9 Ağustos 2010 Pazartesi

Sınırları aşmak


Devletler her ne kadar sınırların güvenliğini arttırarak ve kendi vatandaşlarına kimlikler vererek sınırlarına başka devletlerin vatandaşlarının girmesini engellemek isteseler de, sınırların oluşumunda halkların ve kültürlerin demografik dağılımı gözardı edildiği için, oluşturulan sınırlar bu halklar açısından pek bir anlam ifade etmiyor.




Sınırların yaratmış olduğu ruhsal ve fiziksel parçalanmışlığı yaşayan bir tek Gulê ana değil. Türkiye-İran-Irak üçgeninde yaşayan insanların hemen hemen tamamı aynı trajediyi farklı yönleriyle yaşamışlar. Seksen bir yaşındaki Haci Şem Muhammed de bu trajediyi Irak tarafında yaşayanlardan biri. Kendisi ne zaman ve nasıl Güney Kürdistan’a geçtiklerini hatırlamasa da babasının ve dedelerinin anlatımlarından aslen Herki köyünden olduklarını biliyordu. Osmanlı’nın çöküş döneminde kendilerine askerlik yapmaları ve vergi vermeleri için yapılan baskılar yüzünden göçmüş Haci Muhammed’in ailesi. Köyden ilk ayrıldıklarında Şemdinli’nin Katuna köyüne yerleştiklerini söyleyen Haci Şem Muhammed, bu köyde hala yakın akrabalarının ve babasına ait arazilerin bulunduğunu belirtti. Kendisine anlatıldığı kadarıyla Irak’ta Melik Faysal’ın hüküm sürdüğü 1920’lerden sonra Güney Kürdistan’a yerleştiklerini tahmin eden Haci Şem Muhammed, burada göçebe yaşadıklarını söyledi.

Güney Kürdistan’da yaşayan Herki aşireti mensuplarının hala birçoğu göçebe yaşamı sürdürüyor. Bunun sebebini Güney Kürdistan’da Herkilere ait toprakların olmayışına bağlayan Muhammed şunları anlattı: “Türkiye’den göç ederken, arazilerimizi tamamen bıraktık. Sonra da göçebe yaşamaya başladık. Bu yüzden de kimse mülk sahibi olmadı. Herkilerin, aşiret olarak, Güney Kürdistan’da kendilerine ait mülkleri yok. Bazıları kendi çabalarıyla başka aşiretlerin topraklarında mülk edinmiş olsa da, bunlar dedelerinden kalan topraklar değil. Eskiden arazi satın almak hem kolay hem de ucuzdu. Biz göçebelik daha güzeldir diye, satın almıyorduk”.

Üç devletin sınırını da kaçak geçiyor

Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) peşmergeliğini de yaptığını söyleyen Muhammed, Cezayir anlaşmasından sonra KDP Güney Kürdistan’dan ayrılıp İran’a sığınmak zorunda kaldığında, 1975 yılında annesi, babası ve kardeşleriyle birlikte İran’a gittiğini belirtti. Doğu Kürdistan’da da göçebe yaşadıklarını belirten Muhammed yaşamlarını şöyle anlattı: “İran’da toprak reformu yapıldığı dönemde biz orada mülteciydik. Toprağı olmayan köylülere toprak verileceğini duyunca akrabalarımızın yardımıyla kendimize İran kimliği çıkardık. Denetim memurları gelince sekiz kardeş olduğumuzu ve yüz hayvanımızın bulunduğunu söyledik. O dönem hayvanların kışlık otunu sağlamak istediğimiz beş dönümlük toprağı bize verdiler”.

Doğu Kürdistan’da kısa bir süre kaldıktan sonra Güney Kürdistan’a dönme kararı verdiğini söyleyen Muhammed, babası ve kardeşleri gelmek istemedikleri için tek başına döndüğünü belirtti. O dönemde kendi ailesi gibi birçok ailenin Doğu Kürdistan’a yerleştiğine dikkat çeken Muhammed, şöyle konuştu; “Kardeşlerimle ilişkilerim sürekli vardı. Hemen hemen her yıl birkaç sefer kardeşlerimi ve akrabalarımı ziyarete gidiyorum. Kaçak yollardan gittiğimiz için İran-Irak savaşı döneminde biraz zor oluyordu ama onun dışındaki zamanlarda çok gidip gelmek pek sorun olmuyor. Bir tek kız alıp verdiğimiz zamanlarda devletten izin alıp Haciumran sınır kapısından gidip geliyoruz. Bazen onu da devletten izin almadan kaçak yollardan yapıyoruz. Düğün sahibi birkaç yakınıyla birlikte gidip kızı evinden alıyor ve kızın akrabalarıyla birlikte sınıra kadar getiriyor. Diğerleri de gidip onları sınır üzerinde karşılıyorlar.”

Neden pasaport almadıklarını ise Muhammed şöyle açıklıyordu; “Hem sınır kapısından her zaman gidip gelmemize izin vermiyorlar, hem de herkese pasaport vermiyorlar. Zaten pasaporta da ne gerek var ki! Sınırı buradan daha rahat geçiyoruz. Üç-dört gün içinde pasaport mu alınır?”

Kaçak yollardan hastaneye ulaşanlar

İran veya Türkiye sınırını kaçak yollardan geçerken, her iki sınırın diğer tarafındaki akrabalarının yardımıyla, pek fazla sorun yaşamadan gidip geldiklerini söyleyen Muhammed, kadın çocuk demeden herkesin rahatlıkla İran ve Türkiye’ye gidebildiğini belirtti. Hastalarını dahi İran’da tedavi ettirdiklerine dikkat çeken Muhammed, şunları anlattı; “Birçok akrabamın yaylası İran-Irak sınırının hemen diğer tarafındaki Gadare’de. İran’a giderken sınırı geçip, onlara ulaşınca onlar bizi koruyorlar. Hatta bazen hastalarımız olunca, onların yanına götürüyoruz. Onlar kendi kimlikleriyle Tahran’a kadar götürüp tedavi ettiriyorlar. Onların da bize işi düşünce biz de aynı onlar gibi yapıyoruz. Türkiye’den çok uzun zaman önce çıktığımız için hastalarımızı dahi tedavi ettirecek kadar yakınlıkta ilişkimiz yok. Fakat kardeşi, amcası veya amcasının çocukları olanlar var. Onlar da biz nasıl İran’ı kullanıyorsak, ihtiyaç duyduklarında Türkiye’ye gidiyorlar.”

Türkiye istemese de nasibini alacak

Devletler her ne kadar sınırlarının güvenliğini arttırarak ve kendi vatandaşlarına kimlikler vererek sınırlarına başka devletlerin vatandaşlarının girmesini engellemek isteseler de, sınırların oluşumunda halkların ve kültürlerin demografik dağılımı göz ardı edildiği için, oluşturulan sınırlar bu halklar açısından pek bir anlam ifade etmiyor. Ortadoğu’da bu konuda en hassas devlet Türkiye olmasına rağmen, ortaya çıkan bu fiili durumdan o da etkileniyor. Uzun yıllar önce Güney Kürdistan’a giden ve Irak vatandaşı olan Haci Ahmet’in 1980’den sonra Türkiye geri dönmesi ve Türkiye vatandaşı olması bunu doğruluyor. Herki aşireti mensubu olan Haci Ahmet, Türkiye’ye yerleşirken Haci Şem Muhammed ve birçok Herkili gibi aşiret ilişkilerinden yararlanarak, Türkiye vatandaşlığı alıyor.

Yolculuk Şemdinli’de son buldu

Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde oturan Haci Ahmet, Türkiye’de Kürtlere yönelik baskılardan dolayı gerçek isminin ve fotoğrafının yayınlanmasını istemedi. Ne zaman ve nasıl Güney Kürdistan’a gittiklerini bilmediğini söyleyen Haci Ahmet, Türkiye’ye geliş hikayesini şöyle anlattı; “1971 yılında, ben 14 yaşındayken, Hewler’de Sebirene köyünde çobanlık yaparken, KDP peşmergelerine ait bir araba bizim eve geldi. Bana ‘peşmerge olmayı ister misin?’ diye sordular. Bende kabul ettim ve peşmerge oldum. Beni kendileriyle birlikte Hewler ile Köysancak arasındaki Sırdaş dağına götürdüler. Peşmerge karargahına varınca bana bir Burno (Mavzer) silahı verdiler. Benim o zaman boyum daha küçük olduğu için silahın boyu benimkinden daha uzundu. Bu yüzden silahı benden geri aldılar ve beni İdris Barzani’nin (Mesut Barzani’nin kardeşi) güvenliğine verdiler. 1974 yılında İran ve Irak Cezayir antlaşmasını kabul imzalayınca KDP güçlerinin hemen hemen hepsi İran’a geçti. Ben de o dönem İran’a gittim. Bir süre İran’daki Şıno peşmerge kampında kaldım. Bir süre sonra da babam ve kardeşlerim evi alıp geldiler. Evimiz bir süre peşmerge kampında kaldı. Fakat İdris Barzani bir gün bize ‘herkes kendi evini doyursun’ deyince, evimizi alıp Urmiye’nin Mırgever ovasındaki Gesiyan köyüne yerleştik ve çalışmaya başladık. 1975’in sonbaharında kardeşlerim ve amcaoğullarım tekrar Irak’a döndüler, ama ben İran’da kalmayı tercih ettim. Onlar ayrıldıktan kısa bir süre sonra bende Türkiye’ye geldim. Türkiye’de uzun süre akrabalarımın yardımıyla kendime bir kimlik edindim ve köylerde çobanlık yapmaya başladım”

1982’de askere çağırılan Haci Ahmet, askerden döndüğümde, arazisi veya malı-mülkü olmadığı için yeniden çobanlık yaptığını söyledi. Türkiye’de yaklaşık yedi yıl çobanlık yaptığını belirten Haci Ahmet, Türkiye’de yaşadıklarını ve kardeşleri ile süren ilişkilerine ilişkin şöyle konuştu. “Yaklaşık yedi yıl çobanlık yaptıktan sonra biraz para toplayabildim ve evlenip bir ev kurabildim. Ondan önce ya akrabalarımın yanında ya da çobanlık yaptığım köylerde kalıyordum. Kardeşlerim ile de her iki üç ayda bir görüşüyoruz. Bazen ben gidiyorum, bazen de onlar geliyorlar. Sınırı kaçak yollardan geçtiğimiz için fazla masraflı olmuyor. Bu yüzden rahat gidip geliyoruz. Hem de gidip gelirken kendimizle bazı eşyalar getirip satıyoruz. Böylece kendi geçimimizi de sağlamaya çalışıyoruz.”


Kasr-ı Şirin antlaşması ve Ankara antlaşmaları

Kürtlerin üzerinde yaşadığı coğrafya parçası Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesine neden olan antlaşmalardan ilki 24 Aralık 1639’da Osmanlılar ile Safeviler arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşmasıdır. Bu antlaşma ile Kürtleri ikiye bölen sınırlar oluşturuldu. Günümüzdeki Türkiye-İran ve İran-Irak sınırları da önemli oranda Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla belirlendi. Bu tarihten sonra 1927’deki Ağrı isyanında Türkiye-İran, Irak-İran savaşında da İran-Irak sınırında küçük bazı değişiklikler olduysa da Kasr-ı Şirin’de belirlenen çizgiler önemli oranda korundu. Herki aşireti mensuplarının belirttiği Gadare alanı da İran-Irak savaşından önce Irak toprağı iken, savaş sonrasında İran sınırlarında kaldı.

Türkiye’nin Irak ve Suriye ile olan sınırları ise I. Dünya Savaşı’ndan sonra belirlendi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında I. Dünya Savaşı’na giren Kürtler, savaş sonrası da Mustafa Kemal önderliğinde Ulusal Kurtuluş güçleriyle birlikte hareket ettiler. Bu savaştan sonra dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasından birçok halk yararlanırken, Kürtlerin üzerinde yaşadığı topraklar İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında dört parçaya bölündü. Türkiye Cumhuriyeti ile Fransa devleti arasında, 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara antlaşmasında, İskenderun hariç bırakılarak, Türkiye ile günümüzün Suriye’sinin sınırları belirlendi. Türkiye-Irak sınırı ise Musul sorunundan dolayı Lozan Konferansı’nda belirlenemeyince, 5 Haziran 1926’da Türkiye ile İngiltere arasında Ankara’da imzalanan antlaşmada belirlendi.
Kökte parçalandı

Türkiye-Irak sınırının önemli bir bölümü Zagros sıradağlarını Türkiye sınırları içinde bırakacak şekilde, sıradağların güneyinden geçmektedir. Çarçella dağı ise bu sıradağların en önemli parçalarından birisi. Herki aşireti mensuplarının, aşiretlerinin köklerini dayandırdıkları Herki köyü de Çarçella dağının güneyden yükseldiği vadilerden birisinde bulunuyor. Bu vadinin içinde akan Herki deresi Türkiye-Irak sınırı olarak kabul ediliyor. Suyun güney yamacı Irak, kuzey yamacı da Türkiye toprağı olarak kabul ediliyor. Bu suyun üzerinde kurulan Herki ve Bedeve (Ayranlı) köyleri ise suyun her iki yamacına yerleşmişler. 1990’lı yıllara kadar hem sarp bir vadiye yerleştikleri için Türk devletinin bölgede yeterince denetim kuramaması hem de yöre insanı sınır çizgilerini pek dikkate almadığı için Herki ve Bedeve köylerinde doluydu. Suyun her iki yakasında da yaşayanların hepsi yakın akrabaydılar. 1994 yılında Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı Türkiye ‘suyu kurutup balığı yakalama’ taktiği uyguluyorum’ diyerek, köy boşaltmaya başlayınca bu köyleri de boşalttı. Bu dönemde Herki suyunun güney yakasında kalanlar tehdit ve zorla yerinden edilerek Irak’a gitmeye zorlanırken, kuzey yakasında kalanlar da sınırdan daha içlere çekilmeye zorlandılar. Türk askerlerinin tehditleriyle köylerini boşaltmak zorunda kalan köy halkı, devletin kendilerine yeni bir yer tahsis etmemesiyle Şemdinli ve Yüksekova başta olmak üzere birçok şehir merkezine dağıldılar.


YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder