İhtiyar bir Kürt'tü. Ailesiesine, torunlarına ilişkin endişeleri var¬
dı. 1925 ve sonrasına iliişkin belleğini özetlerken, "bunların, kime ne zaman, ne yapacakları belli olmaz, adımı yazma" diyordu.
"Ben çocuktum, ama Kürtlerin deyimiyle, 'anaların bebeklerini attığı, dönüp bakamadığı hevvar', Türkçesiyle 'gazap günleri'ydi.
Askerlerin bastığı köyler yanıyordu. Köy meydanlarında
topluca dayak, hakaret alışılan olaylardandı. Askerlerin yakalayıp götürdüğü insanlar bir daha geri gelmiyordu. Kimse niçin
arandığını, yakınlarının niçin götürüldüğünü bilmiyordu. Her
yerde korku vardı. Kimse evinde oturamıyor, köyünde kakmıyordu. Çoluğu çocuğuyla dağlara sığınan insanlarımız, yaban
hayvanı gibi avlanıyor, askerlerin geçtiği güzergâhlarda, insan
ölüleri toplanıyordu.
Dağlarda yiyecek yoktu. Ne bulursak ayrımsız yiyorduk. Ken¬
di çarığım yiyeni gördüm. At, eşek dahil, bütün hayvan ölüleri
bizim için ziyafetti. Yediğimiz bazı bitkiler zehirliydi. Bu yüzden
çok insan öldü. Türk askerlerinin geceledikleri yerlerde at dışkı¬
larını topluyor, bunları yıkıyor, içinde diri kalabilmiş buğday ve
arpa tanelerini ayıklıyor, yiyorduk."
Irak, Iran, Lübnan, Ürdün ve Suriye'ye kaçmayı başarmış ay¬
dınlar, geride bıraktıkları "dehşet ormanını" uzaktan izliyor, bir
araya gelenler, "çare" üstüne tartışıyorlardı. Dertleşmeler, mem¬
leketten gelen haberlerin tartışıldığı sohbetler, zaman içinde, pe¬
riyodik toplantdara, o da örgütlenerek mücadele etme düşünce¬
sine dönüşüyordu.
Bazı kaynaklara göre, "Hoybun"un fikk babası. Şeyh Said İs¬
yanından sonra Suriye Kürdistanı'na yerleşen Vali Memduh Selim'di.
Memduh Selim; aralannda Şeyh Said'in oğlu Şeyh Ali Rıza, Kürt aydınlarından Şükrü Sekban, İhsan Nuri, Berazi aşireti¬
nin reisi Mustafa Şahin, Haco Ağa, Paris'te yaşayan Şerif Paşa ve
Mısır'da bulunan Celadet ile Kamuran Bedirhan kardeşlerin de
bulunduğu Kürt önderlerle ilişkiye geçiyor, görüşmeler yapıyordu. Görüşmeler, 1926'da amaçlı, programlı toplantdara, giderek
büyüyen, kalabalıklaşan toplanrilar maratonu Kürt Kongresine
dönüşüyordu.
Kürt Kongresi 5 Ekim 1927 tarihinde, Lübnan'ın "Bihamdun"
kasabasında başladı.
Hoybun Kongresi; din, inanç, mezhep ve aşiret farklılıklarını
gözetmeden, bütün Kürtleri, Kürdistan'ın kurtuluşu amacı etra¬
fında birleşrirme kararını alıyor, başkanlığa da Bedirhan ailesin¬
den Celadet Bey'i getiriyordu. Kongre, ikinci bir kararla, Kurdis¬
tan mücadelesi için oluşturulacak ordunun başkomutanlığım da
Paşa rütbesine yükseltilen ihsan Nuri'ye veriyordu.
İhsan Nuri, 1893'te Bitiis'te doğmuştu, ilkokuldan sonra Er¬
zincan Askeri Lisesi ve İstanbul'da Harp Okulu'nu bitirerek su¬
bay olmuş, Osmanlı ordusunda çalışmaya başlamıştı. Çeşidi as¬
keri kıtalarda görev yapmış, Birinci Dünya Savaşı'na kanlmış,
1924 yılında, Nasturi isyanını bastırmakla görevli olarak Hakka¬
ri'ye gönderilen birliklerin içinde yer almışri.
İhsan Nuri, Albay Halit Bey'in lideriiğindeki "Azadi" örgütü¬
nün içindeydi. Hakkari'deyken, üç Kürt subay ve çok sayıda as¬
kerie biriikte Türk ordusundan ayrılmış, Şeyh Said İsyanına ka¬
tılmış, daha sonra yurtdışına geçmişti.
Hoybun'un kararıyla, 1926 yılında yeni isyanın askeri kana¬
dının başkomutanlığına getirildikten sonra ülkeye dönmüştü.
İhsan Nuri, Ağrı Dağı yenilgisinden sonra tekrar yurtdışına
kaçri. 1976 yılında, bir trafik kazasında öldü.
Hoybun'un yönerimi ve savaş kadrosu, daha önce adım du¬
yurmuş, arkasında halk desteği bulunan pek çok Kürt önderden
oluşuyordu.
Bunlardan biri de, hem siyasi kadroda, hem de askeri yönetim¬
de görev alan, Kürt dengbejlerin pek çok "kdam"ına, "sıtran"lara
konu olmuş komutan Ferzende idi. Rohat Alakom, Hoybun Örgü¬
tü ve Ağrı Ayaklanması kitabında, Ağn ayaklanmasının gerilla li¬
derlerini nitelerken, "Ağn ayaklanmasının efsanevi liderlerinden en
önemlisi, hiç kuşkusuz Ferzende Bey'dir" diye yazıyor.
Ferzende Bey, ağırlığıyla Malazgirt'te olan Hasenan aşirerindendi.
Şeyh Said ayaklanmasında, Malazgirt cephesini açan oy¬
du. Ayaklanmadan sonra, 150 kadar arkadaşıyla birlikte İran
Kürdistanı'na doğru çekildi. Yolunu kesen Türk ordusunun çem¬
berini yararak İran'a geçmeyi başardı.
Fakat, burada İran ordusu engeliyle karşılaşıyor ve silahların
teslimi isteniyordu. Ferzende, isteği geri çevirince, çarişma çıkıyor¬
du. Ferzende'nin babası Süleyman Ahmed, Hasenanlı Halid Bey'in
oğlu Şemseddin ve Zirkanlı Kerem Bey bu çatışmada ölüyor, Ferzende ise yaralı olarak Kürt lider Sımko'nun bölgesine geçiyordu.
Ferzende, daha sonra arkadaşlanyla birlikte Ağrı'ya dönüyor
ve yürüttüğü gerilla savaşıyla ayaklanmanın efsanevi lideri haline geliyordu.
Sözlü Kürt edebiyatının ustaları denbejlerin "kılam" lan dışında, Ferzende'nin yürüttüğü savaş hakkında sayısız hikâye anlatılıyordu.
Rohat Alakom, komutan Ferzende'nin girdiği savaşlardan birini şöyle yazıyor:
"Ferzende Bey, bir çarpışmada, kendisi üzerine gönderilen ve iki
alaydan oluşan askeriere karşı, altmış kişilik bir süvari biriiğiyle savaşır. Ferzende Bey'in karşısında bozguna uğrayan Türk askerlerinin komutanı, sahte bir rapor yazar. Raporda yöredeki bütün aşirederin Ferzende Bey'i desteklediği, bu yüzden çarpışmada bazı askerlerin öldürüldüğü dile getirilir. Bunun üzerine Zilan'da seksen
Kürt köyü yerle bir edilir."
Ağrı isyanının liderlerinden çoğu, aileleriyle bklikte ayaklanmaya katılmıştı. Ayaklanma sırasında bölgede bulunan ingiliz gazeteci
Rosite Forbes, Kürt kadın savaşçılardan uzun uzun söz ediyor.
Ferzende Bey'in eşi Besna Hanım ve annesi Ayşe Hanım da savaşan kadınlar arasındaydı.
Ağrı isyanının komutanlarından bir başkası Halis Bey (Öztürk)
idi. Halis Bey, Ağrı'nın Tutak ilçesinden, Sipki aşiretinin önderi Hamidiye Alaylan'nın komutanlarından Abdülmecit Bey'in
oğluydu. Abdülmecit Bey, Rus işgali sırasında 18 yara almıştı.
Halis Bey, Kurdistan tarihinde, isyancı geleneği sürdüren bir
aileden geliyordu. Dedesinden sonra kendisi üçüncü kuşak isyan¬
cıydı.
1984 yılında başlayan isyanda ise torunlan yer alacaktı.
HaÜs Bey, 1900'lerdeki ayaklanmalarda aktif rol almışri. Daha sonra Trabzon'a sürgün gönderilmiş, fakat o. yolda kaçıp ülkesine dönmüştü.
Ağrı isyanının öncülerinden olan Halis Bey, tıpkı Ferzende gibi
hem ayaklanmanın yönetim kadrosunda görevliydi, hem de gerilla
lideri olarak sıcak çarişmaların içindeydi. Türk hükümetinin isteği
üzerine, 1928 yılında yapılan banş görüşmelerine İhsan Nuri, Bira
ibrahim ve Ferzende ile bklikte Kürt tarafinı temsil etmişti.
Halis Bey, yenilgiden sonra İran'a geçiyor, genel af ilan edilince geri dönüyor, daha sonra Bayar-Menderes ikilisinin partisi Demokrat Parti'den (DP) milletvekili seçiliyordu.
Halis Bey çok zeki ve espiriliydi. Türkçeyi "bilmiyor" görünerek, Türkçe konuşmalarına Kürtçe kelimeler katıyordu. Bu yüzden Türk parlamentosunun "en renkli" üyesiydi.
DP iktidan 27 Mayıs 1960 tarihindeki askeri darbeyle devri¬
lince, o da tutuklanıp Yassıada'ya kapanlmış ve yargdanmışri.
Yassıada mahkemesi başlı başına bir korkuluktu.
Fakat o, "korkuyla dalgasını geçer gibi" davranıyor, sorulara
kendi üslubuyla Kürtçe-Türkçe kanşımı bk dille cevap veriyordu.
Anayasanın, iktidar tarafindan çiğnenmesi davasında, mahke¬
me başkanı Salim Başol'un sorusu üzerine, "ma va (bu), benişttir
(sakızdır) ben çiğnemişim hakim beg" cevabıyla korku ortamını
"5
gülümsetmiş ve "el kaldırmakla çiğneme ohr mı hakim Beg?" diye devam etmişti.
* a
Ferzende ve Halis beyden sonra adı, "kılamlara" konu olan
bir başka gerilla lideri Seyithan'dı.
Seyithan motifi, daha sonra sinema ustası Ydmaz Güney'e de
konu olacaktı. Seyithan, Ferzende gibi Hasenan aşiretindendi.
Yılmaz Güney'in annesi de aynı aşiretin kızıydı.
Yılmaz Güney, onun efsanevi öyküsünü annesinden dinlemiş
olmalı ki, 1970'lerde yaptığı ve başrolünü oynadığı "Seyithan"
filminde, koyu sansüre rağmen biyografik öğelerini serpiştirmişti.
Yine Seyithan tıpkı Ferzende gibi "kılamlara" konu olan adı¬
nı Şeyh Said İsyanıyla duyurmuş, daha sonra uzun süre kaçak ya¬
şamıştı. İsyancıların toplanması üzerine Ağrı Dağına geçiyor, ge¬
rilla lideri olarak savaşa giriyordu.
Seyithan, birçok gerilla lideri gibi daha sonra da çatışmaya
devam etti. 1932 yılında Suriye'ye geçmek isterken kurulan tu¬
zakla öldürüldü...
Memo ve Nadir kardeşler, Ağrı isyanında ortaya çıkan öteki
gerilla liderinden ikisiydi.
Nadir ve Memo, Hamidiye Paşası Kör Hüseyin Paşa'nm oğul¬
larıydı. İhsan Nuri, anılarında iki kardeşten söz ederken, "Hüse¬
yin Paşa'nm çocukları Memo ve Nadir, Kürtlerin bağımsızlığı
için büyük fedakârlıklar yaparak, babalarının olumsuzluklarım
giderdiler" diye yazıyor.
Kör Hüseyin Paşa ve Hacı Musa Bey "Azadi" hareketinin öncülerindendi.
Fakat, 1925 ydında Şeyh Said İsyanı padak verince,
saf değiştirmiş, yakın çevrelerinin tepkisine rağmen, TC yanlısı bir
tutum takınmışlardı.
İkili, devlet yanlısı tutumlarına karşılık ödül beklerken cezalan¬
dırılarak, Kayseri'ye sürgün gönderiHyordu. Bunun üzerine 1928
yılında Kayseri'den kaçarak Suriye'ye gidiyor, Hoybun'a katılıyor,
Ağn ayaklanmasında yer almak üzere geri dönüyorlardı.
Mehmet Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi kitabında,
Hüseyin Paşa'nm Hacı Musa ile birlikte yola çıktığını yazıyor ve
şöyle devam ediyor:
"Hacı Musa yolda hastalanıp ölmüş. Hacı Musa'nın oğlu Me¬
deni, Hüseyin Paşa ile Ağrı eteklerine kadar gelmiş. Burada hepsi
bir pınarın başında uykuya dalmışlar. Bu sırada Medeni, silahını
alarak uykuda bulunan Hüseyin Paşa ve oğullarını öldürüp kellelerini Birinci Müfettiş İbrahim Tali Bey'e getirip affa uğramış."
Ağrı ayaklanmacılarına karşı savaşan Türk ordularını, daha
önceki Kürt "hareket" ve "harekât"larından deneyimli general¬
ler yönetiyordu.
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak başkomutandı. O, Koçgiri olaylarından. Şeyh Said İsyanı ve sonrasındaki "tedip ve tenkif'den
de deneyimliydi. Orduları yöneten komutan ise Salih
Omurtak'tı. Daha sonra Genelkurmay Başkanı da olacak olan
Omurtak, resmi deyimle "kari" ve tartışmasız disipline sahipri.
Yine 1920'den sonraki bütün Kürt hareketlerine müdahaleci
olarak katılmış, "harekâtlarda" deneyim kazanıp uzmanlaşmıştı.
Aynı uzmanlıkta olan bir başka komutan. General Hüseyin Ab¬
dullah Alpdoğan'dı. Alpdoğan da 1920'deki Koçgiri olaylarından
beri Kürt hareketlerini bastıran ve bu konuda deneyimli bir subay¬
dı. 1920'de Koçgiri'de katiiam ve soygun yapmakla suçlanan Sakal¬
lı Nurettin Paşa'nm da damadı olan generallerden bk başkasıydı.
Alpdoğan, deneyim ve başarıları nedeniyle, daha sonra "tek başı¬
na" Dersim harekâtının başkomutanı olacakd.
İsmet İnönü generallerin arkasındaki ikinci güçtü; Atatürk ise
Ağn isyanının uzamasından rahatsızlık duyuyor, batılı basına gö¬
re "asabı bozuluyor"du.
New York Times gazetesi bir haberinde, Atatürk'ün isyanın
daha fazla uzaması halinde, Kürdistan'a gidip doğrudan ordula¬
rın başına geçmeyi düşündüğünü yazıyordu.
İBRAHİM PAŞA (bıroyê hesıkê têlli)
İhsan Nuri, isyancı Kürt silahlı birliklerinin başına getirildiğinde, Beyazıtlı Bira İbrahim e Hüssık e Telle, Ağrı'ya çıkmış ve
dağda hareketlilik başlamıştı.
Türklerin adını, "Ağrı" diye değiştirdikleri dağ, bilindi bileli
Ermeniler için "Ararat", Kürtler için de "Agiri" idi. Dünyanın en
ulu dağlarından biridir Ağrı. Buzul ve dört mevsim bulutlu ulu¬
lukları, o dönem için erişilmezdi. Geniş yayla ve otlaklarıyla, bir
yanı Ermenistan'a, İran'a, öteki ucu Kürdistan'a uzanıyordu.
Erişümez heybetinin yanında, hayat da sunan Ağrı, bu özel¬
likleriyle gerilla savaşları için doğal korugandı...
Ve Kürtlerin "Bira İvrahim e Hessık e Telle" dedikleri Celali
aşiretinin önderi ibrahim Bey, 1926 yılında isyan edip Ağrı Dağına yerleşti. İsyancıların orada toparlanmasından sonra "İbrahim Paşa" rütbesiyle çatışmalara katıldı.
Kürt sözlü edebiyatının sürdürücüleri dengbejler, savaş, isyan
ve toplumsal olaylarda rol alan halk önderleriyle, trajedileri kılam, destan ve kasidelerle kuşaktan kuşağa aktararak geliyorlardı. Şeyh Said'e ilişkin sayısız kılam ve kasideyi onlar, dilden dUe
aktarddar.
"Ivo Bege Pasin e" kılamı da, onların nağmeleşrirdiği ve özve¬
ri, mertlik ile yiğitlik onurunun bir arada harmanlandığı destan,
onurun ölümle dansı hikayesiydi.
Denbejlerin nağmeleştirdiği "Ivo Beg e Pasin e" destanı Kürt-
Rus savaşını konu ediyor. Degnbejlerin söylediği Kürt Beyi, "Ivo
Bege Pasine"nin (Pasin Beyi İbrahim) destanı şöyle:
Ivo Beg, Rus istilacılara karşı savaşa gidiyor. Fakat, düşmanın
gücü karşısında, çaresiz geri çekiliyor. Çarpışarak köyüne, evine
kadar geliyor. Düşman peşinden köye giriyor, kapısına dayanıp,
zorlamaya başlıyor. Ivo Beg eşi, kızı ve geliniyle evde yalnız. Ka¬
pı kırıldı kırılacakken eşi kurtuluş umudunun bulunmadığını
söyleyerek, öne çıkıyor:
Ivo Beg, diye sesleniyor kocasına. Kapıyı kınp içeriye girmek üzereler. Bizi düşmana sağ tesÜm etme!..
Ivo Beg, çaresizlik içinde karısına, genç gelini ve kızına bakıyor. Sonra tabancasını çekip kapıya yöneliyor. Çarpışarak ölecek...
Karısı arkasından sesleniyor:
Ivo Beg, Sen Ivo Bege Pasine'sin. Bugün, namus günüdür.
Namusunu geride bırakıp nereye gidiyorsun böyle? Namusunu
düşmana mı teslim edeceksin, Ivo Beg?
Ivo Beg, hüzün içinde geri dönüp soruyor:
Ben ne yapabilirim, ölmekten başka?..
Önce bizi vur, tek tek. Düşmana sağ teslim etme!..
Genç gelini öne çıkıyor:
Vur bizi baba. Önce beni vur. Dirimizi düşmana teslim etme.
Gencecik, ceylan bakışlı kızı;
Bizi vurup, namusumuzu kurtar baba, diye haykırıyor...
Kadimiz helaldir sana Ivo Beg. Vur bizi, diye ekliyor kansı da.
Kapı tekmeleniyor, demir menteşeler sökülmeye başlıyor. Gelini ve kızı yalvarmaya devam ediyorlar:
Geliyoriar baba. Vakit yok. Kurtar onurumuzu...
Ivo Beg, kaskatı, kıpırtısız kalıyor. Onur gününde, ölümden
başka seçenek olmadığını biliyor. Fakat onur savaşında da olsa
karısına, genç kızına ve gelinine kıyamıyor. Parmağı teriğe gitmi¬
yor. Uyuşmuş gibi düşüyor parmağı. Kapı kınlırken, kansı bağı¬
rıyor:
Uyan Ivo Beg! Sen ki dağlann şahinisin. Neden öyle derin
uykuda gibi duruyorsun? Namus ve şeref anıdır şimdi. Şerefini
kendi elinle düşmana mı teslim edeceksin? Uyan Ivo Beg, uyan!
Kapı kınlırken Ivo Beg, uykudan uyanır gibi oluyor. Taban¬
casını doğrukuyor. Önce karısını, sonra geÜnini, ardından kızını
vuruyor.
O anda kapı kınlıyor. Düşman askerleri içeri doluşuyor. Ivo
Beg namluyu onlara doğrultuyor...
"Ivo Bege Pasine" destanı. Bira İbrahim e Hussek e Telle'nin
değişririlmiş öyküsü, onun destanı mıydı? Bilinmez.
Fakat, Ermeni yazar Garo Sasuni'nin anlattıklarıyla bu destan
pek farklılaşmıyor. Örtüşüyor, bir oluyor.
Garo Sasuni, 1930 yılında 100 bin askerin uçaklar desteğinde
giriştiği Ağrı Dağı taarruzunun trajedik yüzünü şöyle anlattyor:
"Genel taarruza rağmen, Türk ordusu, Eylülün 2'sinden
(1930) 15'ine kadar, çok zor bir cephe savaşı vermeye mecbur
oldu. Ararat (Ağrı) cesurane bir şekilde 25 Eylül'e kadar diren¬
di. Her türlü irtibattan yoksun olan Ararat liderleri, savaşa de¬
vam için zorunlu olarak iki ayrı sorunu düşünmeye başladılar.
İlki her türlü erzak ve yiyecek darlığıydı. Çünkü savaşçılardan
başka, çok sayıdaki sivil halkı beslemek imkansız hale gelmişti,
ikincisi ise cephane ve teçhizat darlığıydı.
Ararat liderleri, önce sivil halkı kurtarma ve sonra da orada¬
ki güçleri başka dağlık bölgelere nakledip savaşı oralarda de¬
vam ettirme çarelerini aramaya başladılar, ihsan Nuri ve bir kı¬
sım liderler bu planı uygulama taraftarıyken, en büyük lider
Araradı Bira Ibrahime Husseke Telle buna karşı çıkd.
Husse Telle şu teklifi sunuyordu:
Bütün kadınlar, güçsüz ihtiyarlar ve çocuklar kılıçtan geçi¬
rilsin ki, arkalarındaki bütün köprüleri yakmış olan devrimci
güçler, son neferinin son nefesine kadar savaşsınlar...
Bu devrimci gaddarlık içinde, Husseke Telle, planı ilk önce
kendi aile ve akrabalarına uygulayarak, Ararat tepelerinde bir
trajedinin manzarasını ortaya serdi.
Bütün nüfuzlu liderler ve şeyhler, yaşlı gözlerle Ararat asla¬
nından bu ümitsiz kırıma son vermesini rica ediyorlardı. Husse¬
ke Telle'yi yumuşatmayı başardıklarında, zaten on kadar gü¬
nahsız Kürt, bağımsızlık ocağının alevlerine kurban gitmişti."
Uzun bir adla anılıyordu: Bira Ibrahime Husseke Telle...
"Bira" Kürtçe erkek kardeş demekti. Bira ibrahim'e halk, İb¬
rahim'in kısalrilmışıyla "Ivo" diyordu. Ninesinin "Telle' olan
adıyla anılıyordu. Babasının adı Hüseyin'di (Hussık): Telle'nin
oğlu Hüseyin'in oğlu Kardeşi ibrahim...
Sanıldığı gibi Kürtlerde, aileler erkeklerin gücü (baba erkü)
üzerinde değildi. Bilge kişiliği, liderlik nitelikleriyle öne çıkan ka¬
dın, erkekleri geride bırakak aileyi simgeleyip temsil ediyordu.
Aile ve çocukları da onun adıyla anılıyordu.
Yine Kürtlerde, geleneksel soyadı, ailenin kökü, ünlü dede, ni¬
nelerden birinin adıydı. Böyle adlandırılıyor, biliniyor, anılıyordu
aileler.
O nedenle ninesinin adı. Bira İbrahim'in lakabıydı. Dağa çık¬
tıktan sonra ise Hoybun tarafından Paşalıkla rütbelendirildi.
Beyazıtlıydı. Ağrı Dağı eteklerindeki Çiftlik köyündendi. Ünü
yaygın Celali aşiretinin önderlerindendi.
Adı, Birinci Dünya Savaşı'nda, Rus işgali sırasında efsaneleşti.
Osmanh ordusu yenilip dağılınca, engelsiz kalan Ruslar, dört
bir yandan ilerlemiş, Beyazıt'a da dayanmıştı. Bira ve dostu Gur
Huso (Kurt Hüseyin) önderliğindeki Kürtler, şehri savunuyor,
Rus işgalini önlüyorlardı. Ruslar, bundan sonra Bira ile ihşki ku¬
ruyor ve anlaşma yapıyorlardı.
Çeşitli kaynakların belirttiğine, İhsan Nuri'nin de anılarında
doğruladığına göre, anlaşma gereğince Ruslar, Beyazıt merkezine
girmeyecekleri gibi, yöredeki Kürtleri de rahatsız etmeyeceklerdi.
Ruslar, halkın normal hayatını sürdürmesi için destek verecek, ihti¬
yaç sahiplerine her ay, şeker, pirinç ve sabun dağıtacak, buna kar¬
şıhk Kürtler de onlara saldırmayacaktı.
İki taraf da anlaşmaya bağlı kalıyordu. Ta ki Ruslar, Sovyet
ihtilali üzerine 1917'de çekilene kadar. Ruslar çekilince Beyazıt,
kendi başına kalıyordu. Osmanlı devleti yarı dağıldığı için hiçbir
kurumu yoktu.
Ermeniler, bu boşluktan yararlanarak Beyazıt'ı işgal ediyor,
köylere giriyor ve o arada kan akıyordu. Bunun üzerine Bira ve
Gur Huso yeniden silaha sarılıyor, Kürtlerle Ermeniler arasında,
aylarca süren kanlı çatışma başlıyordu. Beyazıt'ın Ermenilerden
geri alındığı gün. Bira ibrahim'in dostu, silah yoldaşı Gur Huso şe¬
hit düşüyordu.
Bira, Ermenilerin çekilmesinden sonra savunma birlikleri kuruyor ve şehrin yönetimini üstleniyordu. Aradan aylar geçtikten
sonra, bir gün, birkaç Osmanlı askeri yolunu şaşırmış gibi çıkıp
Beyazıt'a geliyor. Bira, "din kardeşi" Osmanlı üniformalı askerleri karşılayıp ağırlıyor, kentin yönetimini devrediyor, köşesine çekiliyordu.
Bıra'mn yönetimi teslim ettiği gün, TC tarihine, "Türk ordusunun düşmanla çarpışa çarpışa Doğubeyazıt'ı kurtardığı tarih"
olarak geçiyordu.
TC, her yıl aynı tarihte, Beyazıt'ta "kurtuluş" şenÜkleri düzenliyor. Meydan savaşlarını kazanarak Beyazıt'ı kurtarmış Türk
ordusunu anmak üzere, ordu birlikleri top, tüfek ve tankların eşliğinde şehre giriyor, yeniden "temsili düşman" kuvvetleriyle
temsili çarpışmalar düzenliyor. Bütün düşman askerlerini süngüleyip
öldürdükten sonra, bir direğe bağlanmış genç kızı "özgürleşmenin simgesi" olarak çözüyor, direğe Türk bayrağı çekiyorlar. Tabii askerlerin kaz adımlı "zafer turu" da ihmal edilmiyor.
İşte, Beyazıt'ın "kurtuluşu" her yıl bu müsameresel manzarayla kutlanıyor.
Bira, Beyazıt'ı Türk askerlerine teslim ettikten sonra köyüne
dönmüyordu. Bir dükkân açıp başına geçiyor, o arada Belediye
Başkanı Mahmut Efendi'nin kız kardeşiyle ikinci evliliğini yapı¬
yor, ilk eşi ve çocuklan köyde kalıyordu.
Bira, kendince huzurlu bir hayat kurmuştu. Fakat öyle olma¬
yacaktı. Onca hizmeti, daha sonra yapacağı katkılar da hesaba
alınmayacaktı. Vefa borcu bir yana, hizmetleri öteki yana savrulacak.
Şeyh Said İsyanından sonra, canını almak üzere peşine dü¬
şeceklerdi.
Oysa Bira bütün istekleri, hatta yalvarmaları geri çevirmiş, is¬
yana katılmamış, destek de vermemiş, tersine TC'nin yanında yer
almıştı.
İhsan Nuri Paşa, anılarında. Bira ibrahim'i anlatıyor:
"Bira, Şeyh Said isyanında devlete sadık kaldı, isyanm yenil-
giye uğraması ve Şeyh Said'in yakalanmasından sonra, Şeyh Sa¬
id'in oğlu Ali Rıza ve birkaç Hesenenli lider, adamlarıyla birlik¬
te İran'a geçmek istediler. Devletin isteği üzerine. Kör Hüseyin
Paşa, adamlarıyla ve Celalilerle birlikte bunların yolunu kese¬
rek, geçişlerini engellemeye çalıştılar. Bira, engelleme olayında
bunlarla beraberdi. Fakat geçişi engellemeyi başaramadılar.
Şeyh Said İsyanının bastırılmasından sonra, Türk devleti Kürt
önderlerini, aileleriyle birlikte Bad Anadolu'ya sürgün etmeye
başladı. Bıra'mn dosdan, kendisinin de listede olduğunu, sür¬
gün edileceğini söylüyorlardı. O söylenenlere kulak asmayarak,
'Devlete çok büyük hizmetlerde bulundum. Bugün bir şeye ka-^
nşmıyorum. Rahatsızlık vermiyorum. Dükkânımla uğraşıyo¬
rum. Devletin dostuyum. Beni niçin sürsünler ki!' diyordu. Fa¬
kat düşünemiyordu ki, Türklerin gözünde Kürtler ister hizmet¬
kâr, isterse asi olsun, yine de Kürt'tü."
İhsan Nuri Paşa devam ediyor:
"1926 yılının ilk aylan ve kışın sonlarına doğru, bir gün şa¬
fakla beraber; Bıra'mn Ağn'nm Çiftlik köyünde bulunan karısı
ve çocukları, daha yeni uykudan uyanmış ve sürülerini gönder¬
mekle uğraşırken, 20 Türk süvarisi köye girdi. Bira Husseke'yi
soruyorlardı. Bundan sonraki gelişmeleri Bira bana şöyle anlatd:
'Ben Beyazıt'taki evimde çayımı içiyordum ki, Ağrı'dan gelen
küçük oğlum llhami, telaşla bana, 'Şafakla bir subay ve 20 Türk
süvarisi köye geldiler. Seni soruyoriardı. Anam subaya, senin
köyde olmadığını söyledi. Hizmetkârımız, senin atını alacaklannı
düşünerek atladığı gibi sürdü. Süvarilerin bir kısmı peşine düş¬
tü. Ben hemen yola çıktım. Bir süre sonra birkaç el tüfek sesi gel¬
di. Fakat ne olduğunu anlayamadım.'
Ona çabuk köye dönmesini söyledim. 'Ben de kısa yoldan ge¬
leceğim. Tüfeğimi ve fişekliğimi çayın kenarına getir' dedim. O
gittikten sonra evden çıktım. Caminin önünde durdum. Yönü¬
mü Kıble'ye çevirdim. 'AUahım, sen biliyorsun ki, ben devlete
hiç kötülük yapmadım. Şimdi beni sürmek istiyorlar. AUahım,
yeter ki tüfeğimi kavuştur bana. Sonra ne olursa olsun...' diye¬
rek Allah'a yalvardım. Dükkânımın önünden geçerek şehirden
ayrıldım. Qotis üzerinden giderek çayın kenanna vardım. Sürü-
lerim çayın kenarındaydı. Çobana meseleyi sordum. 'Askerler
köye geldiler, seni bulamayınca adnın peşine düştüler; Çepe Kubent
köyü yakınlarında Keskoi'lerden birkaç kaçağa rasdamış-
1ar, aralarında çatışma çıkmış, bir asker yaralanmış' dedi. Çoba¬
nım tüfeğimi getirdi. Askerlerin yaralıyı benim evime bırakıp
gittiklerini söyledi.
Köye giderek, yaralıyı Beyazıt'a gönderdim."
Bira İbrahim'in onca hizmetine rağmen karşılaştığı muamele,
bütün yörede şaşkınlık ve korku yaratmıştı. Pek çok kişi, "kendile¬
rine hizmet eden ve sadık kalan Bıra'ya bunu reva görenler, bize ne¬
ler yapmazlar!" diyordu.
Bira, birkaç adamıyla birlikte, Ağn Dağına sığındı. Çok geç¬
meden, yanına gelenler çoğalmaya başladı.
Onun adını ve dağa sığındığını duyan, tehlikeyi sezenlerle,
aranan, bu yüzden firari bir hayat yaşayan Kürtler, dört bir yan¬
dan, tek tek, gruplar halinde yanıha akmaya başlamıştı.
BİLDİRİ SAVAŞLARI
İhsan Nuri'nin çıkışından sonra, Ağrı Dağı "Kürt Ulusal Meclisi"
nin merkezi haline geliyor, yer yer çatışmalar başlıyordu.
Arap asıllı İbrahim Tali Öngören, karşılığı genel valilik, ya da
1980 sonrasının "Olağanüstü Hal Bölge Valiliği" olan "Umum
Müfettişliğe" atanıyor, Türkiye Cumhuriyeri politik ve askeri ta¬
arruza geçiyordu.
İbrahim TaH Öngören, Hoybun'u halk desteğinden soyudamak
amacıyla bir propaganda kampanyası başlatıyor, yanına aldığı ba¬
zı ağalarla köylere gidiyor, halktan biri olduğunu göstermek için,
köylülerle birlikte yer sofrasına oturup yemek yiyor, cebine dol¬
durduğu renkli şekerleri çocuklara dağıtıyor, ezberlediği birkaç ke¬
lime Kürtçeyi yerli yersiz sözleri arasına sıkıştırarak konuşmalar
yapıyor, bu arada "ben de sizdenim" demek adına işi Kürt giysile¬
ri giymeye kadar vardırıyordu.
ibrahim Tali'nin propaganda kampanyası karşısında Hoybun
da boş durmuyor, görevlileri karşı atakla köyleri, aşiretieri dola¬
şıyor; yaptıkları konuşmalarda, "unutmayın, yakın geçmişte ya¬
şadıklarımız, gelecekte olacakların aynasıdır. Türk propaganda¬
sına kanmayın!" diyorlardı.
İsmet Paşa hükümeti de bu arada barış taarruzuna geçiyor, ge¬
nel af ilan edildiğini açıklıyordu. Bunun üzerine Hoybun bir bildi¬
riyle "affin tuzak olduğunu" duyuruyordu. Bildiride şöyle deniliyordu:
"Türk hükümederi, bundan önce de suikasder ve hileler yoluyla Kürt örgütlerini dağıtmışlardır. Şimdi de Hoybun'u dağıtmak istiyoriar. Halbuki Kürt halkı örgütünün arkasında ve
onun aracılığıyla özgürlüğüne kavuşmak istemektedir. Genel af
çıkarmasının tek nedeni Hoybun'u dağıtmaktır. Fakat Kürt halkı, Türklerin riyakârlığına inanmayacakdr."
Öte yandan Türk hükümeri firarda bulunan ve aranan Kürt
liderlerine "devletin şefkatli kollarına sığınma" ve genel aftan yararlanma çağrıları yapıyordu.
İhsan Nuri Paşa'nm anılarında yazdığına göre, Hoybun, "af" sözü üzerine, aranan liderleri bir bildiriyle uyarıyor, bunun bir tuzak
olduğunu, Türklerin sözüne inanıp teslim olmamalarını istiyordu.
Genel Müfettiş İbrahim Tali de, karşı bildiride Hoybun'un
gerçekleri saptırdığını, aftan yararlanmak isteyenlerin hiçbir şeyden korkup çekinmeden teslim olmalarını isriyordu.
Bundan sonra karşıhklı bildiri savaşları başlıyordu.
Haybon'un 1928 Martında yayınladığı ve "Kürt ulusuna" diye başlayan bildiride şöyle deniliyordu:
"Ey Kürder! Türklerin affina inanmayın. 'Rome Xayine, bexte
we tüne!' Atalarımızın bu sözünü unutmayın. Türklerin affina inanarak teslim olanlar öldürüleceklerdir. Bu affı çıkarmaktaki amaç, sınırların dışında ve dağlarda yaşayan Kürt milliyetçilerini hile ile ele geçirmektir. Türklere güven yoktur. Sürgün
edilmiş yüz binlerce Kürt'ten kaç kişi bugün hayatta kalabilmiştir. Affin bir amacı da sükûn var diyerek Batı'dan yardım almakdr.
'Kürt sorunu ve Kurdistan yok' demektir."
Genel Müfettiş İbrahim Tali de karşı bildiride, halktan isyancılara inanmamasını istiyor, "gelin, devletin şefkatli kollarına sı¬
ğının!" tekrarında bulunuyor, geçmişteki yaraların sarılacağını,
yakılıp yıkılan köylerin yeniden imar edileceğini söylüyor, mudu
bir gelecek vaat ediyordu.
*
Hükümetin propaganda savaşının ilk etabını Türk hükümeti
kazanıyor, ilan edilen af üzerine, bazı Kürt önderler, 1928 yılın¬
da dağdan köylerine, yurtdışındakiler de ülkeye geri dönmeye
başlıyorlardı. Dönenler arasında, yasal zeminden yararlanmak,
bu olanağı değerlendirmek isteyenler de vardı.
Said e Telhe (Talha'nın oğlu Said) Bingöl'ün Azizan köyünden.
Şeyh Said'in çekirdek kadro adamlanndan biriydi. Şeyh Said kö¬
yünden çıktığından beri yanındaydı. Daha sonra Suriye'ye geçmişti.
Şeyh Said'in iki oğlu Ali Rıza ile Selahaddin ve Şeyh Said hareketinin önemli adamlarından Said e Telhe de aftan yararlanmak isteyenler arasındaydı.
Şeyh Said'in iki oğlu ile birlikte dönen Said e Telhe ve öteki
bazı Kürt liderler tutuklanıp Ankara'da yargılandılar. Mahkemede, "Kuzey Kurdistan Cemiyeri"ni kurmakla suçlandılar. Şeyh
Selahaddin 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Şeyh Ali Rıza uzun
zaman tutulduktan sonra serbest bırakıldı. Ama Saide Telhe
idam edildi.
Saide Telhe'nin idamı. Şeyh Ali Rıza ve Selahaddin'in mahkûm
edilmesi üzerine Hoybun bir bildiri ile gelişmelerin kendilerini
doğruladığını belirterek, Kürtlerden oyuna gelmemelerini istedi.
İhsan Nuri Paşa'nm yazdığına göre, bildiride şöyle deniliyordu:
"Türk hükümeti, sahte afla bazı Kürtlerin dönüşüne izin ver¬
di. Gelenlerin yok edilmesi önceden kararlaştırıldığı için, birer
bahaneyle hapse adldılar, öldürüldüler. 1400 kişi hapsedildi ya
da sürgüne gönderildi. Fakat Hoybun, Kürtleri zamanında uya¬
rarak pek çoğunu tuzaktan kurtardı.
Kürtler yeni büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Türklere
has öldürme ve yok etme devam ediyor. Yakılmış yüzlerce köyü, öldürülmüş binlerce Kürdü, kızlarınız ve kadınlarınızın sefaletini gözlerinizin önüne getirerek birbirinizi seviniz, silahlarınızı koruyunuz. Aranızdaki çekişmeleri unutunuz. Türklerin amacı Kürdü Kürde öldürtmektir. Oyuna gelmeyin!"
*
İbrahim Tali Öngören ise karşı bildiride, verilen sözün tutulmamasmın
suçunu İhsan Nuri'ye yüklüyor, onun yanlış tutumu
yüzünden başkalarının ceza gördüğünü söylüyordu.
Öte yanda, 1928 yazında, çatışmalar yayılarak büyüyordu.
Türklerin kaybı ise büyüktü. Atatürk'ün yakın kadro adamlarından
biriyken, Lozan Anlaşması sürecinde yolları ayrılan ve gözden düşen
Dr. Rıza Nur, anılarında, bu döneme ilişkin olarak şunları yazıyor:
"istanbul'a yeni gelmiş biriyle görüştüm. Çok şey anladyor. Feci şeyler. Kürderi Ağrı Dağında bütünüyle imha ettik diye, kumandan Salih Paşa bildiri yayınladı. Meğer Kürtler, karlar arasında iki alayımızı imha etmişler. Müthiş masraf olmuş. Kürtler dağdan bizim araziye inmişler."
Türk devleti, bütün çabalarına rağmen sonuç alamayınca ve
kayıpları büyük olunca diyalog çabalarına giriyordu.
Genel Vali İbrahim Tali Öngören, doğrudan İhsan Nuri'yle
ilişkiye girerek, dağdan inip teslim olmasına karşılık, önüne
maddi ve manevi olanaklar sermeye başlıyordu. Bu yöntem ba¬
şarılı olamayınca, doğrudan "barış görüşmeleri" önerisi götürü¬
lüyor ve bu Kürt tarafinca da kabul görüyordu.
ihsan Nuri'nin anılarında yazdığına göre, görüşmelerin en
önemlisi, 1928 Mayısında, Ankara'dan gelen bir delegasyonla
gerçekleşti. Türk heyetinde 12 milletvekili yer alıyordu. Ayırca
yöre valileri, kaymakam ve generaller...
İhsan Nuri Paşa, 60 kişilik bir süvari birliğiyle görüşmelerin
yapılacağı Şeyhli köprüsüne gelmiş, toplantıya Bira ibrahim,
Ferzende ve Halis Bey'le birhkte kadlmışd.
Hoybun'dan silah bırakması isteniyordu; karşılığında, ihsan
Nuri'ye çekici armağan ve vaadler sunuluyordu.
İhsan Nuri silahını bıraktığı takdirde, külliyetii miktarda akın
verilecekti kendisine. Ayrıca seçip beğenmesi kendisine ait olmak üzere, ister yurtiçinde, ister yurtdışında dilediği makamı,
görevi alabilecekti. Bu arada genel af kapsamı genişletilecek,
tüm Kürtler bundan yararlanacaktı. Sürgünler ve cezaevindekiler de af kapsamına alınacaktı.
İhsan Nuri, yazdığına göre, sunulanları dinledikten sonra söz
alarak, rüşvet karşılığında halkını satacak kadar küçülmediğini
söylüyor, "Türk askerlerinin kayıtsız koşulsuz Kürdistan'dan çekilmesini, bağımsız Kürdistan'ın derhal tanınmasını" içeren karşı görüşleri öne sürüyordu. İhsan Nuri, bu şartların dışında her¬
hangi bir konuda müzakereye oturmayacağını da belirtiyordu.
İhsan Nuri'nin şardarı karşısında pazarlık ortamı yok oluyor,
sonuç almamadan toplantı dağılıyordu.
Fakat, ibrahim Tali vazgeçmek, pes etmek istemiyordu. Toplanndan hemen sonra ihsan Nuri'ye mektup yazarak, vakit varken, önüne konanları alıp rahatına bakmasını öneriyordu. Müfettiş, mücadeleden vazgeçmesi halinde, Türk ordusunda mümtaz bir yer verileceğini, bunun korgeneral rütbesi ve kolordu komutanlığı olacağını vaat ediyor; eski tekliflerini tekrarlayarak,
beğenmiyorsa, dilediği ülkede büyükelçilik göreviyle, istediği
miktarda paranın hazır kendisini beklediğini ekliyordu.
ihsan Nuri, önerilen rüşvete çok öfkelendiğini belirtiyor ve
mektuba mektupla yanıt vererek, "Ben Hoybun askeri lideri ve
Kürt Silahlı Kuvvederi'nin başkomutanıyım" dediğini ve sonra
şöyle devam ettiğini yazıyor:
"Ben bu görevde, Hoybun'un emriyle bulunuyorum. Hoybun'a mensup olmaktan şeref duyuyorum. Görevim; Türkiye'nin, Kürdistan'ın bağımsızlığını tanımasına ve onun ordularından boşaldlmasma kadar savaşı yürütmektir. Görevi, ancak
Hoybun emrettiğinde terk ederim. Muhatabınız Hoybun'dur.
Siyasi öneriniz varsa, onlan Hoybun'a iletebilirim. Çünkü sorun
kişisel değil ulusaldır. Bu da ancak ulusumuzun bağımsızlık
haklarının tanınmasıyla çözümlenebilir."
RUSLAR VE İRAN DA SAVAŞA GİRİYOR
Türk ordusu, 1926 baharından beri Ağrı Dağına, nafile genel
taarruzlar düzenliyor, her sonbaharda büyük kayıplar vererek,
ama eli boş kışlasına dönüyordu
Resmi tarih, bu taarruzları "Birinci" ve "İkinci Ağrı İsyanı"
diye adlandırıyordu. Genelkurmayca yapılan "resmi tarih"te,
"Birinci Ağrı İsyanı" için 16 Mayıs 1926 tarihi veriliyordu.
Genelkurmay'ın Kürt İsyanları kitabında yazılanlara göre,
TC, ulusal birlik ve beraberlik ile güvenliği için Ağrı yöresinde
yayla yasağı ilan etmişti. Fakat, Beyazıt'a bağlı Muson kasabasının Kaleci köyü, "yasağa saygısızlık etmiş" ve 16 Mayıs 1926 tarihinde, bir sürü koyunla Ağn Dağı yaylalarına çıkmıştı. Bu, devlet otoritesine "bir isyan "di.
Devlet, derhal harekete geçmiş ve 28. Jandarma Alayım isyanı
basrirmakla görevlendirmişti. Jandarma alayı, isyancılarla sürülerinin peşine düşmüş ve Ağrı Dağı eteğindeki Demirkapı bölgesinde isyancılara yetişmişti. Fakat, "eşkıya" dur ihtarı ve "teslim ol"
çağrılarına aldırmadığı gibi, "ateşle karşılık vermiş", bunun üzerine, Türk askerleri, zorunlu olarak çatışmaya girmişlerdi.
Fakat jandarma alayının şansı yaver gitmediği için bozguna
uğramış, koyun sürüsü ve sahipleri, yamaçlan tırmanıp yaylaya
çıkmış, askerler de ölü ile yaralılarını toplayarak Beyazıt'taki ka¬
rargâha çekilmişti.
Devlet isyancıların peşini bırakmak niyetinde değildi. Otoritesini kanıtlamak için Üçüncü Orduyu, "asilerin tedip ile tenkili"
yle görevlendirmişti. Bir ay gibi kısa bir zaman içinde hazırlıklar tamamlanmış ve Haziran ayında "büyük taarruz" başlamıştı.
Ama bütün aramalara rağmen, dağda "asilere" rastlanmamış,
"sıcak temas" kurulamamış, o arada havalar soğuduğu için ordu, dağı terk edip geri dönmüştü.
Resmi tarihe göre, köylülerin yaylaya çıkışı "Birinci Ağrı İsyanı" ve ordunun koyun sürülerinin peşine düşmesi de "isyanın
bastırılması" oluyordu.
Resmi tarihin kaydettiği "ikinci Ağrı İsyanı" da ilginçti:
Genelkurmay'ın kitabı yazıyor: "Hoybun" denilen "eşkıya
çetesi", 1927 baharında Ağrı Dağını karargâh yapmıştı. Devletin
iyi niyetli bütün ısrarlı çağrılarına rağmen, teslim olmuyor, tersine, "eşkıyalığını" her gün biraz daha ileri götürüyor, "kandırdığı" Kürtleri yanına çekiyor, büyüyordu.
TC yine de insanca davranmış ve asilerin dağdan inmesi için
genel af ilan etmişti. Fakat, "eşkıya insanlıktan anlamamış" ve
affa sırtını çevirmişti. Türk ordusu, bunun üzerine "eşkıyanın kökünü kazımak" üzere, Ağrı Dağının sarp kayalıklarına, dik yamaçlarına yürüyüp tırmanmak zorunda kalmıştı.
Resmi tarih, "eşkıya"nın sayısını vermiyordu. Ama Türk ordusu, iki kolordu ve 10 bin kişiden oluşuyordu. Ordu iki kol halinde taarruza geçmişti. Birinci kol, Erzurum'dan Eleşkirt ve Karakilise
üzerinden yürümüş, ikinci kol da Kars'tan İğdır'a kaydırılmış, oradan hücum emri verilmişti.
Kolorduların topları, tankları, arkasında da uçakları vardı.
13 Eylül 1927 tarihinde. Hava Kuvvetlerinin de desteği ve top
atışlarıyla genel taarruz başlamıştı.
Ağn Dağı, iki hafta topa tutuluyor, uçaklar bomba yağdırıyor, kara birlikleri, taarruz üstüne taarruz tazeliyor, ama istenilen sonuca yanlamıyordu. Çünkü, arama çabaları boşa çıkıyor,
"aranan eşkıya, gün ışığında bulunamıyor", sıcak temas kurulamıyordu.
Ama, gece olunca, nereden peydahlandığı bilinmeyen
eşkıya aniden ortaya çıkıyor, gerilla baskınlarıyla Türk ordusuna
zayiat verdiriyordu.
Zaten bir kere daha havalar soğuduğu için Ankara'dan "ricat" emri veriliyordu. Bu da, "ikinci Ağrı İsyanı" ve bastırılması
"harekâtı" oluyordu...
Ermeni yazar Garo Sasuni, resmi tarihin "İkinci Ağrı İsyanı"
diye adlandırdığı olayları şöyle özetliyor:
"Türkler, haziran (1927) ayında İğdır ve Beyazıt'a 10 bin kadar asker yığdılar. Amaç, Ağrı Dağına kesin darbe indirmek ve
olayı sessizce kapatmakd.
Türkler ilk taarruzda mağlup olup dağıldılar. Yüksek askeri
idare birbirine girdi. Hükümetin prestiji kırıldı. Türk basınında
endişeler belirmeye başladı.
Türk ordusu yeni büyük bir savaş için hazırlanırken, sürgün¬
deki Kürtler de kaçıp harekete katıldılar. Ayaklanma serpilmeye başladı."
Türk ordusu, gerek savaşçı sayısı gerekse silah bakımından
zayıf olan Kürtlerle başa çıkamıyordu. O nedenle kişilere rüşvet
niteliğinde maddi ve manevi olanaklar sunuyor, teslime iknaya
çalışıyordu. 1928 yılı sonbaharında, bu çabaların nafileliği orta¬
ya çıkıyor, diyalog kesiliyor, taraflar sözü namlulara bırakmak
üzere hazırlıklara girişiyordu.
TC, bir yandan Ağrı eteklerine asker ve silah yığıyor, dağa tırmanış yolları ve kışın barınmak üzere, kışlalar inşa ediyor, öte
yandan dış destek arayışlarına hız veriyordu.
TC, Iran ve Sovyetler Birliği'nin (Rusya) desteğini almak için
yoğun bir diplomatik faaliyet yürütüyor, Türk diplomatları, İran
ile Sovyetler Birliği arasında mekik dokuyordu.
1919'da Samsun'a çıkıştan beri Atatürk'ün yanında bulunan
ve çeşitli vesilelerle sadakatini kanıtlamış olan eski asker Hüsrev
Gerede, İran'ı işbirliğine ikna için Tahran elçiliğine atanmıştı.
Stalin yönetimindeki Moskova ile de görüşmeler yürütülüyordu. Sovyetler, Kürdistan'ın kurulma çabalarını, "emperyalizmin
Kafkasları ele geçirme planı" olarak nitelendiriyordu.
Moskova, bu söylemle "ilerici TC'ye destek" veriyor, manevra
yeteneklerini kırmak ve Ermenilerden yardım almasını önlemek için
Kürderi kuzeyden kuşariyor, bu arada Türk birliklerinin geçişine de
imkan veriyordu.
Iran da "kendi Kürtleri" nedeniyle "ortaklığa" sıcak bakıyordu.
Bir yanıyla TC'nin Kürtlerle davası, kendilerini de ilgilendiriyordu.
Çünkü, bitişik Kürtlerin başarıya ulaşmaları halinde, bunu sıçrama
tahtası yaparak, ikinci bir hamle ile İran'a atlayacaklarından korkuyorlardı.
Emin Karaca'mn Ağrı Eteklerindeki Ateş kitabında ayrmrilarıyla
yazdığına göre, Moskova da, Türklere yardım etmesi için
İran'ı sıkışrinyor, hatta tehdit ediyordu. Fakat Iran, sıkışmış Türklere kendini pahalıya satmaya, karşılığını almaya çalışıyordu. İran
uzun uğraş ve müzakerelerden sonra, aldıklarına karşılık olarak
TC'ye istenilen desteği veriyordu.
İran'ın kazancı büyüktü. Toprak bile kopanyordu. Sınır düzeltmeleri adı altında, 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla çizilen sınır ilk kez İran lehine değiştiriliyor, Ağrı Dağının eteklerindeki bazı verimli alanlar, desteğe karşılık İran'a veriliyordu.
Bu, aynı zamanda "delinemez" denilen Lozan Anlaşmasının
da delinmesiydi.
Öte yandan, güneyden gelecek yardım kanallarının tıkanması
için Fransa ve İngiltere'den destek alınıyordu. O dönemde Fransa Suriye'de, ingiltere de Irak'ta yönetimi elinde bulunduruyordu.
Türkiye Cumhuriyeti çağın egemen dünyasını yanına almış,
gücünü gücüne katmıştı. Artık vuruş zamanıydı.
Bundan sonra temas ve görüşmeler kesiliyor, söz namluların
diyaloguna geliyor; taraflar, hesaplaşmak üzere silahlarını çekiyordu.
* »
İhsan Nuri Paşa, anılarında, Kürtlerin mevzilendiği Ağrı Dağının taarruz öncesi halini şöyle anlatıyor:
"Ağrı Dağında durum geliştirildi. Genç savaşçılar üniforma
giydiler. Erlerin 'kum'lerinin (şapka-kasket) önünde, büyük ve
küçük Ağrı'nın sembolü olan metal bir arma vardı. Subaylarda
ise Ağrı yerine Xoybun'un arması ve onun üstünde de, kendi
rütbelerini belirten armalar bulunuyordu. Xoybun'un (Hoybun)
arması, hançer, buğday başağı, kalem ve güneşti.
Hiçbir yerden destek ve yardım beklemiyordum. Elimizde yeterince silah olmadığı için, başka silahlar ele geçirip savaş cephesi açamıyordum. Top, tank ve uçaklarla çok iyi teçhiz edilmiş
Türk devletinin ordusu karşısında, düşmandan ele geçirilmiş tüfek ve fişeklerle savaşmanın kolay olmayacağını biliyordum.
Onun için Ağrı'yı teslim etmeden önce, gerilla savaşı ile, Türklerin Kürtler üzerindeki nüfuzunu kırmak istiyordum. Bunun
için Kürtler arasında bağımsızlık düşüncesini hakim kılarak, onları genel ayaklanmaya hazırlamaya çalışıyorduk. Bu taktik,
Xoybun merkezi tarafından tespit edilmişti.
Kürdistan'da Xoybun'un teşkilatlarını oluşturmak ve genel
ayaklanmayı örgütlemek üzere, Kurdistan içlerine, hem çalışacak, hem de darbeler indirecek fedai grupları göndermiştim.
Grupların sayısı azdı. Bunlardan biri, Süphan dağında, yemek
için tüccarlardan bir koyun istemişti. Fakat tüccar vermemişti.
Bunun üzerine bir başka grup gönderdik. Fazlasıyla verdiler. Bu
da gösteriyor ki, bağımsızlıkçıların yaktığı ateş, yalnız Ağrı'da
değil, Türklerin hakimiyetindeki Kürdistan'ın diğer yerlerinde
de yanıyordu.
Ağrılılar sayıca çok azdı. Tarıma elverişli toprak kıttı. Üretim
yapılamıyordu. Varolan topraklar da Türklerin devamlı ateşi altındaydı. Tarımla uğraşacak kimse de yoktu. Onun için kıdık
çekiliyordu. Eli silah tutan herkes, sürekli düşman karşısındaydı. Bu zor ve kötü koşullar altında Kürdistan'ın bağımsızlığı yoluna başlarını koymuşlar, ulusal bayraklarının gölgesi altında,
her türlü tehlike ve eziyete razıydılar. Savaşçılar at, silah ve cephane konusunda çok zayıftılar. Çok az fişek olduğu için, ele geçen mitralyözler kuUanılamıyordu. Ama Ağrı savaşçılarında ol¬
mayan tek şey korku ve ümitsizlikti. Kornikork savaşından sonra güven artmıştı. Savaşçılar, Türklerin bir kolordusu bik birimizin üstüne gelmeye cesaret edemez, diyorlardı."
ATEŞ ÇEMBERİ
Türkiye Cumhuriyeti (TC) Rus ve İran'ın gücünü de yedekledikten
sonra 1930 baharında, dağların kan eriyip yollar geçk
vermeye başlar başlamaz, savaş uçaklarıyla desteklenmiş 100 bin
kişilik bir orduyla genel taarruza geçiyordu,
ihsan Nuri şöyle yazıyor:
"1930'un bahanydı. Ağrı'nın kışı daha bitmemişti ki, Türkler
Keskoi aşiretinin bir grubuyla birlikte Şeyh Abdülkadir'in üstüne saldırdılar. Saldırıyı, süvari alayı komutanı Ferhat Bey yöntiyordu. Düşman Şeyh'in köyünü sarmışd. Düz bir arazide bulunan köy, taş ve kayalarla duvar gibi kaplıydı. Bu nedenle çıkmak mümkün değildi. Rumiler, gece, köylü uykudayken gelip
köyü sarmışlardı.
Şeyh sabah abdeste çıkarken kurşuna tutuluyor. Köylüler
uyanıyor. Köy tüfek ve mitralyöz ateşi akına alınıyor. Köyüler
savunma için dışarıya çıkıyor."
Kürtler direniyor, karşı saldınlaria zayiat veriyor, tüfek atışıyla
uçaklar düşürüyoriardı. Nitekim, 1931 yılında Ağrı şehir merkezinde, düşürülen uçak ve ölen pilodann anısına bk "Hava Şehitieri
Abidesi" dikiliyordu. Abide, düşürülen uçaklardan birinin sağlam
parçalarından oluşuyordu.
İhsan Nuri, 10 Haziran 1930 günü, 100 bin askerin uçak,
tank ve toplann desteğinde başlattığı genel taarruzu da şöyle anlatıyor:
"Yazın ilk günleriydi. Ağnlılar çadıriannı alıp dağın doruklanna
çıkmışlardı. Biz çadır açalı henüz birkaç gün olmuştu ki, kuzeybatı
yönünden silah sesleri geldi. Sesler, dağın kuzeyindeki Miro
yolundan geliyordu. Ardından birkaç düşman uçağı yaylanın üzerinde uçmaya başladı. Cadıdan bombardıman ettiler.
Karım Yaşar Hatun yaralandı. Odamakta olan hayvanlar öldüler. Silah seslerinin geldiği yöne gittiğimde, Türklerin gece bir piyade taburu ve bir
topla gelip Kabaktepe'yi işgal ettiklerini gördüm. Bu, Türklerin
1930 yılındaki büyük saldınsının başlangıcıydı."
İhsan Nuri Paşa anılannda, aynnnlara yer veriyor ve şunlan
yazıyor:
"Bir gün, Bıra'mn oğlu Davo'nun biriiği, Kabaktepe'nin irtibadnı
kesmek için gece harekete geçti. Ömere Besse-Keltanilerin reisi de Kabaktepe'deki hedeflere arkadan saldıracakd. Gittiler. Gece 15 asker sığınaklarından çıkıp dağdan aşağıya inerken, Davo
yollarını kesiyor. Bir saadik çarpışmadan sonra askerierin tümü
öldürülüp silahlanna el konuyor. Tepedeki askerier ise aşağıda
arkadaşlannın ölümünü seyrediyorlardı.
Besse de, gecenin karanlığından yararianarak askeriere yaklaştı. Birkaçını etkisizleştirip silahlanna el koydu. Fakat öteki
askerierin yeri çok sarp olduğu için onlara ulaşamadılar. Geri
döndüler.
Ama bir başka birlik, Kabaktepe'yi uzaktan kurşun yağmuruna tutmuştu. Çadşma öğleye kadar sürdü.
Şunu söylemek istiyorum: Türkler Kabaktepe'yi işgal ettikleri
zaman, karşı tepede Kürt bağımsızlık bayrağı dalgalanıyordu.
Burayı savunacak gücümüz olmadığı için, arada bir birkaç kişi
gidip orada görünüyordu. Türkler bir türlü buraya yaklaşma cesareti gösteremediler. Bayrak sonuna kadar orada kaldı."
İhsan Nuri, en büyük trajedilerin yaşandığı, kadın ve çocukların topluca kadedildikleri Zilan'a da değiniyor ve şöyle diyor:
"Ben, saldınnın yolunda gitmesi için, Kör Hüseyin Paşa'nm
oğulları Memo ve Nadir, Erciş halkından Seid Resule Berzenci
ve Heseni süvari biriiğini Zilan vadisine gönderdim.
Zilanhlar, Ağrı süvarilerini büyük bir sevinçle karşıladılar. Bu
sevinç içinde, emirnamede yazılı tarihi anlamadılar. Hasan Abdal üzerine erken saldırddar. Hasan Abdal'daki ordugâhta 200
asker bulunuyordu. Zilanhlar, zorlu bir savaştan sonra Hasan
Abdal'ı ele geçirdikr. Askerleri esir edip silahlanna el koydular.
Ardından aynı bölgede bulunan Norşad şehrine hücum ettiler.
Şehirde bir piyade taburu ile bir mitralyöz bölüğü vardı. Komutan, Norşad kalesini savunmak için, her tarafi onarıp muhkemleştirmişti.
Fakat Kürtlerin kendi davalan ve vatanlan için kendilerini feda edebileceği, komutanın aklına gelmemişti. Norşad,
24 saat bile dayanamadı. Kale zapt edildi. Komutan çadşmada
ölmüştü. Sağ kalan asker ve subaylar esir alındı.
Kürtler, Norşad'la biriikte Erciş ve Bargeri şehirierine de saldırmışlardı. Erciş'in bir kısmı, Bargeri'nin tümü hemen alındı.
Türkler, Erciş'in imdadına yetişmek üzere top ve asker gönderdiler.
Yardıma gelenlerin yolu kesildi. Kurtulamayacaklannı anlayan
Türkler teslim oldular. Türkleri esir alanlar Hayderi savaşçılanydı.
Teslim üzerine tepelerden iniyorlar. O sırada, askerier az olduklarını görünce silahlanna sarılıyorlar. Çanşma çıkıyor. Kürtler
mermileri bitene kadar çadşıyor ve orada ölüyoriar. Böylece Türk
yardım biriiği Erciş'e yetişiyor."
İhsan Nuri savaşan aşiretleri tek tek sayıyordu. Bu arada, savaşın kaderini değiştiren nedenleri sıralarken, silah ve cephane kılığının yanında Kürdün Kürde silah çekip saf değiştirmesini en başa koyuyordu.
Keskoi aşireti ve diğer bazı aşiretlerin saf değiştirip Türklerin
yanında yer almasının olayları etkilediğini yazıyordu. Bu arada
Kör Hüseyin Paşa'nm oğlu ve bir diğer aşiretin reisi olan Seid Resul'la
çekişme içine girmesinin de zarariar verdiğini naklediyordu.
Dersim'in bir türlü ayağa kalkmamasını da, nedenlerden biri olarak sayıyordu.
» *
Kürder, ilk çatışmalarda başarı elde etmişlerdi. Fakat ilerleyen zaman içinde gerilemeye başladılar.
İhsan Nuri anılarında şöyle yazıyor:
"Silahımız yoktu. Silah ve kurşunlan savaşarak düşmanın
elinden alıyorduk. Kanikork savaşma kadar benim bile tüfeğim
yoktu. Bu savaşta bir tüfek ele geçirdim."
ihsan Nuri, hiçbir yerden maddi yardım alamadıklannı. Ermeni Taşnak Partisi'nin söz verdiği paralarınsa kendilerine ulaşmadığını belirtiyordu.
Sovyetler Biriiği ve Iran da savaşın hemen başında, 1930
Temmuzunda Türk devletinin yanında yer alıyordu. Kürtler, üçlü kıskaca alınmıştı.
ihsan Nuri, İran'ın savaşa girmesi konusunda, "Iran sınır karakolunun bulunduğu Ayıbey yönünden, önce top, sonra mitralyöz ve tüfek sesleri yükseldi. Bunun bir yanlışlık olduğunu san¬
dım. Gidip kendim baktım. Gerçeği gözlerimle gördüm" diyordu,
ihsan Nuri, Sovyet cephesi için şunlan yazıyordu:
"Sovyeder Birliği kuvvetlerinin, Türk kuvvetlerine yardım
için. Araş nehrini geçerek Küçük Ağrı eteklerine vardığını bana
haber verdiler. Ruslar Türklere yardım ediyordu. Kuvvetlerini
Culfar'a yığmışlardı."
İhsan Nuri ve arkadaşları, 1930 Eylülünde Ağn Dağının doruklarına sığınıp burada direndiler. Fakat fazla dayanamadılar.
Dağılma başladı. Çemberi yarabilenler İran Kürderine karıştı.
Ermeni yazar Garo Sasuni, Ağrı isyanındaki "üçüncü göz"dü.
Olayları tarafsız bir bakışaçısıyla inceliyor ve yorumluyordu.
Garo Sasuni, Ulusal Kürt Hareketi ve Ermeni-Kürt İlişkileri
adındaki kitabında, Ağrı isyanının bütün Kurdistan ve Kürtleri
kapsamadığını söylüyor ve devam ediyor:
"Ağrı hareketinin üç büyük lideri vardı: ihsan Nuri Paşa, Ibrahime Husseke Telle Paşa ve Zilan Bey... Bunların üçü de geniş
siyasi görüşlere sahipti. Ermenistan ve Kürdistan'ın bağımsızlığından yanaydı. Güçlü yeteneklere sahip üç liderin çevresinde isyancı aşiretler ve devrimci Kürtler toplanmışlardı. Üç liderden
başka şu .liderleri de sayabiliriz: Ferzende Bey, Adevi Aziz, Taceddin, Kamil Mahor, Yusuf Redkini, Mustafa Kelo takma
isimli Dijana Hesse Sori ve diğerleri...
1930'da, Kürder daha hazıriıklarını tamamlamamışken, Türkler saldırdılar. Bu sırada. Dersim başta olmak üzere birçok Kürt
bölgesi hareketsizdi. Buna rağmen, Abağa, Pergiri, Zilan ve Malazgirt'teki Kürt güçleri biriikte hareket ederek, yollan üzerinde
bulunan askeri ve idari merkezleri işgal ettiler. Kanlı çatışmalardan
sonra Erciş ve Zilan kasabalarını aldılar. Vanlıların hücumuyla Van şehri de işgal edildi. Fakat şehri uzun zaman elde tutamadılar. Çarpışmalar yayıldı. Hakkari'nin bir kısmı isyan bay¬
rağını açıp Türk askerlerini kırarak Çölemerik'i aldılar.
Türkler temel güçlerini Zilan ve Erciş bölgelerinde topladılar.
Savaş kızıştı. Kürtler, 7 Türk uçağını düşürdüler. Binlerce kur¬
ban verdirttiler. Savaşçıların silah ve cephaneleri tükendi. Ağn
Dağına çekildiler. Türkler, öçlerini silahsız sivil Kürderden aldılar. 5 bin kadar kadın, çocuk ve ihtiyarı kadettiler. 200 kadar
köyü talandan sonra yaktılar. Aynı gaddariığı Van bölgesinde
de devam ettirdiler. Yüzlerce Kürdü toplayıp Van Gölüne döktüler. Çarpışmalar bir yerde sönerken, bir başka yerde padak
veriyordu.
Hükümet, erimiş biriiklerini takviye için kısmi seferberiik ilan
etti. Avrupa basını, 15 Temmuz 1930 tarihinde Ağrı Dağı çevresindeki bölgede 60 bin kişilik ordu ve 100 uçağın toplandığını yazıyordu.
Türkler, temmuz ayında Beyazıt, İğdır ve Iran sınınndan taarruza
geçtiler. Fakat büyük kayıplar verip yenildiler.
Bundan sonra cephe sabitleşti. Savaş kesintisiz bir hal aldı.
Kürtler zaman zaman baskın yapıp panik yaratıyordu.
Taşburun çarpışmaları meşhurdur. Kürtler zaman zaman İğdır'a hakim oluyor, Türk birliklerini Sovyet Ermenistanına sığınmaya mecbur ediyordu. Türkler çaresiz kaldı. Çok sayıda uçak
kaybettiler. Salih Paşa'nın birlikleri Beyazıt yakmlanndaki bataklıklarda kısmen yok edildi, kısmen de esir alınarak büyük bir
yenilgiye uğradldı. Bunun dışında Van, Çatak, Hakkari, Hınıs ve
Malazgirt bölgelerinde çarpışmalar sürüyordu. Şeyh Barzani, sının geçerek Hakkari çarpışmalarına hız verdi.
Ankara-Moskova işbiriiği de uzun zaman gizli kalmadı. Kızıl
Ordu birlikleri Araş nehrini geçip, Kürderi boğmak üzere Türklere yardıma koştu. Moskova bununla da kalmadı, İran'ı Türkiye'yle işbirliği için zoriadı ve ikna etti.
Buna rağmen Ağrı Dağı 25 Eylül'e kadar çok cesurane biçimde dayandı."
25 Eylül 1930'da düzenli ordu karşısında yaşanan başarısızlık "genel yenilgi" sayıldı. Lider kadrosu dağddı. "Tenkil" ve
"tedip" başladı. Birbirinden kopuk kimi liderierin, "tek kişilik çıkış"
la uyguladığı gerilla yöntemleri işe yaramıyordu.
Kürder, nereye olduğunu bilmeden, panik içinde kaçıyordu..
Dönemin yarı resmi Cumhuriyet gazetesi, Ağrı bozgunundan
sonra, birinci sayfasında yayınlanan bir karikatürde, mezar taşının altına, "Muhayyel (hayali) Kurdistan burada gömülüdür"
cümlesini yazarak sonucu ilan ediyordu.
RESMİ TARİH VE YAŞAR KEMAL
Kürder için her türlü muamele "mubah", suç işleme özgürlüğü ise sonsuzdu.
Günün birinde, biri çıkıp insanlığın evrensel hukuku adına
suçlulardan hesap sormasın diye, hukuka uygun olamasa da, yasalardaki boşluklar sıkı sıkıya kapatılmış, "tedip ile tenkil" için
sonsuz özgüriük getirilmişri. Bu amaçla, 1931 yılında, "isyan
bölgesinde işlenen ef alın (fiil, eylem, işlem) suç sayılmayacağına
dair kanun" yürürlüğe giriyordu.
Bu yasanın birinci maddesinde şöyle deniyordu:
"Erciş, Zilan, Ağn Dağı havalisinde meydana gelen isyan bölgesinde, bunu müteakkip Birinci Umum Müfettişlik mındkası ve
Erzincan'ın Pülümür kazası dahilinde yapılan takip ve tedip hareketleri münasebetiyk 20 Haziran 1930'dan 1 Arahk 1930 tarihine kadar askeri kuvvetier ve devlet memurları ve bunlar ile
beraber hareket eden bekçi, korucu, milis ve ahali tarafindan isyanın ve bu isyana alakadar vak'alann tenkil emrinde gerek
müstakilen ve gerekse müştereken eşlenmiş ef al ve hareket suç
sayılamaz."
Böylece, yeryüzünde devletin her personeli ayrı ayrı birer "infaz" elemanı kesiliyor, onlara sonsuz yetki veriliyor, dokunulmazlık tanınıyordu.
Zilan bölgesinde yürüyen bütün canlılar hedefti. "Kürtler koyun kılığına bürünüyor" denilerek koyun sürüleri havadan bombalanıyordu. Ortasına bomba düşen koyun göğe fıriadıktan son¬
ra, cansız olarak yere düşüyordu.
İnsanlar arasında ise yaş ve cinsiyet ayırımı yapılmıyordu.
Düşman görüldüğü yerde, "müstahak olduğu akıbete" uğratdıyordu.
Ankara'nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Etil köyünden İpek Yılmaz, 1990'da 85 yaşındaydı. Pişmanlık ve hüzün içinde anılannı anlatırken, "onların da Müslüman olduklarını bilmiyorduk" diyordu.
İpek Yılmaz, askeriik yaparken Zilan bölgesinde sivil katliamlarda rol almıştı. Bir yayla baskınına katıldığını, bebek, ihtiyar
kimsenin sağ kurtulamadığını söylüyordu. Birçoğu gibi o da, ihtiyarlığında,
emir gereği suç işlediğini öne sürerek, ruhunu temizlemeye, vicdanını yıkamaya çalışıyordu.
Çağımızın ulu yazarlarından Yaşar Kemal, Kürt trajedisini en
iyi biknkrdendi. Trajedinin külleri, hemen hemen bütün romanlarının sayfalarına serpilidir.
Yaşar Kemal, Ağn kırımının bir sahnesini, Deniz Küstü romanının 8. baskısının 88. sayfasında şöyle anlatıyor:
"... Ağn Dağında diyordu. Selim Balıkçı. Ben bu yarayı Ağrı
Dağında aldım. Ağn Dağında Kürder isyan çıkarmışlardı. Ben o
zaman Erzurum'da askerdim.
Başını kaldırdı, bana bakd.
Sen Ağn Dağını gördün mü? diye sordu.
Gördüm, dedim. Tepesine kadar da çıkdm.
Bana, inanmaz inanmaz bakd.
Tam tepesine kadar mı?
Tam tepesine kadar değil... Ağrı Dağının tepesine vannca
önce bir düzlük görürsün.
Eeeee?
O düzlüğün üstünde de, üç tane başka küçük tepecik vardır. Asıl Ağn Dağının en yüksek yeri, söylediklerine göre bu üç
tepecikten biridir, işte ben o düzlüğe vardım da, o en yüksek tepeye çıkamadım. O en yüksek tepenin de yüksekliği altmış metre kadarmış.
Nasıl ölçüyoriar dağlann yüksekliğini?
Bir alet var, gördüm, dedim. Demek sen Ağn Dağında...
Kürderie çarpışdm. Kürder yaman adamlar, çok atıcı...
Karşılıklı çarpışırken, ben asker kasketimi bir değneğe takıp çıkanyordum.
Çıkar çıkmaz kasketim en az beş kurşunu birden
yiyordu. Bizim bir komutanımız vardı, adı Salih Paşa... Meymenetsiz bir adamdı ya, Atatürk onu severmiş. Beni yanına çağınyordu, hele bir bitsin Selim diyordu, hele bir bitsin, emekli olacağım, geleceğim senin Menekşe'den bir taria alacağım. Şapkasını yana yıkıyordu. Cemal Gürsel gibi kabadayı paşalar hep
böyle şapkalannı yan yıkariar. Belki de Çekmece'de bir tarla alırım,
At yetiştireceğim, domates dikeceğim. Seninle balığa çıkacağım. Ta Büyükada'ya kadar kürek çekerek gideceğiz, diyordu.
Sen denizden korkarsın paşam, diye takılıyordum. Ne, diyordu
gülerek, korkmak diyordu. Ama paşanın denizden ödünün koptuğu belliydi.
Bir Kürt bir askeri öldürürse, bu paşa var ya kuduruyordu.
Ölen her askere karşılık bir Kürt köyü yakıyor, ne kadar erkek
varsa köyde kurşundan geçirtiyordu. Hiç aklı almıyordu, bu dil
bilmez köylünün Atatürkümüze başkaldırmalarını. Deli divane
oluyor, elinize geçen her Kürdü kurşundan geçirin, bir tanesini
sağ bırakmayın bu yılanların, diye bağırıyordu. Asker onun dediğini dinleseydi, şimdiye Türkiye'de bir Kürt kalmazdı. Biz askerler ne yapıyorduk, yakaladığımız Kürtleri serbest bırakıyorduk; din kardeşi değil miydik? Paşa böyle yapdğımızı bir duysa,
alimallah tüm orduyu Kürtler gibi kurşundan geçirirdi.
Bazı askerler zengin oldular, bir altına bir can bağışlayarak.
Kürtlerde çok para, çok altın vardı. Ben bir kuruş almadım bıraktığım Kürtlerden. İnsanlık için... Bizim memlekette can karşdığı
para alınmaz. Ben hiç para almadım. Her askerin çantasında kağıt paralar, birçok altın gerdanlık, bilezik, akın balballar,
altın hızmalar...
Halhal dedikleri, kadınların ayak bileklerine taktıkları bir hoş
bileziklerdir. Hızma dediklerini de, burunlarına takarlar.
Bir bahar, Ağrı Dağını, eteklerini bir bir dolaşarak yaktık,
yıktık, yangın yerine çevirdik. Öldürmedik, sürmedik adam
koymadık. Kürderin kökünü kestik...
Salih Paşa, o gün çarpışma bitip akşam olunca, bize yardım
eden Kürt beylerini de çadırına çağırır, sabaha kadar içer, Kürt
beylerini de oynatır, kendi de, o gün öldürülen Kürtlerin şerefine kadeh kaldırır, göbek atardı.
Bir sabahd. Salih Paşa beni çok içirmişti. (...) Gözümü açtım
ki, ne göreyim; bir karyolada, sakız gibi bir yataktayım."
*
Yaşar Kemal'in anlattığı Salih Paşa, gerçek bir isimdi. Salih
Paşa adı, Dersim'de de ortaya çıkacaktı. Bu Salih Paşa, daha sonra Genelkurmay Başkanı olan Salih Omurtak'tı.
Ağrı savaşını yöneten Salih Paşa, 15 Temmuz 1930 tarihinde
yayınladığı bildiride şöyle diyordu:
"Eşkıya çeteleri, çok perişan ve münhezin bir halde Zilan ve Hacıdırı
derelerine sığınmışlarsa da; ordumuzun, bu dereler etrafinda
tedricen sıkışan çemberi içinde, hiç kurtulmamak şartıyla yok edilmiştir."
Hiç kurtulamayanların kaçı bebek, kadın, çocuk ve ihtiyardı?
Salih Paşa'nm resmi bildirisi, bu konuda herhangi bir ayrıntt
vermiyordu. Basın da, kaçışı kurtuluş sanıp, Zilan'da topluca
yok olan silahsız, savunmasız sivillere ilişkin aynnri yayınlamıyordu.
1930'daki Kürt ayaklanmasına katılanların sayısı, tüm alanda birkaç bin silahlıyı bulmuyordu. İhsan Nuri, anılarında Ağrı
Dağında 300 kişiyle direndiklerini söylüyor, "500 kişilik bir ek
gücümüz olsaydı, Türk ordusuna yenilmezdik" diyor.
Ermeni yazar Garo Sosuni, iki tarafin savaş gücünü karşılaştırıyor ve şöyle diyor:
"Her ne kadar büyük miktardaki Türk biriikleri Van, Hakkari, Muş, Hınıs ve İran sınırında isyancı aşiretlerie meşgul olduysa da, savaşın asıl merkezini Ağrı Dağı teşkil ediyordu. Ağrı'dan
Van Gölünün güneyine kadar, savaşa kanlan Kürt ulusal hareketi savaşçılannm sayısı 10 bin idi. Halbuki Türk ordusunun
toplamı 60 bini buluyordu. Hatta Avrupa ve Amerika'nın
önemli gazeteleri, bu rakamı 100 bin olarak vermekteydi. Ayrıca Türkler 1400 tane de uçak kullanıyordu."
Devlerin yarı resmi yayın organı durumunda olan Cumhuriyet gazetesi, 16 Temmuz 1930 tarihindeki sayısında, Zilan vadisindeki toplu katüamı şöyle veriyordu:
"Karaköse, 14 (Özel muhabirimiz bildiriyor) - Ağrı eteklerinde
eşkıyaya kadlan köyler yakılarak, ahalisi Erciş'e sevk ve orada iskan olunmuştur.
Zilan harekâdnda imha edilen eşkıya miktarı, 15 binden fazladır.
Yalnız, bir müfreze önünde düşüp ölenler 1000 kişi tahmin ediliyor. Zilan deresine sıvışan 5 şaki teslim olmuştur. Buradaki harp,
pek müthiş bir tarzda cereyan etmiştir. Zilan deresi, lebaleb cesetlerle dolmuştur."
Gazetenin yazdığı sayıda silahlı isyancı bulunmadığına göre,
öldürülenler, savaştan kaçan masumlar mıydı?
KATLİAMCI ASKER ANLATIYOR
Merkez üssü Ağrı Dağı olan isyancılar, uçak ve toplarla takviyeli, 100 bin kişilik Türk ordusu ve yardım eden Ruslar ve Iranlılarla savaşmak zorunda kalmış ve yenilmiş, cephe dağılmış, sivil, savunmasız halk kırımın hedefi olmuştu.
Kırım kollarını gören halk, köyleri boşaltmış, dört bir yana
dağılıp bebeği, ihtiyarıyla insanlar, kurtuluş umudunu dağlarda
aramış, doruklara, vadi ve kanyonlara sığınmışlardı.
Sığınaklardan biri de, Kürtçede "filizler" anlamına gelen "Zilan" bölgesiydi. Zilan deresi olan kanyondu.
Zilan, Beyazıt'tan başlayarak, yükselen tepeleri, düzlükleri,
yer yer daralan, kilometreler boyu genişleyerek açılan çayırlan,
yayla ve otlaklarıyla, Van'ın Erciş'ine kadar uzanan vadinin adıydı. Zilan, bahar karlarından hemen sonra başlayan yayla zamanıyla
birlikte, koyun sürüleri, yan yana konan "el"le (obalar) "şeni"
leşiyor. Yıldızların alabildiğine yakın göründüğü Zilan gecelerinde, yayla ateşleri uzaktan uzağa birbirine göz kırpıyordu. Gece
yelleri, ot ve çiçek kokuları taşıyordu.
Zilan zemininin orta yeri, çatlayacak kadar olgunlaşmış, kabuğunun altı kütür kütür olmuş, bıçaklanmış karpuz gibi, iki kol halinde yarık...
Bu, Kürderin efsanevi "Geliye Zilan"ıdır. Ingilizcesi "kanyon" olan Geli'nin Türkçede karşılığı yok. Türkçede, küçük
akarsulara, çukurluklara, "Celilere" de "dere" deniyor. Biz de,
Türkçedeki deyimle "dere" diyelim.
Zilan deresinin uzunluğunu kilometre olarak bilmiyorum,
ama Beyazıt önlerinden Van Gölüne kadar uzanıyor. Derin yamaçları, yer yer bir kıyıdan ötekine adanacak izlenimi verecek
kadar yakın. Bazı noktalarda ise uzak...
Yamaçları yaklaşsa da uzaklaşsa da Zilan deresi, boylu boyunca uzanan dipsiz manzarasıyla, yer kürenin merkezine inen
bir kuyuyu andırıyor. Yamaçları sarp, kertenkelelerin bile zor tutunduğu dikliktedir. Dünyanın merkezine varıyormuş izlenimi
veren derinliği, bazı bölgelerde kilometreleri buluyor.
Zilan deresinin zemininde dört mevsim soğuk, duru sular çağıldar.
Pınarlar, yamaçlarından aşağıya cam duruluğunda sular
akıtır. Aşağıda, dipte birleşerek, ağaçlar, otlar arasında çağıldar.
Baharda yaylaları, çayırları, deresiyle Zilan baştan başa çiçek kokar. Havada çiçek ve ot kokulan akar. Geçeni sarhoş edercesine...
"Gula Maran" (yılan gülü) mevsiminde Zilan'ın yılanlan sarhoştur. Dibinde yatarak ağır, uslu öyle dururlar.
Yaz Ortalarında, Zilan'da olgunlaşmaya başlayan yaban elması, armut ve "hulitırşık" kokulan, otlann, çiçeklerinkine kanşarak
akar...
ZUan vadisi, yalnız yaylalar, odaklar, çayıriar cenneri, Gula
Maran'ın benzersiz kızılhğıyla açtığı tek yeryüzü parçası değil,
dünya kurulduğundan beri, zalimin zulmünden kaçanlann da barınağıydı. Hıristiyanlan korudu; Müslümanlığı seçen, ya da karşı çıkanlan, 1900'Ierin başında da sakladı. En son. Birinci Dünya Savaşı'nda isrilaya çıkan Ruslardan kaçan Kürdere bannaklık etti.
Zilan'ın koruyucu, mazlumu esirgeyip saklayan efsanesi
1930'da kırılarak yerle bir edildi.
*
Ağn Dağı bozgunundan sonra Kürder akın akın Geliye (dere)
Zilan'a sığınmışlardı. Toplanan insanların sayısı, hiç kimse tarafindan hiçbk zaman bifinmedi. Ama korkudan kaçan Vanlılar,
Bidisli, Ağnh, Beyazıdılar "Türk askerierinin giremeyeceği bir korunaktır" düşüncesiyle Geliye Zilan'a akın ediyor, derinliklerine
iniyorlardı.
"Ben isyana katılmadım" düşüncesiyle, kendini güven içinde
hissedenler ise yayla ve düzlüklerinde, "kom kom" çadıriannı açmışlardı.
Fakat, yanılgıları aynı zamanda tarihin en büyük toplu kınmmı
beraberinde gerirecekti. Zilan dağlan, yamaçları ve Geliye
Zilan tarihte benzeri olmayan bir kadiama tanık oldu.
Giriş ve çıkışlan tutulmuş, on binlerce asker tarafindan baştan
başa sarılmış Zilan deresinde, kınm başlamış, kırım boyunca yer
gök insan feryadanyla dolmuştu. Yeni doğmuş bebekten 90'hk ihtiyara kadar her yaş ve cinsiyetten sayısız insan; mitralyöze tutularak, süngülenerek, buğday başağı biçilircesine yok edildi. "Zilan
deresi"nde topluca kadedilen insan sayısı hiçbk zaman bilinemedi.
Dönemin yarı resmi Cumhuriyet gazetesi, Zilan'daki kınm ve
kan sesini "zafer" olarak duyuruyor ve "Zilan deresi lebaleb, insan ölüleriyle doldu" cümlesini manşete çıkarıyordu.
Zilan yaylaları yanıyordu. Yangınların içinden insanlar firlıyor,
can derdi ve feryat figan içinde alevlerin arasından çıkanlar,
kurşunlanıyordu.
Kırımın resmi söylemdeki adı, "eşkıya tenkili" idi.
Dursun Çakıroğlu, 1906 yıhnda Trabzon'da doğmuş bir köylüydü. Dursun Çakıroğlu, askerfiğinde, çavuş rütbesiyle Zilan
katliamına katılmıştı.
1990'da Ankara'nın Söğütözü semtindeki gecekondu mahallesinde yaşıyordu. Dinç, sağlıklı görünüyordu. Mahallede "Laz
Hoca" lakabıyla tanınıyordu. Kendini, tutku derecesinde İslam
dinine adamış, ibadete vermiş gibi bir hali vardı.
Tek derdi ise hacı olamamaktı.
Çok istediği halde, parasızlık yüzünden, Mekke'ye gidip Kabeye
yüz sürçmemiş, hacı olmayı Allah nasip etmemişti. Hac parasını bir türlü denkleştiremediği için öfkeliydi. Ama yalnız kötü talihine, yardım etmeyen çocuklarına değil, yürekten bağlı olduğu devletine de...
Dediğine göre, hacı olamadan ölürse, gözleri açık gidecekti
öbür dünyaya.
Gençliğinde, uzun yıllar askerlik yapıp "memleketi kurtarmak" için canını siper etmiş, kurşun sıkmış, Kürtlerle savaşmıştı.
Ama devlet hizmetlerini görmezlikten gelmiş, onu hacı bile yapmamıştı.
"Sen Müslüman ve dindar olduğunu söylüyorsun, Laz Hoca.
Zilan'da öldürdüğün kadınlar, çocuk ve ihtiyarlar da Müslüman
değil miydi?"
Irkildi Laz Hoca. Uykudan uyanır gibi oldu. Bakışları yere indi. Susup kaldı. Geçmişinden sıkılır, utanır gibi olmuştu.
Benzer soruları o da kendi kendine sormuş muydu? Öldürülen
çocukların, ihtiyar ve savunmasız kadınların çığlıkları rüyasına giriyor, uykusunu bölüyor muydu? Utancın kahnnı yaşıyor muydu?
Sıkışmış, çaresiz kalmış gibi savunmaya geçti:
"Benim bir suçum yok ki" diyordu. "Ben, hepimiz emir kuluyduk. Bk askerdim. Emir verdiler, yaptım. Komutanımız Deli
Kemal'di. Kürderin vatan haini ve düşman olduğunu söylüyordu. Emek verdi, 'ateş serbest' diye. Emrine uyduk ve vurduk."
Sustu. Sonra kendi kendine konuşur gibi, "Oldu bk kere. O
orada kaldı," dedi.
O, kanlı bir tarihin celladanndan biriydi. Önüne konan teyp
çalışıyor, söylediklerini kaydediyordu. Sonra söyledikleri birieşririldi.
Aşağıdaki metin ortaya çıktı:
"Askerlikte çavuştum. Herhalde üstierimi memnun etmiş olmalıyım ki, bu rütbeyi vermişlerdi.
Karaköse'deki (Ağrı) harpte Kürdlerle savaştım.
Karşılıklı kurşunladık birbirimizi, iki taraftan da çok adam öldü. Vurduğum olmuştur belki. Atıyordum kurşunu.
1934 senesinde bana tezkere verdiler. O zamana kadar orada
kaldım. Tezkereden önce oldu o mesele. Çok mesele oldu. Çok
kan döküldü.
Yayla meselesi yaz mevsiminde oldu. Ağustos ayı olabilir.
Yerierini önceden keşfetmiştik. Zilan yaylasında, büyük bir
düzlüğü çadıriaria doldurmuşlardı. Yüzden çok çadır vardı. Sürüleri çoktu. Yaylanın çevresinde yayılıyordu. Adarı, eşekleri de
çoktu. Onlann hepsine el koyduk sonra. Adarı yükte, binekte
kullandık. Koyunlan yanımıza aldık. Yemek için kestik. Koyun
çoktu. Her taraf sahipsiz koyunla doluydu. Asker et yemekten
bıkmışd.
Geceden sardık yaylayı. Sabah erkenden yaylada bir hareketlilik başladı. Her nasılsa fark edip, öğrenmişler bizi. 'Askerler
geliyor' diye göçe, kaçmaya hazıriamyoriardı.
Komutanımız Deli Kemal Paşa, kahvakı için emir verdi. Kahvakımızı
yapdk. Sonra yaylayı çepeçevre iyice sardık; yavaş yavaş yaklaştık.
Görünürlerde çok az erkek vardı. Herhalde kaçmışlardı. Kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar vardı ortalıkta. Aralannda birkaç delikanlı...
Bizi karşılarında görünce, bir feryatdr koptu. Kadınlar, çocuklar oradan oraya koşuyor, ağlıyor, figan ediyorlardı.
Deh Kemal Paşa, 'Çök!' diye emir verdi askere. Diz çöktük.
Sonra bağırdı:
'Ateş serbest!' diye.
Rastgele, verdik kurşunu. Yayla ana baba gününe döndü. Feryadar,
inleme, ağlamalar, kaçışma, konuşma...
Hiç karşılık veren olmadı. Kadın ve çocuklardı. Çarpışma çıkmadı. Aniden basdrmışdk. Belki silahlarına davranmaya vakit
bulamadılar. Bilmiyorum. Belki silahları yoktu. Ama çadşma olmadı.
Kötüydü. Her şey çok kötüydü. Kadınların, çocukların feryadı, kaçarken vurulmaları... İyi bir şey değildi. Ama emir işte...
Çok kanlı oldu. Çok kişi öldü. Sonradan 600 ölü dediler. Bence daha çoktu. Küçücük çocuklar da vardı. Her yaşta işte. Bir
evde, köyde hangi yaşta insan varsa...
Dört saat taradık tüfek ve mitralyözlerle. Sağ yakaladığımız
20-30 kişinin dışında kurtulan olmadı. Yaylım ateşinde köpekler, atlar da vurulmuştu.
O yayladakilerin suçu neydi, bilmiyorum. Kürt diyorlardı.
Devlete isyan etmişlerdi.
Sesler, kıpırdlar kesilince çadırlara girdik. Her taraf ölü...
Çok ölü vardı. Birbirine sarılıp kalmış çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar orada burada düşüp ölmüşlerdi...
iyi değildi.
Bazı arkadaşlar, ölülerin üstlerini başlarını aradılar. Akınlarını, paralarını aldılar. Benim yüreğim kaldırmadı. Ölülerden bir
şey almadım. Çadırları yakıp ayrıldık oradan."
Dursun Çakıroğlu'nun, Kürt savaşında "insaniyete dair" anıları da vardı. "Esir aldıklarımız da oluyordu. Ama bunların çoğu
öldürülüyordu," diyordu, Laz Hoca...
İnsanlık da yapıp, bir hayat kurtardığını ise gururlanarak anlatıyordu:
"Bir köyü ateşe verdikten sonra, esir aldıklarımızı birbirine
bağladık. Yanımızda götürdük. Neden orada öldürülmedikkrini
bilmiyorum. Çünkü esirler de öldürülüyordu. Esir aldığımız bu
kafilede, bir genç vardı. 16-17 yaşlanndaydı. Çok yakışıklı, temiz bir delikanlıydı. Onun ölmesine gönlüm razı olmadı. Kayalık, çetin bir yamaçta, gizlice ellerini çözdüm.
'Kaç saklan', dedim. Bir sıçrayışta kayalar arasında kayboldu.
Yıllar sonraydı. Bk iş için Polatiı'ya gitmiştim. Otobüs beklerken biri uzaktan bana bakıyordu. Çok dikkadi bakıyordu. Huzursuz oldum. Yürüdüm, öteye gittim. Ama yanıma geldi:
Sen Dursun Çavuş değil misin? diye sordu.
Tanıyamadım onu. Kürt şivesiyle konuşuyordu.
Kürder arasında çok kalmışdm. Savaşmışdm. Kinli biri de
olabilir diye adımı gizledim.
Birine benzettin herhalde. Benim adım Dursun mursun değil, dedim.
Yüzüme bakıp güldü:
Seni tanıdım, dedi. Sen Dursun Çavuşsun.
Onu o zaman hatırladım. Bu kurtardığım delikanlıydı. Ama
onca yakını öldürülmüş birine tanışıklık veremedim. Yürüdüm,
gittim..."
Kaynak:
AhmetKahraman
Kürt
isyanları
(Tedip ve Tenkil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder