17 Haziran 2012 Pazar

Kanlı bir derenin hikayesi: Geliyê Zîlan (SEDAT ULUGANA)


'Kadınlar bana bakın! Reşo'mu katletmişler. Kesik başını Erciş'e getirmişler. Yarın en güzel elbiselerimizi giyip hep birlikte Reşo'mu görmeye gideceğiz. En güzel elbisemi giyeceğim ki kumandan bilsin, bu yiğit Reşo bu kadının oğludur.'




Yıl 1930… Aylardan Haziran… Dolunaylı bir gecede Zîlan'ın vadilerinden atlılar koşturuyordu. Ağrı Cumhuriyeti Generali İhsan Nuri bir ferman göndermiş Zîlan'a,savaşçıların 4 Temmuz'da harekete geçmelerini istiyor ve ekliyor: "Her şeyden bizi kesinlikle haberdar edin." Daha Haziran'ın 19'u ve Ağrı'nın hiçbir şeyden haberi yok. Qeşqedağ eteklerinde 507 tane çadır kurulmuş… Çadırların 10'undan fazlası makkari marka tüfek ve mermiyle dolu… Diğerlerinde de savaşçılar kalıyor. Akşam olduğunda teker teker atlara binip dağın eteğinde toplanıyor direnişçiler… Atlarının yönlerini çeviriyorlar. Yön Çakırbeg yönü… Dolunaylı bir Zîlan  gecesinde Kürt atlılarının nal sesleri, Zîlan deresinin sesine karışıyor
Şebabê Misto ile Bekirê Qulîxan'ın destesi Çakırbeg üzerine gönderildi. Ve tarihte 1930 Zîlan direnişi, devletin deyimi ile Zeylan İsyanı olarak yer alan Kürt başkaldırısı, İhsan Nuri'nin fermanda belirttiği 4 Temmuz'u beklemeden yaklaşık 15 gün önceden, çok zamansız bir şekilde başlamış oldu. Sırasıyla Çakırbeg, Hesenevdal, Norşat karakollarında konuşlanan 15. Seyyar Jandarma Alayı askerlerine baskınlar düzenleyen Kürt direnişçiler, alay namına bir şey kalmayınca, Erciş'i kuşattılar. Erciş Tayyare Taburu ile bazı mahalleler alındı. İdris Erdinç ve kardeşi Süleyman Erdinç adındaki milis reisleri tarafından silahlandırılan Türkmenler, Kürt direnişçilere karşı koyunca işler değişti. Van'dan gelen kara birlikleri ile Ağrı'dan kalkan uçakların müdahalesiyle Kürt direnişçiler geri çekilmek zorunda kaldılar. Geri çekilirken de Erciş Tayyare Taburu'ndaki el konulmuş uçakları ateşe verdiler. Daha sonra Nadir Bey (Süphandağ) ile kardeşi Mehmet Bey (Süphandağ) tarafından Patnos kuşatıldı fakat alınmadı. Bargıri yani Muradiye ise alındığı halde korunamadı. Böylece Zîlan, Ağrı Kürt Cumhuriyeti'ne dahil edilemedi. En önemlisi ise bütün bunlar olurken Ağrı'daki direniş komitesinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Bu habersizliğin bedeli ağır olacaktı.

Uçaklardan ateş yağdırıldı
Türk ordusunun kitle imha silahlarını kullanma tarihi 1930 yılına kadar uzanır. Son yıllarda PKK gerillalarına karşı işlediği savaş ve insanlık suçlarıyla gündeme gelen Türk ordusu, aynı yöntemleri 80 yıl önce de Zîlan'daki Kürt direnişçilere karşı kullanıyordu. Direnişçiler Zîlan'a çekilirken onları takip eden Türk uçakları gökten ölüm yağdırıyordu. Yere düşen yangın bombaları, düştüğü yerle birlikte direnişçileri ve onlara iltica etmiş olan sivilleri kömürleştiriyordu. Nitekim dönemin Cumhuriyet gazetesi bununla gurur duyuyordu: "Harp bu havalide pek müthiş şekilde cereyan etmekte… Şakiler tayyarelerimizin ateş bombaları altında inlemekte…"
Geçen gün Erciş'in Hêrîşo Köyünde 96 yaşındaki Hecî Wehyeddîn Polatcanlı ile yapmış olduğum röportajın konusu bu yangın bombalarıydı. Hecî Wehyeddîn hala o bombaların etkisindeydi: "Pay köyü istikametinden kaçarken, bizim bulunduğumuz alana uçaklar tarafından ateş yağdırıldı. Kendimi sarp bir yere attım. Etraftaki her şey yanıyordu. Her taraf toz dumandı. Birden annemin çığlıkları duyuldu. Saklandığım yerden çıktım. Annem beni görünce sevindi. Kurtuldum."
Uçaklar sonra direnişçileri geçip Kürt köylerine yöneliyorlardı. Köylere ateş yağdırıyorlardı. O günleri yaşayan Mele Ahmet Çelebi "Gök kızıldı ve bulutlar ağlıyordu. Gözyaşları ise alev alevdi" diyordu… Bu mahşerden her canlı nasibini alıyordu. 'Kürtler koyun kılığına bürünüyorlar' diye koyun sürüleri bombalanıyordu. Ortasına bomba düşen koyun önce göğe savruluyor; sonra da yere düşüyordu.
Ankara, binlerce kişilik bir orduyu Zîlan'a gönderdi. Askerler Yekmal ve Arnês iskelelerinden Zîlan'a ayak bastıklarında, (daha sonra aynı iskelelerden Zîlanlı Kürtlerin bir kısmı Adana Zindanı'na bir kısmı da Batı Anadolu'ya sürgüne gönderilecekti) Erciş Tayyare Taburu'ndan kalkan uçakların attıkları bombaların gümbürtüleri duyuluyordu. Patnos, Muradiye ve Çaldıran sahalarında da 26 köy havadan bombalandı. Zîlan ve çevresinde toplam 80'e yakın köy yakılıp yıkıldı. Zîlan Vadisi'nin bütün giriş ve çıkışları tutuldu. Tenkil dedikleri katliamın boyutları korkunçtu. Milisler bölgeyi avuçlarının içi gibi biliyorlardı, bölgedeki herkesi tanıyorlardı. İlk etapta 1000'den fazla Kürt direnişçi öldürüldü.

'Gökyüzünden et parçaları yağıyordu'
Temmuzdu, bazı Kürt köyleri yaylalara çıkmışlardı, bazı Kürt köyleri ise sırtlarını dağlara dayamış, bekliyorlardı. Temmuzun eritici sıcağından alçak damlardaki kil, balçığa dönüşmüştü. Çakırbeg'de dama çıkmış, ayakları yarısına kadar kil balçığına batmış, şimdi yaklaşık 95 yaşında Hacı Şebab Kandemir o günleri "15 binden fazla kadın, çocuk ve yaşlı birbirlerine bağlanarak mitralyöz ateşine tutuldular. Hamile kadınların karınlarındaki çocuklar süngülendi. Ekinler yakıldı, su kuyularına beton döküldü" diyerek anlatıyor. Hacı Şebab Kandemir o günlerde daha çocuktu: "Köyün yanı başındaki ormana sığındık. Kurtulduğumuzu, her şeyin bittiğini sanmıştık ama yanılmıştık, her şey yeni başlamıştı."
Zîlan'da tek bir canlı sağ bırakılmayacaktı. Onun için yaylalara çıkmış Kürtler, 'nüfus sayımı yapılacak' diye geri çağrılıyordu. Geri dönen Kürtler kurşunlanıyordu. Hala hayatta olan Cergeşin köyünden Übeyit Fidan: "Biz yayladan inerken (Komir köyü civarında) askerler bize kurşun yağdırdılar, güzergahımız derin bir vadi olduğu için kurşunlar bize kadar ulaşamıyordu. Fakat Nazê'nin oğlu Salih vuruldu. Salih öldü. 4 yaşlarında falandı. Koşamıyordu ya Nazê onu sırtına almıştı. Nazê'nin sırtında vuruldu. Salih öldü. Bırakıp kaçtık." Nazê 87 yaşında sürgünde öldü… Öldüğünde bile hala Salih'i unutmamıştı. Hesenevdal, Adaxeybê, Milk, Newala Fedê, Newala Kuştiya, Newala Bebo, Çakırbeg isimleri toplu katliamların yapıldığı derin vadilerin isimleridir artık. Onlarca köyün ahalisi bu vadilere toplanıyordu, beklemelerini söyleyip hemen yamaçlara çıkıyordu askerler ve mitralyözler ateşleniyordu. O günlerde daha çocuk olan ve aldığı süngü darbesini hayatı boyunca taşıyan Heci Heyder Özer katliamdan sağ kurtulanlardan biriydi: "Hepimiz oturduk. Birkaç kız çocuğu beştaş oynuyorlardı, bazı çocuklar da mendil oyunu oynuyorlardı, hepsi de şen şakraktı. Tepelere xefif makineleri (mitralyöz) kurdular, yönlerini bize çevirdiler… İnsanların kafatasları vücutlarından kopup havaya uçuyorlardı, sonra da yağmur gibi gökyüzünden üzerimize et parçaları düşüyordu. Çığlıklar kesildikten sonra mitralyözler de durdu. Asker dağa vurup gitti."

Bebekler süngülenip öldürüldü
Katliamdan sağ kurtulan diğer bir tanık ise Reşit Akmaz'dı: "800, belki de 1000'den fazlaydık. Bizi teker teker tahta köprünün üzerinden karşıya geçirdiler. Hiç unutmam, 10 yaşlarında bir erkek çocuk oynaya oynaya güle güle yanımızda yürüyordu. Adaxeybê vadisine geldiğimizde, birden bir ses yükseldi 'Ateş serbest!' diye. Yağmur gibi üzerimize mermi yağdı. Çığlıklar, Allahu ekberler, Kelime-i Şahadetler, ağlamalar, inlemeler, bebek sesleri, çocuk ağlamaları birbirine karıştı."
Zîlan katliamının komutası Albay Derviş'teydi. 1886 yılında Vardar'a bağlı (Makedonya sınırları içinde) Yenice'de doğdu. Son görev yeri Erzincan'dı. Erzincan'dan Malazgirt hattı üzerinden Zîlan'a geldi. Rütbesi Albay'dı. Zîlan'da malum katliamı gerçekleştirdikten sonra, 30 Ağustos 1930'da rütbesi generalliğe yükseltildi. Madalya ile ödüllendirildi. 1932'de öldü. Kemal Derviş'in akrabası, Dersim kasabı Abdullah Alpdoğan'ın bacanağı, Koçgiri kasabı sakallı Nurettin Paşa'nın damadıydı. Sağ kurtulan çocukların öldürülmesini istiyordu. Erciş'in Ziyareta Baso köyünden Hüseyin Yıldız, katliam döneminde 7. Kolordu'nun bünyesinde Diyarbakır'da asker olduğunu söylüyordu. 7. Kolordu, başkaldırıyı bastırmakla görevli 9. Kolordu'ya takviye birlikler gönderir. Bu birliklerin içinde Hüseyin Yıldız da vardır. Hüseyin Yıldız yerli er olduğu için Derviş Bey alayına verilir. Çakırbeg (Çakırbey) köyünde şahit olduğu insanlık dışı bir öldürme olayını hayatı boyunca unutmadı: "Derviş Bey 'İçinizde bu kadının karnını deşip piçini çıkaracak gönüllü biri çıksın!' diye bağırdı. Birkaç kez seslendi, askerlerden bir ses çıkmadı. Bunun üzerine 'bu işi gerçekleştirecek kişiye kırk gün mükâfat izni var' dedi. Bir asker gönüllü olarak çıktı, iki kolundan kıskıvrak tutulmuş zavallı kadının karnını süngüyle yardı. Kadıncağız hemen öldü. Çocuk yaşıyordu. Derviş Bey: 'Bakın bakalım piç, erkek mi kız mı?' diye sordu. Asker 'Erkek!' diye cevapladı. Derviş Bey 'O piçin erkek olduğunu tahmin etmiştim' dedi. Asker çocuğu da süngüleyip öldürdü."

Cesetler ateşe atılıyordu
Bütün bu katliamlara milisler de bizzat iştirak etmişlerdi, Milis süvari kumandanı Süleyman Bey (Erdinç) ve kravatlı, boynunda dürbünüyle Ağabey lakaplı İdris (Erdinç), parlak çizmeleriyle Sidîqê Heso ile Feto. Askerlerle birlikte katliamı gerçekleştirdikten sonra milisler, köylülerin bütün mallarına el koyuyorlardı. Bütün aşiretleri yakından tanıyorlardı. Aileleri ve aralarındaki bağları ayrıntılı bir şekilde Derviş Bey ile İbrahim Bey'e anlatıyorlardı. Sağ kurtulanlara musallat olmuşlardı. Arkalarında yine çoğunluğu Ercişli Türkmenlerden oluşan bir milis ordusu vardı: İdris (Erdinç), Süleyman (Erdinç), Sidîqê Heso, Feto, Seydkili Şerifê Telal, Eliyê Evdi (Çêloyi), Helîm Xoce (Helîm Çelebi), Şeyh Taho (Şêx Tahir), Memê Hemze, Cindo, Refo (Nalbantoğlu), Mehmet Turan, Şewketê Wani (Vanlı Şevket Efendi), Muştak Efendi (Çavuşoğullarının Dedeleri), Abdullah Efendi, Hacı Ali (Albayrak), Ali Ağa (Nazlı), Dahar Ağa (Xerginli), Purulli Mecit Efendi (Gazioğlu), Fırıncı Mevlüt (Hançer), Zortullu Murat Bey, Kasap Şerif Ağa (Bakak), Muhtar Mevlüt Efendi (Aydın), Paketçi Şevket (Ceylan), Saracın Recep (Saraçoğlu), İmam Mehmet Efendi (Sancak), Ömer Ağa (Kasımbağlı) ve adlarını sıralasak sayfaları dolduracak olan Xergin, Pülur, Pülumark, Yekmal ve Erciş yerli Türkmenleri…
Zîlan'dan getirilen esirler, gündüz şehir camisine kapatılırdı. Akşam oldu mu Örene, Heyderbeg, Êrşat yolu kenarında kurşuna dizilirlerdi. Yeni bir yer bulundu. Aşê Davuda… Mevsim yazdır. Erciş de yemyeşildir. Xerginli Misto Van Gölü'nün masmavi sahilinden baktığında iki rengin uyumsuzluğunu çok iyi görebiliyormuş. Çocukmuş. Aklında kalan tek şey de bu olmuş. Heci Şebab Kandemir de o günlerde daha çocukmuş, ceset gördükçe annesi gözlerini kapatmış: "Seyid camisinden Êrşat mezarlığına kadar yolun her iki tarafı kurşuna dizilmiş insan cesetleriyle doluydu. Yazın başlarıydı. Kanları toprağın üzerinde simsiyah bir tabaka oluşturmuştu; annem yine gözlerimi kapattı. Korkmamam için… Erciş'in büyük camisi (Kara Yusuf Cami) var ya, işte orasını cezaevi olarak kullanıyorlardı. Askerler Geliyê Zîlan'daki insanları gündüz getirip bu camiye kapatıyorlardı. Akşam olunca da götürüp öldürüyorlardı. Aşê Davuda'da ve Aşê Keşiş'e götürüp öldürüyorlardı. Heyderbeg (Haydarbey) yolu üzerinde öldürüyorlardı. Örene (Wêrane) yolu üzerinde öldürüyorlardı. Yekmal yolu üzerinde öldürüyorlardı. Bu şekilde abartısız günde 200 kişiyi öldürüyorlardı. Esir kafileleri Erciş'e getirildiği zaman benle ailem de içindeydik. Êrşat köyüne geldiğimizde bazı evler yakılmıştı. Hala yanıyorlardı. İşte bu ateşin içine cesetleri atıyordu askerler, cenazeleri yakıyorlardı."
Efsane Reşê Silo
Diğer bir tanık ise mele Ahmet Yıldız: "Aşê Davuda ceset doluydu, ağustos sıcağında cesetler şişmiş, kokuyordu. Askerler, genç kız ve kadınların cesetlerine tecavüz ediyorlardı. Aşê Davuda (Davutlar değirmeni), Erciş kız yatılı ilköğretim bölge okulunun bulunduğu yerdir, Van-Erciş yolu üzerinde bulunuyor ya. En büyük toplu katliamlardan biri de orda yapıldı. Ben o zamanlarda askerlere erzak taşırdım. Birkaç defa Aşê Davuda'da kamp kurmuş olan askerlere erzak götürdüm; kendi gözlerimle gördüm. Cenazeleri üstüste kule şeklinde yığmışlardı. Hiç unutmam, askerler cenazelerin arasına girip güzel kadın ve kızların cesetlerine tecavüz ediyorlardı."
Reşo ismi, halkın sempatisinden dolayı kısalttığı Reşit isminden gelir. Babasının ismi Süleyman'dır. Onun için de Reşê Silo diye anılır. Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra gündeme gelen 1926 sürgününde Batı Anadolu'ya gönderilmek istenmiş, o da Bekirê Qulîxan gibi beylerle birlikte dağa çıkmıştı. O günden sonra da bir daha Zîlan dağlarından inmedi. Zîlan İsyanı vahşi bir katliamla sonuçlanınca, eşi Zeyno'nun öldürüleceğini hesap ederek onu yanına aldı. Zeyno da en az Reşo kadar cesaretli ve yiğitti. Reşo adamlarıyla birlikte 1931'in kışına kadar direnir, Zîlan bölgesi boşaltıldığı için Reşo'ya bağlı direnişçiler arasında açlık başlar. Bunun üzerine Reşo birkaç akrabasıyla eşi Zeyno ile Zeyno'nun iki kardeşini yanına alarak Tendürek dağı yakınlarındaki Devetaş mevkisine çekilir. Reşoyê Silo, Zîlan'daki Çakırbeg karakol baskınına katılan direnişçilerden biriydi. Yöredeki pek çok çatışmalarda Nadir Bey'in yanında yer alan Reşo, Ağrı dağındaki direniş merkezinin dağılmasıyla birlikte sınırdaki dağlarda faaliyetlerini sürdürdü. Reşo bir efsaneydi.

Yiğit kadın savaşçı Zeyno
1931 kışında, Reşo'nun Devetaş adında bir mağarada olduğunu duyan Türk askeri, milisler eşliğinde bölgeye operasyon düzenlerler. Reşo'nun silahı tutukluluk yapar. Reşo esir düşer. Askerlerin önünü düşüp mağaraya giderler. Tek derdi eşi Zeyno'dur. O günü milis Şükrü Yardımcı İbrahim Bey şöyle anlatıyor: "'Söz Reşo, gidelim eşin Zeyno da teslim olsun, size dokunmayacağım.' Reşo önde biz arkada, Zeyno'nun saklandığı Tendürek dağındaki Devetaş mağarasına gittik. Mağarayı sardığımızda Zeyno bizi fark etti. Bir anda üzerimize kurşun yağdırdı. Reşo dayanmadı; 'Zeyno beni yakaladılar, bundan sonrası fayda etmez, silahını bırak' diye bağırdı. Bunun üzerine Zeyno da 'Hani sen Emer ailesinin yiğitiydin, ölürüm de teslim olmam diyordun? Ne oldu, neden teslim oldun?' Reşo da 'Zeyno ben teslim olmadım, tüfeğim bana hainlik etti. Yoksa teslim olmazdım, bensiz mi savaşacaksın?' Bu sözler üzerine Zeyno mağaradan çıkıp, tüfeğini yere attı. İbrahim Bey sordu: 'Zeyno bak işte seni de, kocanı da yakaladım. Şimdi söyle bakalım ben mi yiğitim yoksa kocan Reşit Bey mi?' Zeyno gülerek 'Sen Reşit beyin köpeği bile olamazsın. Bizi öldüreceksin biliyorum. Reşit beyin tüfeğini geri ver, 20 metre uzaklaşalım öyle vur' dedi ve devam etti: 'Emrinde yüzlerce asker ve milis var ve arkanda da bir devlet var. Benim kocamın da sadece bir tüfeği var. O tüfek de hainlik etti' dedi. İkisi de öldürüldü."
Reşo efsanesi bitmemişti, yeni başlamıştı. Dengbêj Şakiro, Reşo'yu da stranlaştırdı. Bu stran da dilden dile dolaştı. Elime geçen fotoğraflar, sadece Reşo'nun katline ışık tutmuyor. Aynı zamanda bütün bir katliamın en net tanığı… Yıllar sonra eski bir asker, İran'dan Reşo'nun ailesine bir mektup ile bir fotoğraf göndermişti… Mektup Arap harfleriyle yazılıydı… Mektupta Reşo'nun katline dair birkaç ayrıntı daha vardı: "İbrahim Bey Reşo'ya sordu:
- Seni nasıl öldürmemi istiyorsun?
Reşo da:
- Tüfeğim tutukluluk yaptı, o tüfeği ağzıma sık… dedi."

'Simbêlê bavê min reş bû'
Fotoğraftaki kişi Reşo'ydu. Ağzından kan geliyordu… Üzerinde pahalı olduğu ve İran'dan alındığı beli olan İngiliz kumaşından elbiseler vardı. Temiz yüzlü, saçları taralı bu direnişçinin kafasını keserlerken saçına bir de bez bağladılar, saçı yüzüne dükümlesin, herkes onu tanısın diye… Aynı şey ondan önce Beşiri'de Yado'ya, ondan sonra da Dêrsim'de Alişer'e yapıldı… Yani kafaları kesildi. Eşi Zeyno'nun kesik başı öküz heybelerine konuldu. Köy köy, şehir şehir teşhir edilerek Karaköse (Ağrı) şehir merkezine götürülüp, şehrin en eski eczanesinin önünde et çengellerine takıldı. 2011 yılında görüştüğüm Naci Kutlay, eczane önündeki bu teşhirin Ağrı'daki yerli halkın hafızasına çok iyi kazındığını söylüyordu. Hala hayatta olan tanıklardan Übeyit Fidan'ın anlatımları  Reşo'nun ve Zeyno'nun ölümüne çok iyi şekilde ışık tutuyor: "Reşo ile Zeyno'nun katledildiği zaman, daha dün gibi aklımda. Reşo'nun annesinin ismi Amine idi. Bizim köydeydi Reşo'nun katledildiğini duyduğunda, köydeki bütün kadınları etrafına toplayıp dedi ki: 'Kadınlar bana bakın! Reşo'mu katletmişler. Kesik başını Erciş'e getirmişler. Yarın en güzel elbiselerimizi giyip hep birlikte Reşo'mu görmeye gideceğiz. En güzel elbisemi giyeceğim ki kumandan bilsin, bu yiğit Reşo bu kadının oğludur.'
Bütün kadınlar Erciş'e gidince ben de annemin eteğini tutup gittim. Büyük Camii'nin önünde Reşo ile Zeyno'nun başlarını sergiliyorlardı. Mahşeri bir kalabalık vardı. Reşo'nun annesi haykırdı 'Hey millet! Bu yiğit Reşo'yu dünyaya getiren benim' diye. O günü hiç unutmadım. Zeyno'nun kesik başını upuzun örülü saçları kaplamıştı. Zeyno'nun  kafasını öküz heybesine koyduklarında, saçları o kadar uzundu ki yerlerde sürünüyordu. Benim babamı da milisler Adana Zindanı'na göndertti."
Übeyit Fidan babasından bahsedince, araya girdim; "baban nasıl biriydi?" diye sordum. Bu yüz yaşına merdiven dayamış heybetli ihtiyar birden titredi ve ağlamaya başladı. "Bavê min mêrekî çawa bu! Bavê min axx bavê min... Yekî taylan û bejnbilind bû... Simbêlê bavê min reş bû... Wan ew bir Hepsa Edenê û carekê din nezivirî... (Babam öyle bir adamdı ki! Babam ahh babam… Uzun boylu geniş omuzluydu… Siyah bıyıkları vardı. Adana Zindanı'na gönderildi. Bir daha geri dönmedi.) Übeyit Fidan o gün bana, duygusallığın ve baba sevgisinin yaşının olmadığını gerçekten öğretti… Çünkü 100 yaşındaki bir çocuk! Babası için hala ağlıyordu. Ve Zîlan hala kan akıyordu…

Özgür  Politika Gazetesi PolitikART eki



PolitikART'ın Zilan katliamı ve Ağrı İsyanları ile ilgili diğer yazıları:

OKUMAK İÇİN, YAZILARIN ÜSTÜNE TIKLAYIN.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder