aşkla bağlı olan sekiz kardeş, bir stran okutmadan, bir masal anlattırmadan uyutmazdık onları. Sonra mercimek biçme makineleri icat edildi. Bir daha gelmez oldular. 20 yıl sonra bu kez ben gittim, Muradiye ve Çaldıran üzerinden cânım Bazîd’e.
Van’a en son 1997 yılında gitmiştim. Ama ilk gidişim 1989’du sanırım. Malatya’dan bir otobüse atladığım gibi Van’a gitmiştim. Kardeşim sınavda Alpaslan Öğretmen Lisesi’ni kazanmıştı. Onun kaydı için hemen gitmeliydim, son gündü, zaman kaybetmemeliydim. Yolda aksilikler çıkmıştı, ancak gece yarısı saat 2 gibi varmıştım Van’a. Çok az param vardı. Sonunda kendimi Seyidoğlu Oteli’nin 5 yataklı bir odasında buldum. Sabah erken saatte lisenin bulunduğu Ernis’e (değiştirilmiş adı Ünseli; burası Yaşar Kemal’in ailesinin köyüdür) gitmem gerekiyordu. Sora sora o tarafa giden araçların garajını buldum. Ancak son sorduğum kişi yanındakine dönerek içinde “mizgeft” geçen bir cümle kullanmıştı, hiç unutmuyorum. Mizgeft ne, diye sorduğumda, “cami”, demişti. Kürtçede cami sözcüğünün karşılığını öğrendiğim için mutlu mesut biçimde yollanmıştım Ernis’e.
1997 yılında ise Şükrü Erbaş ağabeyle gittik Van’a. Binlerce metre yüksekliğindeki krater göllerinin üstünden zümrüt mavisi Van Gölü’ne inişimizi unutamam. Van Gölü’ne Asurlular “Yukarı Deniz” derlermiş, Urmiye Gölü’ne ise “Aşağı Deniz”. Kürtler de Van Gölü’ne “deniz” derler. Dedikleri kadar var gerçekten, ancak bir sandal olsun görmedim, ilginçti bu.
Tam da nüfus sayımından önceki güne denk gelen söyleşi dün gibi aklımdadır. Van’da 12 Eylül’den sonra gerçekleşen ilk söyleşiymiş. Söyleşinin gerçekleştiği pasajın çevresi özel timlerle doluydu. Kalabalığın en arkasında ayakta duran üç sivili gösteren izleyicilerden pek çoğu, onlardan işkence gördüklerini anlatmışlardı, dediklerine göre işkenceciler yüzlerini gizleme gereği duymamışlardı. Bunu da duyunca Şükrü ağabeyle coşmuş, izleyicilerin duymaya korktukları cümleleri art arda dizmiştik. Doktor Fuad’ın bir beytiyle başlamıştım konuşmaya: “Şevek tarî ya hebû ya tunebû nîv / Deşt di xew da çiya hîlal bû nîv”.
30 Haziran günü yine o zümrüt denize doğru alçalırken 1997’deki söyleşiyi düşünmüştüm, “Ah! Tamara” şiirini bir ağızdan okuyan o 300 kadar yaşıtımı. Bir de sayım günü türlü tehlikeleri göze alarak konuk olduğumuz eve gelen Burak’ı. Bize gidelim, demişti, arkadaşlar bekliyor. Kalktık gittik. Sokakta in cin top oynuyor. Perişan, yıkık dökük bir kerpiç evin kapısından girdiğimizde “Selim Temo’yu getirdim” diye içeriye seslendi Burak. Yalnızca bir gözü yanan elektrikli sobanın önünde kaşına kaşına gerinen ev ahalisinden biri, “bırak yav” dedi, “o hıyar gelir mi buraya?”
Evde bir Çerkes, bir Kürt, bir Türk, bir Roman öğrenci ve bir de uyuz bir kedi vardı. Miyavlayamıyordu bile, tırmalamaya hele mecali yoktu. En kalın yorganlarını bana verdiler o gece.
Kapıda Doğubeyazıt Belediyesi’nin aracı karşılıyor bizi. Dodan Project’le birlikte yola koyuluyoruz. Ehl-i Hakk’çı bir Azerî (o “Türk” denmesini tercih ediyor) de var –gökte ararken yerde buldum. Bana Serencam kitabını göndereceğine söz vermişti, göndermedi! Ama merak etmesin, Eylül başında kitap elimde olacak.
Serhad’ın kuzeyine doğru ilerliyoruz. Şehre girdiğimizde bir şey çekiyor dikkatimi: Ehmedê Xanî Derneği. Buradaki müthiş sahiplenmenin ilk belirtisi buydu. Sonra Xanî Sokak, Xanî Baba dolmuşları, park, büst... Yemek yenecek, “ebdîgor” diye bir yemek, ben pek sevmedim. Öyle gurme özelliklerim yoktur zaten! Benim derdim başka, Egîdê Cimo’yu dinlemeliyim, bir de Ehmedê Xanî’nin türbesine yüz sürmeliyim.
Çocukluğumun en törensel anları, Hacc’dan getirilmiş radyonun başında Erivan radyosunu dinlemekti; hele Egîdê Cimo’nun meyi, balabanı, kavalı. Dengbêj babam onu dinlerken dalar giderdi. Şimdi onu dünya gözüyle görecek, dinleyecektim. Gitmeden önce Salihê Kevirbirî’nin Nûbihar’ın 94. sayısında yazdığı yazıyı okumuştum (Zivistan 2004). “Mîrê Bilûrê Egidê Cimo” başlıklı bu yazıda Dilovanê Reşîdê Baso’nun sözleri aktarılıyor. Dilovan, onun mey ve kavalda dünyanın en iyisi olduğunu söylüyor. Bugünse evinde yalnız ve aç, diyor. Son görüşmesinde elektriklerinin kesik olduğunu, üstadın da karanlık odasındaki yatağında inlediğini anlatıyor. Bana birini hatırlattı bu, ama kimi?
Yolda çok zaman kaybettiğimiz için Egîd’in resitaline yetişemedik. Kendimi bir tür saat olarak kurguladığım için söylenmelerimin yankısını alamıyorum. Öyle oldu yine, “ne olacak ki, bir saat geç gitmiş oluruz”. Kızacaklar ama, “ebdîgor” belası da çıkınca otele gidip dinlenmekten başka bir seçenek kalmıyor, ama ne dinlenmek! Hem gurme değilim, hem de lobi canlısı! Hele Si-Mer Oteli ki Ağrı Dağı’yla karşı kapı komşusu. Ağrı Dağı’na bakıyor. Ağrı Dağı’na bakıyorum. Hani Cemal Süreya, “Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi” diyor ya, öyle işte. Anlatılmaz bir görgü. Müthiş bir dekor. Sağda, ama arkalarda İshak Paşa Sarayı, karşıda Ağrı Dağı. Söylenceye göre saray yapılırken, paşa, sarayın dağı görmesini, birbirlerini kıskanmalarını istememiş. Gerçekten de birbirlerini görmüyorlar. Dağ üç gün boyunca zirvesini göstermedi ama. Boyuna yağmur yağdı. Eteklerinde kekik topladım, “cotrî” deniyormuş, onu derledim.
Allah’tan üstadı “Dengbêjler Divanı”nda dinlemek mümkün oldu. Dinlerken, işte büyük sanatçı böyle olur, dedim kendi kendime. Çünkü dengbêjlerin okuduğu stranlarda daha önce duymadığı makamlar olunca hemen meyini alıp yanındaki yardımcılarıyla makamı çıkarıyor, hafızasına işliyordu. Sonradan kendisine de sordum. Evet, dedi, onları duymamıştım, hemen kaydettim. “Kimi ruhuyla, kimi ayaklarıyla dalar sanatın içine” (sözü edilen yazı, s. 46) demiş üstad. Hele Mala Dengbêjan (Dengbêjler Evi) da var ki, mesudum. Mala Dengbêjan, Van’da kurulmuş olan bir ev. İnce bıyıklı, yoksul ama şık giyimli zarif amcalar, tombulcana, geniş yüzlü teyzeler öyle saygınlar ki; müthiş bir adap, görgü, terbiye.
Orada Egîdê Cimo bana büyük sanatçıyla tribünlere oynayan sanatçı arasındaki farkı da gösterdi. Büyük sanatçı tavrı, onun gibi boyuna öğrenen sanatçıydı. Diğeri ise, divanın ortasında kalkıp divanı gazinoya çeviren o iki genç denbêjdi sanırım. Adap ve usule uygun davranmadılar. Utanç vericiydi. Hele sunucuların bayağılığı anlatmakla bitmez. Sonradan çarşıda Mala Dengbêjan’dan bir grupla karşılaştım. Genç dengbêjlerin yaptıklarından dolayı ne kadar mahcuptular, anlatılmaz -başkası adına utanmak erdemi işte. Ortak bir albüm yapmışlar, evin giderlerini karşılıyorlar. Toplam 62 dengbêj üyeleri var. Bir gün evlerine konuk olacağımı söylüyorum.
Babamın kokusunu almış gibi sokuldum onlara, kara gözlerimden öptüler.
Bazîd’de kadın iktidarı var. Yalnızca kadınların çalıştığı işyerleri var. Belediyeyi de almışlar; dünya gibi orası da onların, ama dünyaya biraz var daha.
Mehmed Uzun ağabeyi soruyorlar bir de. Duyan geliyor. İyi diyorum. Geçen sene gelecekti, diyorlar, çok bekledik. Seneye gelir, diyorum.
İshak Paşa Sarayı’nı geziyoruz. Davetlilerden bir tek ben varım. Saray hakkında pek çok şey öğrendim. Ama asıl ilgilendiğim şey, Ehmedê Xanî’nin buradaki kütüphanesiydi. Nitekim pek çok İslâm alimi Şam, Bağdat, Kahire gibi merkezlerde bulamadıkları kitapları burada bulduklarını yazarlar. Ancak söz konusu kütüphane 1926 yılında devlet tarafından yakıldı. Duvarlarında hâlâ is vardı. Sonra Xanî’nin türbesine geçtik. İşte yanındaydım. Filozof ve şair. Doğu’nun üç büyük şairinden biri olarak kabul edilen ve hâlâ okunmayı, anlaşılmayı bekleyen dev eserlerin sahibi olan Xanî’nin karşısında. Ona “her giya li ser koka xwe heşîn dibe” (her ot kendi kökü üzerinde yeşerir) diyorum. Ellerim titriyor. Onun büyüklüğü önünde eğiliyorum. Türbesine yüz sürüyorum, yüreğime şifa oluyor.
Ehl-i Hakçı dostum söz konusu din/mezhebin çok da Kurdî olmadığını söyledi ki, ben de azıcık sezmiştim. Sanırım sahiplenme ile ortaklaşmadan ikincisi daha çok öne çıkarılmalı. Ehmedê Xanî konusunda da Bazîdliler bunu yapıyor. Onun Kürtçeye hapsedilemeyeceğini düşünüyorlar. Onu antikiteden İslâm felsefesine, Greko-Judaic evrenden Erjeng’e kadar türlü yönleriyle anlamaya çalışıyorlar. Avukatlar ondaki adlî tasarımı, felsefeciler felsefî (“felsefik” değil!) tasarımı, aydınlar politik tasarımı çözümlüyor. Böyle bir zibare/imece söz konusu. İçim ferahladı. Pek çok kaynakta onun Hakkarili olduğunu okuduğumu söylemeye bile çekiniyorum. Daha söz ağzımdan çıkmadan onun, Hakkari’den Bazîd’e göç eden Xaniyan aşiretinin üçüncü kuşağından olduğunu söylüyorlar. İnsanın içini ısıtan bir sahiplenme,
“Bazîd Ekolü” önemli, zira Xanî’nin yanı sıra Elî Teremaxî, Smayilê Bazîdî, Mele Mehmûdê Bazîdî ve Xelîfe Yusiv de var.
Klasik Kürt şairleri halk tarafından sahiplenilir. Geçenlerde hemen hemen bütün medyada Şêx Evdirehmanê Axtepî’nin türbesine giden onbinlerce insan söz konusu edildi, tabii “cehalet” gibi yakıştırmalarla. Ama Axtepî ailesi, üç büyük şair yetiştirmiş bir ailedir aynı zamanda. Öte yandan Xanî gibi Melayê Cizîrî, Nalî, Feqiyê Teyran gibi şairlerin türbeleri de ziyaretgâhdır. Hele Osman Sebrî ile ilgili olarak Adıyaman’da anlatılanlar...
Bu sahiplenmeyi 1 Temmuz tarihinde verdiğim Dîroka Helbesta Kurdî (Kürt Şiiri Tarihi) adlı konferansta da görmek istedim. Kendi yazdığım şeyler olsa, beş on kişinin ilgisini de kabul edebilirdim. Ama durum farklıydı. Bu yüzden sabah erken saatlerde tıraş olduğum berberden başlayarak çarşının esnafını dolaştım, davete icabet de ettiler, sağ olsunlar. Sunucular dışarıda insanlara halay çektirtmeye çalışırken başladı konferans. Olmadı, çıkıp ses sistemindeki gençten sesi kesmesini istedim. O da sıkılmış bu bayağılıktan. Sesi kesince dağılan kalabalığı, şurada bir sanatçı var, çok güzel şeyler anlatıyor, diye kandırarak salona yönelttim. Sonra da mikrofondan hınca hınç dolan salonun kapısını kapatmalarını söyledim. Az tarih, çok şiir. Bize iyi fırça kaydın dediler sonra. Ama eminim ki hepsi, o güzel şiirleri sevdi. Dört lehçeden şiirler. Zarif, tutkulu, içli, ince ince işlenmiş şiirler.
Okumakla başkalaşmamış insanların düşünceleri önemliydi benim için. Hayatında ilk kez bir konferans izleyenler çoğunluktaydı. Etrafta çocuklar dolaşıyor, bağrışıyorlardı. Okumuşlar ise, yaşanan hengameden dolayı üzgündüler. Buna göre her şey daha resmi ve düzenli olabilirdi. Evinde kitabı olmayıp kitapçıda, arkasına kitap rafları alarak uzaklara bakan fotoğraflarım yoktur benim. Bütün hayatı sanat sanan daha çok yabancılaşmıştır bence. Burnuna dört tanesi bir lira bileklikler uzatan çocuğu görmez de, falanca şiirinin burada bilinmemesine şaşar onlar. Uzak olsun!
Sonra mı? Sonra, Sim-Er Oteli’nde uzun sohbetler.
Kendini edebiyata ve bilmeye adamış bir bilge ve onun ışığı etrafında dönenler. Aşk kadar direnmeyi de bilen, yaşamak kadar yaşatmayı da bilen zarif ruhun feyzinden ben de almaya çalıştım payımı.
Sonra herkesin stada gidip müzikle coştuğu saatte çarşıyı dolaştım, evlere buyur edildim, bana çaylar demlendi. Ve Fırat 25 kuruşluk bilekliklerden birini uzatıp hediye etti. Harfleri tanımadan Kürtçe şiirler yazan insanlar tanıdım.
Sonra zaten şenlik dağılacaktır zaten. Gelen herkes dönecektir. Evlerdeki küçük aynalar hatırlanacaktır. Ve ruhunda taşıdığı kederle ağırlaşan bir adam, kalbini yoklarken yerinde olmadığını fark edecektir.
Esmer 21 (Eylül 2006): s. 35
Yazarı: Selim Temo
YanıtlaSil