Muğlalı Menemen'de de ölüm fermanı imzaladı
Kürt bölgesinde kanlı harekatlar düzenleyerek göze giren ve rütbesi yükseltilen Muğlalı, 1930'da bu kez Menemen Olayı'nda karşımıza çıktı. Birkaç 'esrarkeş'in işi olduğunu tespit ettiği halde Muğlalı, Menemen Olayı'nı Cumhuriyet için 'tehlike' olarak gördüğü masum dindarları ipe götürmek için bir gerekçe olarak kullandı
Mustafa Muğlalı, Kürt bölgesindeki icraatlarından sonra bu kez Batı illerinde boy gösterecekti. Doğu'da 'rüştünü ıspatlamış' Muğlalı yeni görev alanında da kendisinden beklenen başarılara imza atacaktı. Muğlalı, Cumhuriyet'e karşı bu kez Batı'da boy gösteren 'tehlikelere' karşı mücadele edecekti. (Bugünkü birçok generalin, özellikle de Ergenekon sanığı generalin durumuyla ne kadar da benzerlikler içeriyor, değil mi? Örneğin Doğu'da JİTEM faaliyetiyle 'rüştlerini ıspatlamışlardı', Batı'da da 'irticayla mücadele' ediyorlardı, hatta bu iki görevden elde ettikleri özgüvenle darbe yapmaya bile kalkışacaklardı.)
Muğlalı'nın Batı'da karşımıza çıkan ve Türkiye tarihinin en kritik olaylarından biri olarak kayıtlara geçen icraatlarının başında kuşkusuz meşhur Menemen Olayı'dır. Muğlalı, 'gerici ve irticai bir ayaklanma' olarak resmi kayıtlara geçen bu olaydan sonra kurulan Divan-ı Harb'e Mustafa Kemal tarafından başkan olarak atanmıştı. Muğlalı, burada belki köy yakmadı ama, çok sayıda kişinin idam fermanına imza attı.
Peki Menemen Olayı neydi?
Genelkurmay belgelerine göre (ki bunlar resmi devlet söylemini yansıtıyor), 'Manisa'da dervişlik ve şeriat perdesi altında halkı aldatmaya çalışan altı gerici'nin 23 Aralık 1930'da Menemen'e gelerek sabah namazında 'halkı galeyana getirip' hükümete karşı başlattığı olaydır. Genelkurmay bu olayı Türkiye Cumhuriyetine karşı bir ayaklanma olarak kabul ediyor. Genelkurmay, 'mürtecilerin' civar köylerde 15 gün içinde propagandaya başladıklarını ve silahlandıklarını, daha sonra da Menemen'de 'ayaklanma' başlattılarını ileri sürüyor. Derviş Mehmet liderliğinde 'galeyana gelen ahali' hükümet binasını kuşattır. Olaya mühadale etmeye gelen Asteğmen Kubilay Derviş Mehmet tarafından önce silahla yaralanır, daha sonra da kafası gövdesinden ayrılarak katledilir. Menemen'deki askerler uzun bir süre olaya müdahale etmezken, olay yerinde bulanan 2 bekçi de 'mürteciler' tarafından öldürülür. Çok daha sonra olay yerine intikal eden askerlerle 'mürteciler' arasında çıkan çatışmada Derviş Mehmet ve yandaşları (biri kaçmayı başarır) öldürülür. (Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları)
Genelkurmay Menemen Olayı'nı bu şekilde aktarır ve bu aktarım biçimi yıllarca resmi tarihte de bu şekilde aktarılır. Olaydan sonra 30 Aralık 1930'da Bakanlar Kurulu toplanarak, 1 Ocak'tan itibaren geçerli olmak üzere Manisa, Balıkesir ve Menemen'de bir aylık Sıkıyönetim ilan eder. Olayı soruşturmak ve olayda sorumluluğu olduğu belirtilen kişileri yargılamak üzere de Sıkıyönetim Harp Divanı kurulur, başına da Mustafa Muğlalı atanır. Muğlalı, olayla ilgili soruşturmayı yapar ve 'meselenin bir takım gizli ve hain eller tarafından idare edilen bir örgütün mevcut olduğunu gösterdiğinin hissedildiği' sonucuna varır. Bunun üzerine yargılamalar başlar ve 21 Ocak 1931'de sona eren yargılama sonucunda 105 kişi cezalandırılır. 37'si idam cezası alır, bunlardan 5'inin cezaları yaşlılıkları nedeniyle 15-24 sene ağır hapse çevrilir. Geriye kalanların cezaları ise şöyle: 13 kişiye üç sene, 10 kişiye bir sene, 7 kişiye 15 sene, 1 kişi şeyhlikten bir sene, 10 kişi yine şeyhlikten 3 sene hapis cezaları verilir. 27 kişi ise beraat eder.
Ağır hapis cezası alanlar daha sonra Ankara'ya gönderilirken, idama mahkum edilenlerin cezaları da 4 Şubat 1931'de Menemen'de infaz edilir. Hükümet Meydanı, İstasyon, Tuz Pazarı, Bedesten ve Sinema önü gibi Menemen'in değişik yerlerinde idam edilenler, saatlerce asıldıkları yerde aynı şekilde bırakılarak, Menemen halkına 'ders verilmek' istendi. (Muğlalı 'ders verme' işini çok yapmıştı ve burada da bu 'marifetini' sergilemekten çekinmemişti.) Bu arada 31 Ocak 1931'de sona eren sıkıyönetim kararı da iki kez uzatılarak 8 Mart'ta nihayet biter. Öte yandan 8 Mart 1931 tarihine kadarki dönemde 2 bin 200 kişi tutuklandı, bunlardan 606 kişi yargılandı.
'İrtica tehlikesi' ve Menemen'e çıkan yol
Menemen Olayı'na Genelkurmay penceresinden bakıldığında hakikaten bir 'irticai kalkışma' olarak ele almak mümkün. Ancak söz konusu dönemde bu tür bir olayın adeta olacağını gösteren güçlü emareler mevcut. Bunların en önemlisi Mustafa Kemal'in 12 Ağustos 1930'da Fethi Bey'e (Okyar) Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı (SCF) kurdurtması ve sonrasında yaşanan gelişmelerdir.
Mustafa Kemal'in birkaç nedenden dolayı SCF'yi kurdurtmayı hesapladığı belirtiliyor. Bunlar şöyle sıralanabilir: 'CHP'nin başında bulunan ve Atatürk'e karşı rakip durumda olan İsmet İnönü'nün siyaseten dengelenmesi, tek parti uygulaması nedeniyle özellikle Batı kamuoyunda oluşan Cumhuriyet'in diktatoryal bir hal kazandığı yönündeki bakış açısının kırılmasının hedeflenmesi, aynı zamanda böyle bir parti üzerinden muhalif kesimlerin ortaya çıkarılmasının sağlanması...'
Fethi Okyar'ın bütün bu hesapların bilincinde olduğu söylenebilir ve bu nedenle başta böyle bir partiyi kurma görevinin kendisine verilmesine karşı çıktığı biliniyor. Ancak Mustafa Kemal'in kendisine güvence vermesi ve İsmet İnönü'nün de benzer taahhütlerde bulunması, Okyar'ın ikna olmasında etkili oldu. (Bu arada Okyar'ın en çok da İnönü'den çekindiğini de kaydetmekte fayda var. Çünkü 1924'te kurulan, ancak Şeyh Said İsyanı sonrasında 'irtica'nın ve 'Türklük düşmanları'nın odağı haline geldiği ileri sürülerek kapatılan Terakiperver Cumhuriyet Fırkası'nın durumu ortadaydı.)
Nihayetinde parti kuran Okyar, kısa bir sürede etkili bir çalışmayla ve Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan bıkan halkın büyük desteğiyle partiyi görünür bir hale getirdi. Ancak bu durum elbette, başta Mustafa Kemal olmak üzere, CHF'yi rahatsız edecekti. Nitekim Okyar'ın Eylül 1930'daki Ege seyahati (Menemen Olayı'ndan dolayı buraya özellikle dikkat edin), büyük bir coşkuyla geçti ve hemen sonrasında partiye yönelik karalama kampanyası da başladı. Özellikle de gazetelerde SCF'nin 'sarıklılar partisi' haline geldiği yönünde yoğunca yayınlar yapılıyordu. CHF Genel Sekreteri Hilmi Uran da, 'Ağrı'nın hesabını soracağız diyen Kürtler, milliyetleri kabaran Araplar, belediyeden ceza gören esnaf, polis tazyikinden kurtulmak isteyen irili ufaklı her çeşit serseri, kumarbaz, esrarkeş ve kaçakçı, hatta komünizm fikrini benimseyenler, inkılaplara son verileceğini zanneden mutaassıp tabaka'nın SCF'de toplandığını ileri sürmüştü. Mustafa Kemal de bir süre sonra CHF'den yana olduğunu açıklamış ve SCF'yi suçlayıcı beyanatlarda bulunmuştu. Ekim 1930'daki seçimlerde, bütün karalama kampanyalarına ve engelleme girişimlerine rağmen SCF'nin etkili bir sonuç elde etmesi, adeta partinin sonunu getirdi. Nitekim, suçlamalara daha fazla direnemeyen Okyar, partinin kapatılmasına yönelik Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile birlikte hazırladığı dilekçeyi 17 Kasım 1930'da Dahiliye Vekâleti'ne (İçişleri Bakanlığı'na) verdi. Okyar, dilekçede 'Mustafa Kemal'e karşı siyasi mücadeleye girmesi ihtimalini kendince bertaraf etmek istediği için' bu kararı aldığını belirtiyordu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinde de görüldüğü gibi, Cumhuriyet kurmayları, 'bertaraf edilmesi gereken' bir 'tehlike'yle karşı karşıya olduklarını ileri sürüyorlardı. Bu da 'irtica tehlikesi' idi. Partinin kapatılmasıyla, ileri sürülen 'tehlike'nin sadece bürokrasideki yandaşları 'bertaraf' edilmişti, ancak asıl toplumsal desteğini oluşturan ve 'arka planda duran' yapı yerinde duruyordu.
Menemen Olayı'nın böyle bir ortamda gerçekleşmiş olması tarihsel bağlam içinde bir tesadüf olarak okunabilir mi? Gerçekten olaylar bir bütün olarak ele alındığında bu türden bir okumanın zor olduğunu belirtmeliyiz. Nitekim olay yeri olarak Menemen'in seçilmesi, başlı başına önemli veridir. Fethi Okyar'ın Cumhuriyet kurmayları tarafından 'tehlikeli bir gövde gösterisi' olarak algılanan asıl çıkışı Ege seyahatinde görülmüştü. Okyar'ın seyahatinde ortaya çıkan manzaranın, 'irticai kalkışmanın toplumsal dinamiğinin ortaya çıkması' şeklinde yorumlandığı da belirtilebilir. Özellikle bu bölgede etkili olan Nakşibendi şeyhlerinin varlığı da Cumhuriyet kurmayları tarafından ileri sürülen 'tehlike' açısından önemliydi.
İşte böyle bir konjonktürde ve 'dini duyguların provoke edilmesi durumunun mümkün olduğu görülen' bir toplumsal zeminde, üstelik 'irticanın odağı haline gelmek'le suçlanan SCF'nin kapatılmasından bir ay sonra, Menemen Olayı'nın cerayan etmesi hakikaten dikkat çekicidir. Ayrıca olayla bağlantılarına ilişkin hiçbir güçlü delil bulunmamasına karşın, sadece dini düşünceleri dolayısıyla toplumda etkili olan çok sayıda masun insanın yargılanarak idama ve ağır cezalara mahkum edilmesi bile, Menemen Olayı'nın Cumhuriyet kurmaylarının politikalarına muhalif olan İslami kesime yönelik bir tür 'cadı avı' olduğunu gösteriyor.
Menemen Olayı'ndan dine karşı tutum daha da katılaştı. 1931'de CHP'nin Altı Ok'undan birisi Laiklik oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu ve devletin dine doğrudan müdahalesi bu olaydan sonra çok daha yoğun bir hal aldı.
Belgeleri bile kendilerini yalanlıyor
'Toplumun dini duygularının provoke edilebileceği' bir ortamın varlığı ve 'irtica tehlikesi'ne karşı bir mücadelenin verildiği ileri sürülen siyasi konjonktürün yanı sıra, Türkiye tarihini etkileyen bir olayın 15 gün içinde örgütlendirildiği yönündeki iddia da düşündürücüdür. 6 'mürteci' 15 gün içinde bir kaç köyde yaptıkları bir propaganda çalışması sonrasında Menemen'e gelerek ayaklanma başlatabiliyor! Resmi söylemde ileri sürülen olayın bu türden bir anlatım biçimi bile, son derece altı boş bir iddia ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetiyor. En azından inandırıcılıktan son derece uzak bir söylem biçimi.
Aynı zamanda olayın cereyan ettiği bir sırada askeri yetkililerin uzun süre olaya müdahale etmemesi de olayla ilgili kuşkuları ortaya çıkarıyor. Kubilay'ın katledilmesinden çok sonra askerler olay yerine intikal ediyor ve çatışmada 'mürteci' Derviş Mehmed öldürülüyor!
Menemen Olayı ile ilgili çok sayıda soru ortaya atılabilir. Ancak olayla ilgili belgelerin ortaya konulması çok daha aydınlatıcı olacaktır. Zaman Gazetesi'nin 24 Aralık 2006'da yayınladığı belgeler, olayın ileri sürüldüğü gibi 'örgütlü bir irticai kalkışma' olmadığını açık bir şekilde ortaya koymuştu. Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında yer alan ve Dönemin İçişleri Bakanlığı'na 25 Aralık 1930'da (olaydan iki gün sonra) 'Vali Kazım' imzasıyla gönderilen 7 maddelik raporun 4. maddesinde şunlar yazılı: 'Bunların hepsinde esrar ve esrarlı sigara olup, Derviş Mehmet bunları Manisa'da alıştırmış ve bununla da tasarrufunu artırıyormuş.'
Olayı başlatan 6 kişinin 'esrarkeş oldukları' yönündeki bir belirleme de askerlerin raporlarında yapılıyor. 'Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti'nin 26/12/1930 tarihli ve 6747 No'lu tezkeresinin suretidir' üst başlığı hazırlanan dokuz maddelik raporun 6. maddesinde olayda yer alanların 'esrarkeş' olduklarına dikkat çekiliyor. Söz konusu raporun 6. maddesinde yer alan tespitler, 'Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar' adıyla yayınlanan kitapta da aynen yer alıyor: 'İlk kez ortaya atılan bu şerirler bir süre Manisa'da bir esrarkeş kahvesinde sık sık toplanarak burayı bir tekke haline getirmişlerdi. Özellikle, son günlerde sakal bıyık bırakarak büsbütün dikkati çeker bir hal aldıkları halde ve bu hal ilçe zabıtasınca da bilindiği halde, Manisa'dan birdenbire ortadan kayboldukları zaman ailelerinin hükümete malumat vermiş olmalarına rağmen hükümet, hiçbir teşebbüste bulunmadığı gibi civar ilçelerin de dikkatini çekmemişti. Ayrıca bu hareketin Manisa'da veya dışarıda bir örgüte bağlı olduğu üzerinde bir soruşturma da yapılmamıştı.' (Sayfa: 362)
General Mustafa Muğlalı tarafından kaleme alınan bu raporda, her ne kadar 'esrarkeşlerin' 'örgüt bağlantıları'nın araştarılmaması ve ihmaller nedeniyle eleştiriler bulunsa da, Sıkıyönetim Harp Divanı Başkanı olarak idam kararlarının altına imza atan Muğlalı'nın kendisi de bulunmasını istediği 'örgüt bağlantıları'nı ortaya çıkarmadığı görülüyor. İdama ve ağır hapis cezalarına mahkum edilenler ise, masum dini inancı olan insanlar ve bölgede dini düşünceleriyle etkili olduğu için Cumhuriyet kurmaylarınca 'tehlike' olarak değerlendirilenler olmuştu.
Muğlalı'nın kanlı yükselişi
Mustafa Muğlalı'nın ordu içindeki yükselişi de dikkate değerdir. Kurtuluş Savaşı sırasında İttihatçı Zabitan, Karakol gibi örgütlerin liderliğini yaparak savaşan Muğlalı, 1922-1927 yılları arasında Albay rütbesiyle faaliyet gösterdi. 1926'da Dersim'de Koçuşağı Aşireti'ne yönelik kıyım harekatı ile 1927'de Bingöl, Diyarbakır, Muş bölgelerini kapsayan ve Genelkurmay'ın 'Bicar Tenkil Harekatı' adını verdiği katliam harekatı ardından rütbesi yükseltildi. 1927 yılında Tümgeneral rütbesine yükselen Muğlalı, 1927 - 1928 yılları arasında 3. Ordu Kurmay Başkanlığı, 1928- 1929 yılları arasında Genelkurmay 2. Başkan Yardımcılığı, 1929- 1931 yılları arasında da 57. Tümen Komutanlığı görevlerini icra etti. 23 Aralık 1930'da yaşanan Menemen Olayı'yla ilgili olarak kurulan ve çok sayıda kişiyi idama mahkum eden Sıkıyönetim Harp Divanı'nın başkanlığına atanan Muğlalı, 'Menemen Fatihi' olarak bitirdiği yargılamaların ardından Korgeneral rütbesini aldı. 1931 - 1939 yılları arasında 1. Kolordu Komutanlığı, 1939 - 1943 yılları arasında İstanbul 3. ve 10. Kolordu Komutanlığı görevi verildi. 1942'de orgeneral rütbesine yükselen Muğlalı, 1942-1943 yılları arasında Yüksek Askerî Şûra üyeliğine getirildi ve 25 Şubat 1943'de 3. Ordu Komutanlığı'na getirildi. Görev alanında yer alan Van Özalp'ta son icraatı olarak 32 Kürt köylüsünü kurşuna dizdi. Bu olay nedeniyle yargılandı ve bin bir türlü hukuk hilesinin görüldüğü yargılama sonucunda idama mahkum edildi, cezası 20 yıl hapse çevrildi, o kararı temyiz ettirdi. Ancak sonucu göremeden 1951'de öldü. Hakkındaki mahkumiyet kararı nedeniyle rütbeleri de geri alındı. Ancak Muğlalı'nın hiçbir icraatı münferit ve kişisel değildi. O 'devletin demir adamı'ydı ve her şeyi bir devlet politikası kapsamında yapıyordu. Her ne kadar Özalp'taki 33 Kurşun Olayı'ndan dolayı hakkında mahkumiyet kararı verilmişse de, devlet kendisini sahipsiz bırakmazdı. Nitekim 1988'de alınan özel bir kararla Muğlalı'nın Edirnekapı Şehitliği'ndeki naaşı, devlet töreniyle Ankara'daki Devlet Kabristanı'na nakledildi. 1997'de ise Muğlalı'ya itibarı iade edildi, rütbeleri geri verildi. 1998'de Muğlalı'nın büstü, Harp Akademileri'ndeki 'Kahramanlar Geçidi'nde Atatürk, Fevzi Çakmak ve diğer komutanların büstlerinin yanına konuldu. Tarihler 6 Mayıs 2004'ü gösterdiğinde ise, Muğlalı'nın idam hükmü giymesine neden olan Özalp'taki cinayetler üstlenircesine Jandarma Hudut Komutanlığı'nın adını 'Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası' olarak değiştirildi.
Sonuç yerine
Mustafa Muğlalı'nın 'icraatları'na bakıldığında, bugün de çokça tartışılan konularla karşılaşacağımızı görürüz. Çünkü Muğlalı'nın uyguladığı politikalar, bir devlet politikasıydı ve Muğlalı bir asker olarak bu politikaları hayata geçirmekle görevliydi.
Bu 'görev' duygusu, zamanın değişen şartlarına ve ruhuna ters düşse de, dünya farklı mecralarda ilerlese de değişmezdi. Çünkü bu bir rejim meselesiydi.
Rejim bekası için değişmez iki 'tehlike' her zaman vardı. Cumhuriyetin kurulduğu gün de bugün de... Birincisi 'Kürtlük' veya 'bölücülük', ikincisi ise 'İslami inanış' veya 'İrtica'... Ve 'bizden olmayan' daha nice tehlike... Görev de bu 'tehlikelerin bertaraf edilmesi' idi. Söz konusu bu görev ise, gerisi teferruattı. Her şey yapılabilirdi ve rejimin bekası için meşru idi!
Muğlalı bu açıdan dikkate değer bir kişiydi. Ancak sadece bir kişiydi. Çünkü onun gibiler hala var. Darbe mesaisine ara vermeyenler; yıllarca 'terörle mücadele' adı altında Kürtleri 'terörist' olarak görenler ve Muğlalı gibi köyleri yakanlar, masum insanları öldürenler, yüz binlerce insanı yerinden yurdundan sürenler; 28 Şubat Darbesi dönemindeki gibi komplolarla İslami inanışa sahip insanları 'mürteci' ilan edenler; Ergenekon davasında karşımıza çıktığı gibi 'rejimi korumak' adına kendine vazifeler üreterek darbe yapmaya kalkışanlar...
Bugün ihtiyacımız olan şey; bütün bunları geride bırakarak, Muğlalı ve benzerleriyle yüzleşerek, gerçek bir demokrasiye ulaşmaktır. 'Bizden olmayanları' kabul edebilmek ve kapsayıcı bir Cumhuriyet'le yola devam etmektir.
Muğlalı ve benzerlerinin yöntemleri ve zihniyetleri bize huzur ve çözüm getirmeyecektir. Defalarca denendi ve görüldü...
Hazırlayan: Nuri FIRAT
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları
Şerif Mardin, Türkiye'de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları
Cem Emrence, 99 Günlük Muhalefet: Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları
Mustafa Müftüoğlu, Kanlı Oyun (Menemen Olayı'nın İç Yüzü), Başak Yayınları
Şaban İba, Sevr'den Lozan'a Kürt Sorunu ve Kemalist Hareket, Özgür Üniversite Kitaplığı
Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet-İkinci Grup, İletişim Yayınları
Erdal Şen, Menemen Olayı İle İlgili Şok Belge, 24 Aralık 2006, Zaman gazetesi
Ayşe Hür, Devletin Demir Yumruğu: Muğlalı Paşa, 10 Mayıs 2009, Taraf gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder