10 Aralık 2011 Cumartesi

1921-1938 Devletin Kürt Politikası

30 Kasım 2008 Pazar 06:04
[Ümit Kardaş] 1921-1938 dönemini en iyi özetleyen ifade “Türkleştirme” olacaktır.

1921-1938 arası devletin Kürt politikası / ÜMİT KARDAŞ*

1921-1938 dönemini en iyi özetleyen ifade “Türkleştirme” olacaktır. Türkleştirme Türk Dil ve Tarih kurumlarının kuruluşu, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının başlatılması ve Soyadı Kanunu'nun kabulüyle toplumun her alanında uygulanmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.

1921 yılı başlarında Kürtlerin Ankara hükümetinden özerklik istemleri konusunda açıklama yapılması, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması hususlarındaki talepleri ve yürüyüşe geçmeleri karşısında Ankara'nın emriyle Merkez Ordu komutanı Nurettin Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiştir. Söz konusu ayaklanma çok sert bir şekilde bastırılmış, sert uygulamalar Meclis'teki Koçgiri görüşmeleri sırasında da eleştirilmiştir.


Nitekim Meclis'te vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürmüşlerdir. Mustafa Kemal Nutuk'ta Meclis'in Nurettin Paşa'nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak kendisinin Fevzi Çakmak ile görüştüğünü, Nurettin Paşa'yı Meclis'te savunduğunu ve ağır bir işleme uğratılmaktan kurtardığını, sekiz ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı'na getirildiğini belirtmektedir. Ancak Mustafa Kemal'in Meclis'teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı bitmemiş, sonraki dönemlerde bu milletvekilleri tasfiye edilmişlerdir. Nitekim Meclis'te“Arkadaşlar ben Kürdüm, Kürdoğlu Kürdüm. Fakat Türkiye'nin tealisini (yükselmesini), Türkiye'nin şerefini, Türkiye'nin terakkisini (gelişmesini) temin eden Kürtlerdenim” diyen Bitlis Vekili Yusuf Ziya Bey ikinci dönem mecliste olamamış, daha sonra Şeyh Sait İsyanı'nı başlatacak olan Azadi Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almıştır.

AZADİ CEMİYETİ VE KÜRTLERİN ŞİKÂYETLERİ




Azadi Cemiyeti'nin üyelerinin büyük bir bölümü orduyu terk etmiş Kürt subaylardan oluşmaktaydı. Diyarbakır'daki Yedinci Ordu'nun subay ve askerlerinin en az yüzde 50'si Kürttü. Türk subaylarının bir bölümü Kürt hareketine sempati duymaktaydı. Azadi'nin Şeyh Sait İsyanı'na giden yolda Kürtlerin yakınmalarına neden olarak gördükleri hususlar şunlardı:

1. Azınlıklara ilişkin çıkarılan yeni bir kanun şüphe yaratmıştı. Türklerin Kürtleri Batı Türkiye'ye dağıtarak, onların yerine Türkleri doğuya yerleştireceklerinden korkusu.

2. Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımı kısıtlanması.
3. Önceleri coğrafi bir terim olarak kullanılan “Kürdistan” kelimesi tüm coğrafya kitaplarından kaldırılması.

4. Kürdistan'daki tüm yüksek hükümet görevlileri Türktüler. Sadece daha aşağıdaki kademelere dikkatlice seçilmiş Kürtler atanması.
5. Ödenen vergilere oranla hükümetten yeterli hizmet alınamaması.

6. 1923'teki Büyük Millet Meclisi seçimlerine hükümetin müdahale etmesi.
7. Hükümet sürekli olarak bir aşireti diğerine karşı kullanma politikası izlemesi.

8. Türk askerleri sık sık Kürt köylerini basarak hayvan götürüyorlardı. Talep edilen erzakın karşılığı ya yetersiz ödenmesi ya da hiç ödenmemesi.
9. Orduda Kürtlerin kademe ve mevkileri Türklerle eşit değildi ve Kürtler genellikle zor ve istenmeyen işlere gönderilmeleri.

10. Türk hükümeti, Alman sermayesinin yardımıyla Kürtlerin yeraltı zenginliklerini sömürme girişimi.
11. Türk ve Kürtleri birbirine bağlayan en son bağ halifelik kaldırılması.

İngilizlerin o günkü koşullarda böyle bir ayaklanmadan memnunluk duyacakları açık olmakla birlikte, bu ayaklanmaya destek verdikleri konusunda bir kanıt bulunmamaktadır. Burada önemli olan husus dış destek konusu değil, Kürtlerin şikâyet ve taleplerinde ne kadar haklı oldukları ve hükümetin bu taleplere nasıl yaklaştığıdır. Başbakan Fethi Okyar ayaklanmayı sıkıyönetim tedbirleriyle bastırabileceğini düşünmektedir. Ancak çok sert önlemler alınması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Fethi Okyar'ı Başbakanlıktan uzaklaştırıp, İsmet İnönü'ye yeni bir hükümet kurdurur.

SERT ÖNLEMLER VE CEZALANDIRMALAR

Yeni hükümet sert önlemlerin uygulayıcısı olacaktır. Sıkıyönetim ilanı, Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun değiştirilmesi, devrim ilkelerine aykırı yayın yapan gazetelerin kapatılarak, sahip ve yazarlarının cezalandırılması, Takrir-i Sükûn Kanunu'nun kabul ve ilanı ve İstiklal Mahkemeleri'nin yeniden kurulması bunlardan bazılarıdır. Bu sert tedbirler içinde özellikle Takrir- i Sükûn Kanunu'na ilişkin Meclis'te yapılan tartışmalar çok önemlidir. Bu tartışmalar liberal görüşte olanlarla cumhuriyetçiler arasında bir iç hesaplaşmaya dönüşmüştür. Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Dersim Vekili Feridun Fikri Bey, Sivas Vekili Halis Turgut Bey gibi isimler bu kanuna ve İstiklal Mahkemeleri'ne karşıdırlar. Bu isimler isyancılarla masum halkın birbirinden ayrılması gerektiğini, bu kanunun özgürlükleri ortadan kaldırarak, dikta idaresine yol açacağını düşünmektedirler. Kanuna şiddetle karşı çıkan Dersim Vekili Feridun Fikri Bey kanunun özgürlükleri kısıtlayıcı olduğunu, hükümetin kanunsuz olarak tutuklama yapmaya hakkı bulunmadığını belirtmektedir. Tartışmaların alevlenmesi ve Meclis'in iki ayrı kampa bölünmesi üzerine Mustafa Kemal söz alarak kürsüye çıkar ve yeni bir dönemi başlatacak kararı açıklar; “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlatan tamamlayacaktır.”

Bu önemli bir aşamadır. Çünkü cumhuriyet özgürlüklere ve demokrasiye açılım politikası ile değil, ödünsüz, otoriter bir sertlik politikasıyla şekillenecektir. Bunun sonucu olarak Meclis'te karşı görüşte olanlar tasfiye edilerek, Meclis'in demokratik ve kozmopolit yapısı ortadan kaldırılacaktır. Bu kanuna muhalefet eden Kürt illeri vekilleri Feridun Fikri Bey, Halis Turgut Bey, Rüştü Paşa gibi isimler 1926 yılında İzmir Suikastı davasında yargılanacaklar, Halis Turgut Bey ve Rüştü Paşa asılarak idam edilecektir. Şeyh Sait davası aynı zamanda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın da sonu olmuştur. Şark İstiklal Mahkemesi bölge içindeki fırka şubelerini kapatmış, Bakanlar Kurulu kararıyla da fırka tamamen kapatılmıştır. Mustafa Kemal Nutuk'ta fırkayı ağır bir biçimde eleştirmiştir. Tüm bu şiddetli bastırmalara rağmen bölge gerilim içinde kalmaya devam etmiştir. İstiklal Mahkemesi'nin görev süresinin dolması ve sıkıyönetimin kalkması sonrası bölgede olağanüstü tedbirleri devam ettirecek bir formül bulunmuştur. Bu da olağanüstü hal valiliğinin ilham kaynağı olan bölgelerde “umumi müfettişlikler” kurulmasıdır.

İLK OLAĞANÜSTÜ VALİLER: UMUMİ MÜFETTİŞLER

Umumi müfettiş, polis, jandarma ve ordu üzerinde etkileri bulunan bir süper validir. Amaç bölgenin tamamen merkeze bağlanarak denetim altına alınmasıydı. Yerel yönetimler böylece devletin güvenilir kadrolarına teslim edilmiştir. Bu müfettişlikler Kürt isyanlarının bastırılmasına yönelik olarak çoğaltılmıştır. Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra 1. Umumi Müfettişlik, Ağrı İsyanı'ndan sonra 3. Umumi Müfettişlik, Dersim İsyanı'ndan sonra 4. Umumi Müfettişlik kurulmuştur. Ancak umumi müfettişlikler eliyle çözüm idari olup, kısa vadelidir. Asıl istenen bölgenin Türkleştirilmesi ve Kürtlerin örgütlenme araçlarının yok edilmesidir. Mustafa Kemal Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ile İçişleri Bakanı Cemil Uybadın'a raporlar hazırlatmıştır. Renda, raporunda bölgedeki gergin ve tehlikeli duruma karşı belirli yerlere Türkleri yerleştirmeyi, Kürtleri asimile etmeyi, Türkçe konuşmayı teşvik etmeyi ve aşiret reisleri yerine hükümet gücünün kullanılmasını önermektedir. Uybadın da, “Kürdistan umumi valilikle ve müstemleke usulüyle idare edilmelidir” başlıklı raporunda benzer önerilerde bulunmaktadır. Söz konusu raporları ortak bir rapora dönüştürmek üzere Mustafa Kemal'in emriyle “Şark Islahat Encümeni” kurulmuştur. Encümende Başbakan İsmet İnönü, İçişleri Bakanı Cemil Uybadın, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda ve Genelkurmay 2. Başkanı Kazım Orbay bulunmaktadır. Bu kadronun ortak özelliği Takrir-i Sükûn Kanunu ve uygulamalarını savunan ekibin içinde olmalarıdır.

Ortak rapordan çıkan plan bir Türkleştirme programıdır. Kürt kimliği düşüncesini ortadan kaldırmak için hem askerî ve idari önlemler alınarak sıkıyönetim ilan edilmiş hem de kültürel bir asimilasyon programıyla Kürtlerin Türkleştirilmesi öngörülmüştür. Bu plandan iki yıl sonra kabul edilen doğu bölgesinden batı illerine sürgüne ilişkin kanunda Diyarbakır ve Ağrı bölgesinden bin 400 kişi batı illerine sürülmüştür. 1930 yılındaki Ağrı ayaklanması da savaş uçakları kullanılarak şiddetle bastırılmıştır. Bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra Kürt sorununa ilişkin olarak iç politikada bir değişiklik olmamıştır. Ancak İran ve Irak ile diplomatik yoldan yakınlaşma sağlanarak sınırlardan geçişlerin önü alınmaya çalışılmıştır.

26 Eylül 1932, yer Bekir-Diyarı, yani Diyarbakır. Mustafa Kemal burada bu diyarın, Oğuz Türkü'nün has kaynağı olduğunu hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söylemektedir:“Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yanı aydınlatan Türk'ün yüzüdür.” Mustafa Kemal'in bu sözleri ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan cumhuriyetin Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefiyle yola çıktığını göstermektedir.


Ağrı Ayaklanma'sı bastırıldıktan sonra bölgede gerilim ve karışıklıklar devam etmiştir. Ancak devleti yönetenler bir sarmal içinde aynı teşhislere ve aynı uygulamalara yönelmektedirler. 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey 1931 yılında hazırladığı Dersim Raporunda aşiretlerin cezalandırılmasının yetersizliğinden yakınmaktadır. Soruna Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın yaklaşımı ve çözüm önerisi şöyledir: “Ana yolların inşası, silahların toplanması, reislerin, bey ve ağaların, seyyidlerin bir daha gelmemek üzere Batı Anadolu'ya gönderilmeleri, reisler alındıktan sonra da en şerir olanlarının Dersim'den uzak ovalara sevki ve öz Türk köyleri içine dağıtılmaları, Dersim'de kalacak olanları da reislerden alınacak olan araziye bağlamak teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır.” Dersim için düşünülen ıslahat ve yerleştirme planlarının ilk ürünü 1934 tarihli İskân Kanunu olacaktır. Kanunun gerekçesinde Osmanlı'nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmektedir. Bu kanunla ilgili en çarpıcı ve zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor bölümünde açıklanmıştır; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde Türk'üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez. Yalnız devletin kanunlarından yararlanan Kürtlerin her türlü koruyuculuğu ve yararlılığı görerek her Türk gibi yurdun bütün iyiliklerini, kazançlarını, verimlerini bol bol almakla beraber Türk duygusu taşımaz gibi durmak işini bu kanun kökünden kesip atmıştır.” Yine, “Devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez” cümlesi bugüne kadar süren zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasıdır.

SİSTEME DAHİL OLMANIN ŞARTI: TÜRKLÜĞÜ KABUL ETMEK

Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler ya da sonuçlarına katlanacaklardır. Kimsenin Türk benliği içinde erimek dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Bunu kabul etmeyenler yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır.

Bu kanun Kürtlere yeni bir misyon biçmektedir. Türkçe konuşup, Türk gibi yaşamak. Kanunun gerekçesinde ağalık kurumuna da bir eleştiri vardır. Dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine kaynaşmış Türk Milleti'nin içindeki normal dışılığın, aşiret reisliğinin, ağalığın, şeyhliğin tarihe karışacağı belirtilmektedir. Samsun Vekili Ruşeni Bey doğru politikanın Türkleştirme olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir; “Tabiatta her canlının bir midesi vardır. Mide mutlaka canlı şeyler yemekle yaşar, yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin midesi olduğu gibi milletlerin de midesi vardır. O da kümeleri ve insanları yiyerek yaşar.” Kanun Meclis'te görüşülürken muhalefet eden kimse yoktur. Meclis artık homojen bir niteliktedir. Bu kanun bir asimilasyon kanunudur. Kanunun 2. maddesi mıntıkaları tanımlarken 2 numaralı mıntıkayı, “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler” olarak belirler. “Türk kültürüne temsili istenilen nüfus” ibaresi açıkça asimilasyonu öngörmektedir. Arapça bir kelime olan “temsil” benzetme, bir şeyin aynısını yapma, özümleme yani asimilasyon demektir.

KOMUTANA İDAM YETKİSİ

1935 yılına gelindiğinde bölge özellikle Dersim huzursuzluk içindedir ve Kürtlerin devlete olan güveni azalmıştır. 1935 yılında İsmet İnönü'nün gezisi sonucu saptadığı gözlem ve önerilerinden oluşan “Şark Islahat Raporu” Dersim için özel bir planı öngörmektedir. Gizli olan bu plana göre silahların toplanmasından sonra valilik bir kolordu karargâhı olarak çalışacak, memurlar yerli halktan olmayacak, karargâhın asayiş, adalet, maliye, ekonomi, kültür, sağlık gibi şubeleri olacak, idam cezasına kadar her türlü infaz valilikçe yerine getirilecek, yargılama yöntemi basit, özel ve kesin olacaktır. İsmet İnönü'nün önerilerinden hareketle bu planı gerçekleştirmek üzere ilk adım olarak 25.12.1935 tarihli “Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” çıkarılmıştır. Kanunun 1. maddesi uyarınca Dersim'e vali, komutan ve 4. Umumi Müfettiş olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanmıştır. Bu komutan Kürtlerin tanıdığı bir isimdir. Koçgiri Ayaklanmasını bastıran Merkez Ordu Komutanlığı kurmay başkanı ve ayaklanmayı bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa'nın damadı. Kanunun en çok tartışılan maddeleri komutana idam cezalarını onama ve uygulama yetkisi veren 32 ve 33. maddeleridir. Ancak yapılan eleştirilere rağmen bu maddeler de kabul edilmiştir. Hukukun, vicdanın ve aklın dışında ağır bir rejim uygulanmaya başlanmıştır. Kürtler asimilasyon politikalarından, anadilini konuşanlara eziyet edilmesinden, Kürtçe gazete ve yayınların yasaklanmasından, bereketli topraklardan göçe zorlanarak yollarda telef olmaktan şikâyetçidirler.

Kürt aydınları ve halk kurşunlanmakta, asılmakta ya da sürgüne gönderilmektedir. Zaten gergin bir bekleyişte olan bölgedeki Kürtler bu uygulamalar sonucu göç yollarında can vermek yerine ayaklanmayı seçmiş, mukadder sonuç her zaman olduğu gibi kendini göstermiştir. 21 Mart 1937'de başlayan Dersim Ayaklanması yine hava bombardımanı dahil yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak en ağır şekilde bastırılmıştır.

1921-1938 ARASI KÜRTLERİ TÜRKLEŞTİRME DÖNEMİDİR

1921-1938 dönemini en iyi özetleyen ifade “Türkleştirme” olacaktır. Türkleştirme yukarıda yaşandığı belirtilen olayların ve yapılan düzenlemelerin yanında Türk Dil ve Tarih kurumlarının kuruluşu, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının başlatılması ve Soyadı Kanunu'nun kabulüyle toplumun her alanında uygulanmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Mustafa Kemal “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının başlama nedenini şu sözlerle açıklamaktadır. “Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk Milleti'ndenim diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse doğru olmaz.” Bu dönemin anlayışında kuşkusuz farklı etnik kimliklere, farklı dillere, farklı dinlere ve mezheplere yer olmamıştır. Dayatılan tek etnik kimlik Türklük ve Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkânsızdı. İşte bu nedenle homojenliği sağlamanın yolu da her türlü şiddeti kullanan ırkçı, asimilasyoncu politikalardan geçiyordu. Yukarıda belirttiğimiz tüm düzenlemeler ve uygulamalar 1921-1938 döneminin anlayış ve pratiğini ortaya koymaktadır.

Kürt istemleri gerektiğinde ezilerek, gerektiğinde milliyetçi stratejiler izlenerek yok edilmeye çalışılmıştır. Homojen kaynaşmış kitlenin temelinde millet kimliği yani Türklük yatmakta, tek mezhepli Müslümanlık bu etnik kimliği destekleyen bir unsur olmaktadır. Bu nedenle Alevilerin de Diyanet İşleri Başkanlığı'nda yerleri olmadığı gibi, vergileriyle katkıda bulundukları bu kurumdan hizmet almaları öngörülmemiştir. Cumhuriyet bu anlayış ve uygulamalarıyla toplumun çoğunluğunu baskı altına alarak mağdur etmiştir. Kürtler, Çerkesler, Aleviler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler ve devletin dini resmileştirmesi ve dinin de gelişmesine engel olması nedeniyle Sünniler. Bu dönemin anlayışı ve uygulamaları iflas etmiş olup, halen bu anlayışta ısrar edilmesi barış ve huzuru bozmakta, toplumun kendisine güvenini yok ederek gelişmeyi engellemektedir. Günümüzü ve geleceğimizi ipotek altına alan devrini çoktan tamamlamış bu anlayış ve yapılanmanın ivedilikle dışına çıkılması gerekmektedir. Bunun anlamı cumhuriyetin yeni bir anlayışla ve yeni bir yapılanmayla yeniden inşasıdır. İşte yeni bir anayasa, yeni bir toplumsal mutabakat bunun için gerekmektedir. Etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, dilsel, cinsel bütün farklılıklarımızla özgürlük ve barış içinde ve hukuk güvenliği altında yaşayabileceğimiz yeni bir yapılanmayı yani demokratik cumhuriyeti inşa etmek zorundayız.

* Emekli Askeri Hâkim-Avukat / umitkardas@gmail. com / Taraf Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder