Gözlerimizi acılarımıza kapatamayız
Gözlerimizi acılarımıza kapatırsak eğer
Köksüz ve ruhsuz bir ağaca döneriz
Ve; çok sürmez, çürür gideriz...
Bir Afrika özdeyişinde böyle diyor.
Dünya insanlığının küreselleşmeyle birlikte önemli aşamaları geride bıraktığı; iletişim ve genetik bilimin hızla geliştiği, farklı ulusların, "ulus üstü" oluşumlarda biraraya geldiği, farklı din, dil, kültür ve kökenden gelen insanların karşılıklı etkileşim içerisinde kaynaştığı ve "mülti-kültürel" toplumların oluşmaya başladığı günümüzde biz Kürtler hala geçmişe dönük yaşıyor, geçmişin peşinden koşmaya devam ediyoruz. Bu doğal,
ayrıca gerekli de çünkü, köksüz ve ruhsuz bir ağaca dönüşmek, çürüyüp gitmek istemiyoruz. Bu yüzden gözlerimizi acılarımıza kapatamıyoruz. Bizi geleceğe götürecek olan yolun geçmişten geçtiğini biliyoruz. Enerjimizin çoğunu bunun için harcıyor, orada sağalmak, yaralarımız sarmak ve sağlıklı bir biçimde geleceği kucaklamak istiyoruz. Tarihin karanlığına gömülmüş ne varsa bilmenin, bunun yasını tutmanın, hesabını sormanın peşinden koşuyoruz.
Geçmişin acılarıyla yüzleşmek, sorumlularını yüzleştirmek, ruhsal ve düşünsel yüklerimizden özgürleşmek istiyor, sağlıklı ve mutlu bir geleceğin düşünü bu şekilde kuruyoruz. Bunu sadece kendimiz için de değil, aynı coğrafyayı paylaştığımız, acılarımızın ve ahımızın altında ezilen; egemen ırkçı zihniyet tarafından kirletilmiş kardeş halklar için de istiyoruz. İnsanlığın ve uygarlığın beşiği olan çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü o kadim coğrafyada kendisine benzemeyene düşmanca davranan ve her türlü yol ve yönetimi kullanarak, farklı olanı ortadan kaldırmaya çalışan; bu amaçla soykırım ve katliamlar yapan ırkçı zihniyet geçmişte işlediği suçlarla yüzleşmeden, rahat edemeyeceğimizi, huzur içinde, özgürce yaşayamayacağımızı biliyoruz.
Bu nedenle biz geçmişin acılarıyla yüzleşirken, o da geçmişte işlediği suçların hesabını vermelidir. Bu yapılmadan, bu kanlı ve kirli ırkçı zihniyet tasfiye edilmeden birarada kardeşçe ve özgürce yaşamak mümkün olmayacak ve maalesef kanlı ve kirli savaşlar da son bulmayacaktır. Halklarımızın ortak vicdanı kadar, insanlığın da ortak vicdanı, geçmişin yasını tutmayı ve bunun insanlığın gelişim yolunda saygıyla anlamlandırmayı emrediyor! Dolayısıyla geçmişten geleceğe uzanan yaslı tarihimizle yüzleşmek, ruhu ezen acılı, kahırlı ve kanlı yüklerden özgürleşmek gerekiyor.
* * *
Çoğu kadın ve çocuk 15 bin masum insanın acımasızca katledildiği Zîlan Deresi Katliamı da yaslı tarihimizde kanamaya devam eden acıların başında geliyor. Zîlan'da yaşanan acılar bugün bile tazeliğini koruyor. Zira, aradan neredeyse bir asır (82 yıl) geçti ama, Türk devleti Zîlan'da işlediği insanlık suçuyla da yüzleşmedi. Kürt halkının bu acısını paylaşmasına da izin vermedi. Halk Zîlan'da yaşanan acıyla baş başa kalamadı. Yasını tutamadı, yarasını saramadı. Ağzını açıp haykıramadığı, doya doya ağlayamadığı için yara kanamaya ve kanatmaya devam ediyor!
Zîlan Deresi, bizdeki adıyla Geliyê Zîlan çocukluğumun acı, keder ve korku yüklü öykülerinin de başında geliyor. Zîlan'nın acıları da o zamandan bu yana benimle birlikte yaşıyor. Rahmetli dayımlara gittiğim her defasında Zîlan'da yaşanmış drama dair farklı bir insan hikayesi dinler, kederlenir, çocuk yüreğime olmadık yükler bindirirdim. Her defasında derin acı, sonsuz keder ve büyük korku hissederdim.
Dayımların köyü Reşan, 1'inci Dünya Savaşı öncesi bir Asuri Süryani köyüymüş. Savaş yıllarında Ermenilerle birlikte Asuri Süryaniler de sürüldüğü için köy boş kalmış. Dayı tarafım da savaş sürgünü. Onlar Cemaldini aşiretinden. Rus işgali sırasında kuzeyden sürülmüşler. Önce Erzurum'un Hasankale'sine, oradan da Ağrı'nın Diyadin ilçesine gelmişler.
Cumhuriyet'in ilandan sonra da Van'ın Özalp ilçesine bağlı Reşan köyüne gelip, yerleşmişler. Annemin dedesi Mustafa, eşi ve iki oğluyla birlikte gelip köye yerleşmiş. Bir tanıdığının sayesinde, biraz da rüşvet vererek kocaman köyü ele geçirmiş.
Köy büyük, iş çok ama nüfus az. Mustafa ilk elden iki oğlunu evlendirmiş. Büyük oğlunu komşu köyde yaşayan birine 'besleme' olarak verilmiş bir Ermeni kızıyla, küçük oğlunu yani annemin babasını da bir akrabasının kızıyla evlendirmiş. Ne var ki Ermeni kızıyla evlenen oğlu bir zaman sonra ölmüş. Mustafa, iki çocuk annesi Ermeni gelinini bu kez küçük oğluyla (Salih) evlendirmiş. Ermeni gelin yıllardır aynı evi paylaştığı kayın biraderine eş, eltisine kuma gitmiş!
Reşan köyü, uçsuz bucaksız yayları, sulak arazileri olan, besicilik açısından avantajlı bir köydü. Yaylalardan yükselen bir dağ bloğu köyü batıdan Çaldıran ovasına bağlardı. Reşan (Türk devleti ona Bodurağaç adını vermişti ama benim çocukluğumda köyde ve çevresinde Allah rızası için bile olsa bir tek ağaç yoktu!) Muradiye'ye daha yakındı ama, devlet idari olarak onu Özalp'e bağlamıştı. Reşan'a komşu Yarımkaya da bir Asuri Süryani köyüydü. Yol üzerindeki Hezara ise eskiden Ermenilerin çoğunlukta olduğu bir köymüş. Biz Özalp'te yaşıyorduk. Yaz aylarında dayımların köyüne 'tatile' gidiyorduk! Rahmetli annem yazları tere yağı, peynir, bulgur ve kavurma yapmak için değerlendirirdi. Daha çok bunun için köye giderdik.
* * *
Büyük yaylaları, geniş arazileri olan Reşan'ı ele geçiren büyük dedem Mustafa için köyü tek başına çekip çevirmek kolay değilmiş. Ailenin, dolayısıyla köyün nüfusu az olduğu için, işler yarım kalıyor, yaylalardan ve tarlalardan yeterli verim alınamıyormuş! Hal böyleyken bir gün Mustafa da vefat ediyor. Köyün ve ailenin idaresi geç yaşında annemin babası Salih'e geçiyor. Salih'in kocaman köyü nasıl çekip çevireceğini düşündüğü günlerde ise Reşan'ın 60-70 kilometre uzağında, Kürt tarihin en ağır katliamlarından biri yaşanıyor!
Türk ordusu Ağrı Ayaklanması'na destek verdikleri gerekçesiyle Erçiş ve Muradiye köylerinden topladığı Milan, Sipkan, Hesanan, Zîlan ve Ademan aşiretlerinden insanları Geliyê Zîlan'a dolduruyor ve tepeye diktiği makineli tüfeklerle, kadın, çoluk çocuk, genç, yaşlı, hasta, hamile demeden hepsini kurşuna diziyor... Kürt yurtsever örgütü Xoybûn öncülüğünde başlayan Ağrı Ayaklanması'nı bastırmak amacıyla seçme hava ve kara birlikleriyle bölgeye taarruz eden Türk ordusu, korkunç bir katliam başlatıyor. Ağrı direnişçilerine destek verdikleri gerekçesiyle bölgedeki bütün köyler top atışına tutuluyor. Dağlar, yaylalar, tarlalar uçaklar tarafından bombalanıyor. On binlerce asker bölgeye dağılıyor ve önüne çıkan herkese kurşun yağdırıyor.
Türk ordusunun elinden canlarını kurtulmaya çalışan kimi köylüler de dağlara ve uzak diyarlara doğru kaçmaya başlıyor. Onlarca köyün halkı sıra kendilerine gelmeden önce evlerini ve köylerini terk ediyor; taşınabilecek ne varsa yanlarına alıyor, yollara düşüyor. Kimi dağlara, kimi uzak diyarlara gidiyor. İran'a kaçan, oraya sığınanlar da oluyor.
İşte o kanlı günlerde Zîlan Katliamı'ndan kaçan bazı aileler de Reşan'ın sırtını dayadığı dağın batı yakasında kurulmuş olan Beşparmak köyüne sığınıyor. Katliamdan kaçmış, evsiz, yurtsuz kalmış bu insanların gidecek bir yerleri yoktur. On beş bine yakın insanı katleden, yüzlerce köyü yerle bir eden ve bölgeyi ateşe veren Türk ordusu aylar süren 'temizlik harekatını' tamamlayıp kışlasına geri dönmesine rağmen, bu insanlar can korkusu yüzünden geri dönmez, dönemezler. Kaldı ki ortada dönecek köy de kalmamıştır. Bütün köyler yakılıp, yıkılmıştır.
Zîlan Katliamı'ndan kaçan bazı ailelerinin Beşparmak köyüne sığındığını öğrenen Salih dedem, atına atladığı gibi soluğu orada alır. Masum köylülerinin üzüntülerini paylaşır. Onlara eğer isterlerse kendi köyünde yer ve arazi vermeye hazır olduğunu söyler. Birkaç aile bu teklifi kabul eder ve gelir Reşan'a yerleşir.
* * *
Aradan 40 yıla yakın zaman geçmişti. Köye ilk yerleşen Zîlan sürgünlerinin çoğu vefat etmişti. Onların çocukları ve torunları yetişmiş, köyün hane sayısı ve nüfusu artmış, köy epey gelişmişti. Ancak, ben çocukken o köylülere hala 'macir' (muhacir) denirdi. Onlardan biri tarif edildiğinde, kaderleri ya da ilk isimleri buymuş gibi önce, 'macir' sözcüğü ifade edilirdi.
İlk ve ortaokul yıllarımda istisnasız her tatilde Reşan'a giderdik. Köy bizim için tatil eğlencesiydi ancak, annem için kışa hazırlıkla geçerdi. Eve dönerken bize kış boyu yetecek kadar tere yağı, peynir, bulgur ve kavurma getirirdik. O yıllarda Zîlan Deresi katliamıyla ilgili çok şey dinledim.
Bu yüzden çok acı da çektim. Korktum, kederlendim ama, sonraki yıllarda epey bir vicdan azabı da çekmedim dersem yalan olur. Şöyle; bu dünya bütün insanlar gibi dedem Salih için de sonsuza kadar kalacağı bir yer değildi. Sonunda o da hayata veda edecek, çekip gidecekti. Öyle de oldu...
Arkasında sayısını bugün bile bilmediğim kadar çok çocuk ve torun bıraktı. Bu yaşımda bile her gün yeni birinin varlığını öğrendiğim anne tarafımdan yüzlerce kuzenim var. Dedemden sonra ailenin ve köyün yönetimi dayım Sabri'ye geçmişti. Dayım, ben kendimi bildim bileli köyün muhtarıydı.
Ne var ki ve ne acı ki bizimkiler gibi, Zîlan'dan kaçmış 'macir' ailelerin de nüfusları hızla artmış, kocaman köy bu insanlara dar gelmeye başlamıştı.
Aralarında arazi kavgaları baş göstermişti. Köyün büyük kısmı hala dayımındı ancak, anlaşılmaz bir nedenle bu insanlarla kavga eder, babasının yaptıkları onların başına kakar, hakaret, eziyet ederdi. Zaman içinde bu kavgalar kanlı olmaya başladı. Birbirlerini vurup, kırdılar.
Ne yazık ki onlarla kavgasında çok da haklı olmamasına rağmen, rahmetli annemi üzmemek adına gençlik yıllarında hep dayımdan yana tavır aldım.
O yıllar başka bir seçeneğim var mıydı, bilemiyorum ama uzun süre bunun vicdan azabından kurtulamadım... Zîlan Deresi yani, acısı kadar azabıyla da yaşıyor!
Özgür Politika Gazetesi Politik ART eki
PolitikART'ın Zilan katliamı ve Ağrı İsyanları ile ilgili diğer yazıları:
PolitikART'ın Zilan katliamı ve Ağrı İsyanları ile ilgili diğer yazıları:
OKUMAK İÇİN, YAZILARIN ÜSTÜNE TIKLAYIN.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder