“Her sanat eseri bir uçtan onu yaratan kişiyi ilgilendirirse de, diğer uçtan duygulandırdığı insan topluluğunu ilgilendirir.” (1).
Bu yazımızda Ağrı Dağı Direnişi (1926-1930) yıllarında ve ertesinde o bölgede gelişen -daha doğrusu devam etmekte olan- olayları, hasseten Gelîyê Zîla Katliamını (1930), işleyen Dengbêj Reso’nun (1907? – 1983) bir stranının analizini yapmaya çalışacağız. Aslında çoğu klasik Kürt stranları (türküleri) gibi bu stran da bir ağıttır, bir destandır; hem de klasik destanların 3 aşamasını (doğuş, yayılış, derlenip yazıya aktarılış) izleyerek oluşan bir destandır; nedir ki daha önce, Nasname, Kovara Bîr ve Peyama Azadi’de çıkan ve oralardan da birçok siteye yayılan yazılarımızın birinde de (bkz. “Dengbéj Geleneğinin Sonu ya da Bu Geleneğin Son Halkası: Reso”) belirttiğimiz gibi klasik destanların doğuş safhasında olağanüstü olaylar ve bu olağanüstü olayların içerisinde ortaya çıkan olağanüstü kahramanlar varken, klasik Kürt stranlarının doğuş safhalarındaki olaylar da bu olaylar içerisinde sıyrılıp temayüz eden kahramanlar da birer realitedir. Destanlar sadece bir toplumun yaşadığı kahramanlıkları işlemez; en az bunun kadar o toplumun yaşadığı acılar, felaketler, te’dip ve tenkil hareketleri, soykırımlar, kıyımlar, dramlar da destanların konularını oluşturur. Ve eğer bir olay ya da olaylar zinciri bir ulusu çok derinden sarsmışsa, olayların etkileri o ulusun iliklerine dek sinmişse, o ulusu “ulus” eden bileşenlerini çarpanlarına ayırmaya çalışmışsa, o ulusun hemen her yöresinde o olaylara ilişkin ağıtlar spontane yakılmış ve spontane reaksiyonlar olmuşsa, bu ağıtlar dilden dile ağızdan ağıza ve buna ulalı olarak kuşaktan kuşağa sözlü gelenek sirkülasyonuyla gelmişse buna destan denir; hem de doğal (tabiî) destan… Nitekim üniversitede öğrencilerimize doğal (tabiî) destanlarla yapma (sun’î) destanların ayırtısını söylerken, en belirgin yanının da bu olduğunu söylüyoruz. Dolayısıyla bu stranda yaşanmış olan olaylara yakılan ağıtlar da bir destanın parçalarıdır.
Ağıtları yakanlar, olayları bizzat yaşayanlar ya da bunlara birebir tanık olanlardır: Bunların hüzünlerinin doruk noktalara tırmanan adrenalinlerini bu ağıtlarda çok rahatlıkla görebiliyoruz. Bu yazımızda analizini yapmaya çalışacağımız stran da bir kadının, genç bir gelinin ağzından yakılmıştır. 1926 yılında başlayıp 1930’da biten -ki bunu, Ağrı Dağı Direnişi Fedai Desteleri liderlerinden biri olan Seyîdxan’ın 1932 yılında 9.000 “güvenlik” gücü tarafından kuşatılarak öldürülmesiyle sonlandıranlar da vardır (2)- Ağrı Dağı Direnişi yıllarında o yörede çok sayıda katliam olmuş, bunları işleyen çok sayıda ağıt yakılmış ve dengbêj stranları söylenmiştir. Bu stran-ağıt da onlardan biri; ancak bu ağıtları -destanların doğası gereği- “kim, ne zaman yaktı?” sorusunun kesin bir cevabını verebilme olanağımız yoktur. Stran-ağıtı yaratan ana olayın izdüşümü, yaşadıkları toplumun sesi ve soluğu olan tüm dengbêjlerde aynı biçimde yansılanmamıştır. Oluşması, tümüyle doğal destanlar gibi olmuştur. Nitekim bu stranı aldığımız ve yaşamının hemen hemen tamamı Muş’un ve Erzurum’un ilçelerinde geçen Reso’nun -ki aynı zamanda Ağrı Dağı Direnişi’ne katıldığı da söylenir- sözleriyle, aynı stranı Bazîd (Doğubayazıt) yöresinden derleyen yazar Sayın Yılmaz ÇAMLIBEL’in sözleri arasında önemli farklılıklar vardır (3).
Kürtler’in klasik dengbêj stranlarını, klasik şiirlerini iyice anlayıp değerlendirmeleri lâzım; zira Kürtler’in tarihi, kültürü, folkloru, değerleri, yaşamları, sevdaları, kederleri, acıları -sevinçleri diyemeyeceğiz; çünkü sevinçleri pek olmamıştır- hasretleri, yaşadıkları olaylar ve buna bağlı olarak tarihleri hep bu klasik stranlarda ve şiirlerde yer almıştır. Bu, sözel edebiyatıdır aynı zamanda Kürtler’in. Ve bilindiği gibi Kürtler’de yazılı değil sözel edebiyat çok gelişmiştir. Özcesi Kürtler, geçmişlerini -ki bu geçmiş, en çok da stranlarında ve şiirlerinde gizlidir- iyice bilmeli, “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz” şiarını gözardı etmemeliler. Son zamanlarda bu klasik stranları televizyon ekranlarında küçümseyen, bunlara “loo, loo, loo” deyip dudak bükerek aklınca bunları “ti”ye alan “sanatçı” kimlikli sanat ve düşünce yoksunu kimi zavallıları görüyoruz. Onlara sadece acıyoruz biz, o nedenle de bir şey söylemek istemiyoruz. Biz, “Şiir ve Stran Tahlilleri – l” de yaptığımız şu açıklamayı bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyoruz: “Yaşadığımız son yıllarda Kürt edebiyatında stran ve şiir alanında, izafi de olsa, epey ürünün piyasaya sürüldüğü ve sürülmekte olduğu görülmektedir. Her ne denli piyasaya sürülen stranlar ağırlıkla “modern tarz” diyebileceğimiz bölüme aitse de encamında bunu olumlu bir gelişme olarak addetmek gerekir. Aynı şeyi şiir için de söyleyebiliriz; ne ki Kürt edebiyatının asıl cevheri; folkloru, kültürü klasik olanlarda yatıyor. Modern tarzın stranları ve hasseten şiirleri, kaydettikleri tüm gelişmelere karşın eğer hâlâ yeterince rağbet göremiyorsa -ki biz gördüğünden kuşkuluyuz- bu durum, bizim klasik şiirlerimizin, stranlarımızın yeterince hazmedilmediğinin işaretlerini veriyordur bize.”……….“Bugünkü Kürt gençliğinin, “klasik” diyebileceğimiz şiirleri ve stranları, bunlara ilişkin anlayışı yeterince benimseyip hazmettiklerini düşünemiyoruz……………
Bu durumun çok değişik nedenleri olabilir. Biz de kendi çapımızda bunun nedenlerine epey kafa yorduk, bunu epey irdelemeye uğraştık. Ulaştığımız nedenlerden biri olarak bunların, muhteva itibariyle yeterince anlaşılamadığı gerçeğini gördük. Ve bir gerçek daha gördük: Kürt edebiyatında bugüne dek ne şiirler ne de stranlar için hiç tahlil yapılmamıştır. Önemli bir eksiklik olarak gördüğümüz bu alanın üzerine eğilmeye, bu alanda bir “ilk”i realize etmeye yelteneceğiz. Tahlilini yapmaya çalışacağımız şiirleri ve stranları hem orijinal dili olan Kürtçeyle hem de Türkçe anlamıyla vereceğiz. Ardından tahlilini Türkçe vermeye çalışacağız; meramımızı Kürtçeyle yeterince verememe endişesini ve utancını taşıyarak… Bu arada bunları Kürtçe yazmak isteyenlere şiir ve stran tahlilleri metodolojisi hakkında bir fikir de verebiliriz belki.”
Bu girizgâhtan sonra stranımıza geçebiliriz artık.
N E M Î N İ M
Ax de lo lo li lo li lo li lo li lo li lo li lo li lo li lo li lo li lo li lo
Lê lê daê rebenê welatê me Serhed e ne tu war e
Ez a gulî kurê welatê me Serhed e ne tu war e
Îro ji bo egîdê mala bavê min gulîkurê
Ne cî ye ne sitar e
Her çar rojê zivistanê mehekî sar e
Ca li sarê mala bavê min marûmê
Hey gidîno ezê îro çi bikim
Ne havîn e, ne payîz e
Pêşî zivistan e ne bihar e
De lê lê daê rebenê
Dilê min marûmê îro bûye
Pirekî devê heft newala duwanzde rêya
Min marûmê xewnekî dît xewna xwe da
Îşev gelekî di xemnê da ditirsîyam
Sibe bû, ezê bi dîyarê kordîna Qerebilaxê diketim
Mi dî bûkekî cahilê teze ji wê da tê
Kolosekî sipî di desta da
Qûndaxekî lawîn di milla da
Jêrî dahat: “biraoo…” digo digirîya.
Ez çûme pêşîyê: “xwenga min gelo çi bû?
Çi qewumî, çi çirîya?”
“Lo lo bira
Ê ku hatîye serê min gulîkurê
Bira li dinyayê ku nebe neyê serê kevir û dara
Gurê serê çîya
Xwedê belkî kula xwe bike mala Nîdayî Begê
Nîdayî Beg ji êvar da sekinîye derê Hepsa Bazîdê
Vediqetîne egîd û cindîya
Hewşa lawê Şewêş Efendî da
Cinazê egîd û xweş mêra ji êvara xwedê da
Xemilandî ye di xûnê da bi singûya
Herçî kuştin, herçî mayî girtin sirgûn kirin
Berê wan dan Anadolê, Sînopê, Zongildaxê
Daê nemayê nav girtîya
Ez nemînim nemînim nemînim nemînim nemînim nemînim
Nemînim nêmînim nemînim nemînim nemînim nemînim
Egîto ez nemînim
Ez nemînim ji egît û cindîyê mala bavê xwe ra gulîkurê
Hêsîrim, îro çendik û çend roj e mane di kesîrîyê da”
R e s o
Ö L E Y D İ M
Ah de lo lo li lo li lo……….
Ey anam, yurdumuz olan Serhed, yaşanılası bir yer değil
Örükleri kesilesi ben, yurdumuz olan Serhed, yaşanılası bir yer değil
Bugün örükleri kesilesi benim, babamgillerin yiğitleri için
Korunabilecekleri ne bir yer ne bir sığınak var
Dört günlük kışın bir ayı soğuktur
Ben zavallının, babamgillerin süvarilerine bakın
Ben ne yapayım şimdi ey ahali
Yaz da değil bugün güz de değil
Önümüz kıştır bahar değil
Zavallı annem,
Ben zavallının gönlü bugün,
Yedi dere, on iki yolağzı olmuştur
Bir rüya gördüm bu gece
Çok kederliydim, ürküyordum
Qerebilax düzüne yönelmiştim, sabahtı
Genç bir gelin gördüm karşıdan gelen
Elinde beyaz bir külah,
Kollarında bir çocuk kundağı
Aşağıdan ağlayarak geliyordu “ey kardeşim” diye
Karşısına çıktım: “Bacım ne oldu?”
Neler oldu, ne yastır bu?” dedim,
“Ey kardeşim,
Örükleri kesilesi başıma gelenler,
Taşların, ağaçların başına gelmesin dünyada
Dağ başlarındaki kurtların…
Allah kıranını Nidayi Bey’in evine soksun,
Nidayi Bey akşamdan beri Bazid Hapishanesi’nin kapısında durmuş
Yiğitleri, kahramanları ayırıyor (öldürmek üzere)
Şewêş Efendi’nin oğlunun avlusunda
Allah’ın akşamından beri o yiğitlerin cesetlerini
Süngüleyerek kanla süslüyor
Öldürdüklerini öldürdüler, kalanları da sürgüne yolladılar;
Anadolu’ya, Sinop’a, Zonguldak’a
Mahpusların arasına… Öleydim anam…
Öleydim ben, öleydim öleydim öleydim öleydim öleydim
Öleydim öleydim öleydim öleydim öleydim öleydim…
Yiğidim ben öleydim
Örükleri kesilesi ben öleydim babamgillerin o yiğitlerinin uğruna
Günlerdir onlar öyle kahrolunmuşluk içerisindeler, ben çaresizim…”
R e s o
İlkin şekil, daha sonra muhteva bakımından değerlendirmeye çalışalım şimdi bu stranı; ne ki bunu yapmadan önce genel olarak değerlendirme üzerine, özel olarak da bu stranın eleştirisini ya da analizini nasıl yapacağımıza ilişkin birkaç cümlelik bilgi verelim: Her şeyden önce bu stran da bir şiirdir; tüm ağıtların, tüm destanların birer şiir olduğu gibi. Zaten “sonradan türeme” olmayan tüm dengbêjler -ki artık onlar yoktur- , Kürt edebiyatının birer şairidirler aynı zamanda.
Şekil ve muhteva (ya da Türkçesiyle “biçim ve içerik”) bakımından değerlendirirken, şiir ya da stran analizlerinde bu iki hususun birbirlerinin “olmazsa olmaz”ları olduğunu da unutmamak gerekir. Benedetto Croce bu konuda şöyle der: “İçerik ve biçimin sanatta iyice ayırt edilmesi gerekir. Ne var ki içerik ve biçim, ayrı ayrı alınarak, sanatsal olarak nitelenemezler, çünkü salt onların ilişkisi… onların somut ve canlı birliği sanatsaldır.”(4). Klasik dengbêj stranlarında şekle özen gösterilmesi her ne kadar hiçbir zaman ihmal edilmemişse de muhteva kadar önemsenmemiştir. Şair-dengbêj, mısraların sonlarındaki ses benzeşimlerini bile çoğu kez belli bir kurala göre değil de ihtiyaç duyduğu “an”da ve “yer”de; ama muhakkak yapmıştır. Encamında bu “benzeşim”in hiç olmadığı bir tek örnek bile öyle kolay kolay gösterilemez; ama yine de muhteva, şekle hep galebe gelmiştir. Bu, belki de muhtevanın daha aktif, daha canlı, daha devrimci olması özelliğinden kaynaklanabilir; nitekim Kürt dengbêj stranlarında gerçekten de muhteva hep daha hakim olmuştur. Muhtevadaki bu “eylemsellik”, genel olarak da birçok sanat eserinde vardır. Ernst Fischer, şekil ile muhteva arasındaki diyalektik ilişkiyi irdelerken şöyle der: “Biçim dediğimiz şey sadece maddenin belirli bir kümelenişi, belirli bir düzenlenişi ve belirli bir dengeye oturuşudur. ….. Oysa öz, kimi zaman belli belirsiz, kimi zaman büyük bir devinim içinde durmadan değişir; biçimle çatışır, biçimin sınırlarını yıkar, yıktığı yeni biçimler içinde değişmiş bir öz olarak, bir süre için, yeniden dengeyi sağlamış olur. Biçim belli bir zamanda sağlanan dengenin ortaya çıkışıdır. Özün ayrılmaz özellikleri devinim ve değişimdir. Öyleyse, yaptığımız bir yalınlaştırma olsa bile, biçimi tutucu, özü ise devrimci olarak tanımlayabiliriz.” (5).
Öte yandan analizleri tarihî ve sosyolojik bir çerçevede yapmaya da özen göstereceğiz; zira okurun, günümüzden en az 60 yıl kadar önce söylenmiş -ve yüksek ihtimaldir ki o tarihten de 20 yıl kadar önce yakılmış- bu stran-destanı anlayıp tadına varabilmesi ve onu sağlıklı değerlendirebilmesi için “…eserin yazıldığı (burada “söylendiği” ND) koşullar, inançlar, dünya görüşü, sanat anlayışı ve gelenekleri hakkında bilgi sahibi olması gerekir.” (6). Böylesi stranlar için salt bununla yetinmek de olaylar ve kişiler arasındaki diyalektiği yeterince veremiyor. Bu nedenle böylesi bir stran-destanı ortaya çıkaran olayların sosyal nedenlerinin de eşelenmesi ve yargılanması gerektiği, eleştirinin sınırları içerisinde mütalaa edilmelidir (7).
Şekil Bakımından Değerlendirme
Bu bilgiler ışığında “Nemînim” stranına total olarak baktığımızda, stranın üç bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bölümlerdeki mısra sayıları büyük farklılıklar göstermektedir. Stranda bir ölçü yoktur; ama mısraların büyük çoğunluğunda kafiye kurma çabasını dengbêj elden bırakmamıştır. Reso’nun, şekli belki de en az önemsediği stranlarından biri budur. Ve yine bizce strandaki yoğun duygusal devinimdir bu “şekli tali plana atma”ya yol açan. Bunun izahını aşağılarda yapmaya çalışacağız daha sonra; ama böyle olmakla birlikte yine de dengbêj mısraların büyük çoğunluğunda ses benzeşimlerini kurabilmiştir. Bunların bir kısmında, aşağıda da göreceğimiz gibi güçlü kafiyeler oluşturmuştur. Örneğin 10 mısradan oluşan 1. bölümde asıl kafiyeler olarak seçtiği “war e / star e / sar e / bihar e” kelimeleri bunu çok net olarak göstermektedir. Bu kelimelerin seçimi, “bir kafiye ya da benzerlik olsun” diye değil, bir kuyumcunun titizliğiyle olmuş ve kullanıldığı yerle uyumlu, işlevine uygun olarak oturtulmuştur. Reso’nun kelime seçimindeki bu aşırı duyarlığı ya da çok itinalılığı, tüm stranlarında görülebilir. Diğer mısralarda “….gulî kurê / ….marûmê” dışında bir benzeşim yoktur; ancak 9. mısranın sonundaki “…payîz e” kelimesi, cılız bir şekilde “war e, star e, sar e, bihar e” kelimeleriyle kafiyelenmiştir.
Stranın 2. bölümü 25 mısradan oluşuyor. Burada da ilk bölümde olduğu gibi uzunlu kısalı mısralar olmakla birlikte dengbêj büyük çoğunluğunda ses benzeşimleri yapmıştır. 3, 4, 8, 9, 10, 12, 13, 15, 16, 19, 20, 21, 22, 25. mısralar aynı sesle bitmiştir; ne ki bu mısralardan asıl kafiye olarak kendisini hissettiren “rêya, digirîya, çirîya, çîya, cindîya, singûya, ve girtîya” kelimeleridir. Kafiye olabilecek kelimeleri seçimindeki duyarlığı burada, bu kelimelerde de gözlemlenmektedir dengbêjin. Diğerleri, “bu kafiyelere yardımcı olunsun” diye kurulmuş hissini vermektedir. 5. ve 6. mısralarda yine zayıf bir benzeşim kuran dengbej, 1, 7, 14, 17, 18 ve 24. mısralarda kurduğu ses benzeşimlerini de bir önceki gruba yardımcı olunsun hissiyle yapmış gibidir. Bu bölümde, hiçbir mısrayla bağı olmayan, diğer bir ifadeyle “nev-i şahsı”na münhasır olan mısra sayısı üçtür sadece: 2, 11 ve 23. mısralar.
Stranın 3. bölümü 5 mısradan oluşuyor ve bu kısımda herhangi bir şekil özelliği yoktur. İlk 3 mısra aynı kelimelerle bitmektedir. Bu zorunlu benzeşimin dışında kalan son iki mısranın ise 2. bölümdeki kimi mısralarla kafiyeli oldukları görülür. Esasında bu kısım, stranda bir anlamda “kavuştak” özelliği de taşımaktadır. Muhteva bakımından değerlendirirken, bunun üzerinde ayrıca durmaya çalışacağız.
Stranın dili, özgün bir Kürtçe’dir. Reso’nun çağdaşları olan Şakiro ve Husêno’nun sıkıştıkları her durumda Kürtçe sözlerinin arasına Türkçe kelimeler katma alışkanlığı, O’nda yoktur. Mısra sonlarındaki kelimeler ağırlıkla isimlerden oluşmuştur. 8, 12, 15, 16, 17, 20, 22, 33, 36, 37 ve 38. mısraların dışındakilerin tamamı isimlerle bitiyor. Sıfatlardan da bol miktarda yararlanan dengbêj, aşağıda da söyleyeceğimiz gibi bunları ironiyle kullanmaktan, paradokslardan çekinmemiştir.
Muhteva Bakımından Değerlendirme
Bu stranın yakılmasına asıl vesile olan muhtevası yönünden incelenmesine gelince, söylenilebilecek çok şey vardır. Şiir ya da stran tahlilleri yapılırken, şiiri yazan ya da stranı yapan şahsın düşünsel yapısıyla yaşadığı yer ve dönemim de göz önünde bulundurulması gerektiğini ilk yazımızda söylemiştik. Bu anlamda Reso (1907?-1983) hakkında yeniden bilgi verme, onu tanıtma yoluna gitmeyeceğiz; kendisi hakkında daha önce “Dengbêj Geleneğinin Sonu ya da Bu Geleneğin Son Halkası: Reso” ile “Reso ve Dengbêjlik ve de Roj Tv.nin Müebbet Mahkûmları” adlı yazılarımızda yeterince bilgi verdik diye düşünüyoruz. Dileyenler bu yazılarımıza internet üzerinden çok kolaylıkla ulaşabilirler. Strandaki olayların yaşandığı yıllarda O’nun delikanlılık çağında olduğu bilinir. Ağrı Dağı Direnişi’ne katıldığının söylendiğini, aynı zamanda bir destan şairi olarak da nitelenebilineceğini ve bu kulvarda son dengbêj olarak gösterilebileceğini sözlerimize ekleyelim. Reso, yaşadığı, içinden çıktığı toplumun nabzına son derece aşinadır; o nabzın nasıl attığını, dakikadaki vuruşlarını bilir ve “melâli anlamayan nesle aşina değiliz.” der gibidir. En önemlisi de bunların nasıl dile getirilebileceğini çok iyi bilir. Kendisiyle ilgili yukarıdaki yazılarımızın ilkinde de dediğimiz gibi O, “sesin ve sözün bileşiminin tanrısı” olanlardandır. Stranlarında realist öykücülere özgü bir gözlem yeteneği vardır.
Stranda bilinen kişi ve bilinen yer adlarının olması, bize strandaki olayların zamanı, yeri ve yaşanmışlığı hakkında bilgi verebilmektedir. Öncelikle bu stranı üç bileşen üzerine kurmak mümkündür. Bunlardan biri dekor, biri yakınları gözleri önünde hunharca katledilen genç bir gelinin yaşadıkları ya da tanık oldukları ve bunun da encamında içine düştüğü çaresizlik, birisi de stranın tamamına, hemen hemen her kelimesine varıncaya kadar sinen melâlî bir duygu kesafeti, son derece kesif bir hüzün kokusu… Buna, kuvvetle istenen bir “ölüm isteği”ni de eklemek mümkündür. Bu bileşenlerden ikincisini de kendi içerisinde ikiye ayırabiliriz: Bir yandan katledilenler, bir yandan da katliamdan kurtulanların, o günün koşullarında ulaşılamayacak kadar uzak ve yabancı yerlere sürgüne gönderilmeleri… Bu da melâli duygunun, kendisiyle birkaç kat çarpımı yapılarak artmasına neden olur. Bu nedenle hasseten strandaki derin hüznü yaratan atmosferin amillerini eşelemeye uğraşmak gerek. Bu durum, stranın analizinin ayakları üzerine oturtulması için salt gerekli değil, zorunludur da. Bundan ötürü en çok bu stranı “stran” yapan derin hüznü doğuran iklim üzerinde durmaya çalışacağız. Strandaki dekorun bir yanında “Hepsa Bazîdê” (Doğubayazıt Cezaevi), bir yanında da “Hewşa Lawê Şewêş Efendi” (Şewêş Efendi’nin oğlunun avlusu, bahçesi) vardır. Bunlardan ilki toplama yeri, ikincisi toplatılanlardan ayıklananların getirtilip katledildikleri yer olarak gösterilmiştir. Biz bu Bazîdli “Şewêş Efendi”’nin kim olduğunu epey araştırdık; ne de olsa Klasik Kürt stranlarının hemen hemen tamamı gibi bu da yaşanmış olaylara yakılmıştır. “Kim bilebilir bunu?” diye soruştururken, aynı zamanda bir “Reso” uzmanı ve hayranı olarak da bildiğimiz Eski Muş Milletvekillerinden “Gıyasettin EMRE bilebilir” bilgisini edindik. Ağustos 2008 yılında (bu stran üzerinde, aralıklarla 3 yıla yakındır uğraşıyoruz), ölümünden iki ay kadar önce kendisiyle bunu konuşmak üzere Muş’a gittik. Çok ağır hastaydı, konuşabilecek durumda değildi, bu nedenle de soramadan oradan dönmek zorunda kaldık. Daha sonra Ağrı Dağı Direnişi’ni anlatan “Gilîdax Bêxwedî Nîn e!” adında eseri olduğunu bildiğimiz Bazîdli (Doğubayazıt) yazar “Yılmaz ÇAMLIBEL bilebilir” dediler.. Kendisine ulaştığımız Sayın Çamlıbel bize maille şu bilgiyi verdi özet olarak: “Yukarı Bazîd’in aşağısındaki düzlükteki bahçeye eski Bazîdliler “Baxça Keşiş” diyorlar. Eskiden bu bahçe içinde bir Ermeni Kilisesi varmış. Ermeni katliamının ertesinde tüm keşişler burayı terk edip gitmişler. Buranın mülkiyeti Bazîdli eski Demokrat Parti milletvekili, eski Devlet ve Milli Eğitim Bakanı Celal YARDIMCI’nın ailesinin eline geçmiş. Şewêş Efendi de bunların dedesidir. Sonra bu bahçenin, Bazîdli otel işletmecisi Mustafa ÜNAL tarafından satın alındığını duydum.”
Öyle anlaşılıyor ki Ermeni Katliamı’ndan sonra Şewês Efendi ailesinin eline geçen ve “Baxça Keşiş” denilen bu yer, General Nidayi ÇAKIROĞULLARI tarafından -muhtemelen bahçenin konumundan dolayı- mezbahaya; ama insanların kesildiği bir mezbahaya dönüştürülmüştür.
Yer adı olarak bir de “Qerebilax” geçer. Bazîd (Doğubayazıt) ile Iğdır karayolu üzerinde, Bazid’e 20 km. kadar mesafede olan bir köydür bu; ama bu köyün strana geçmesi boşuna değildir; zira Ağrı Dağı Direnişçilerinin üzerine gönderilen askerî birliklerin merkezi buradadır. 9. Kolordu Komutanlığı, tüm takım taklavatıyla buraya konuşlanmıştır (8).
Kişi adı olarak geçen “Nîdayî Beg” (General Nidayi ÇAKIROĞULLARI) o yıllarda Ağrı yöresinde Örfi İdare (sıkıyönetim) Komutanı olduğundan, bize olayların yaşandığı zamanı bildirebilmektedir. Bu adın dışında geçen, olayların yaşandığı bölgedeki katliamlardan kurtulanların sürüldükleri yerler olarak gösterilen, dengbêjin sözleriyle “Anadolê, Sînopê, Zongildaxê”, adları da bize zaman hakkında bilgi vermektedir; ne ki bu zaman Shakespeare’in trajedilerindeki zaman gibi değildir; 24 saat içinde olup bitmiyor, bir süreklilik arzediyor ve daha geniş bir zaman dilimine yayılıyor; çünkü bu yerleşim yerleri -deyim yerindeyse- “giyotinden kurtulanlar”ın dalga dalga sürüldükleri yerlerdir; strana sinen hüznü artıran “hasret” duygusunun boyutlarını da hesaba katmak gerek. O günün iletişim yokluğu, ulaşımdaki olanaksızlıklar, sürülenlerden yıllarca haber alamama, yırtık pırtık elbiseler ve çoğu zaman çıplak ayaklarla yaya olarak günlerce, aylarca süren yolculuklar, sürgünleri ayrı bir ölüm acısı gibi “tattıracak”tır; Bu sürgün yolculuklarından birisini, Diyarbakır’dan Niğde Cezaevine kadar yaya olarak yapılan “uzun yürüyüş”ü, Hasan Hişyar Serdî, “Görüş ve Anılarım” adlı eserinde detaylı anlatır.
Biz bu stranın analizini bilimsel bir eksende ve akademik düzeyde yapmak için Nidayi Bey’i de epey araştırdık, bunu özellikle de yapmalıydık; zira bu stran-destanın oluşumunun başkahramanıdır bu zat ve Gelîyê Zîla Katliamı’ndan, Dervîş Bey’le (katliamı yöneten etkili ve yetkili bir subay) birinci derecede sorumludur (9). Stranda kendisine “Xwedê belkî kula xwe bike mala Nîdayî Begê” sözleriyle beddua edilmekte, tutukluları süngületerek öldürttüğü, cesetlerini kanla süslediği dile getirilmektedir.. Stranın tahlilini sağlıklı yapabilmek için Nidayi Bey’i biraz daha tanımamız gerekiyor. Nidayi Bey adı, o yıllarda yakılan bir çok stranda daha geçecektir. Örneğin Reso’nun yine en az 60 yıl kadar önce söylediği “Şerrê Mala Bişar û Seydo” adlı epik stranında şöyle yer alır Nidayi Bey:
“Nidayî Beg, Fewzî Paşa, Qazî Kemal nezan e,
Digo: “Baconê pêşîya çar Kurdan e”
“Heyran were rûnê li ser têl û telqrafan e
Ez ji te ra bixûnim secera Kurdane
Em ne çar Kurdin, ev cerda Seyîdxan û Elîcan e……..”
(Nidayi Bey, Fevzi Paşa, Gazi Kemal bilmezler -bizi daha tanımıyorlar- / Diyorlar ki: “Dört Kürt’ün önüne sürün -onları kuşatın, yok edin-” / Canım gel tellerin, telgrafların başına geç de / Sana Kürtler’in seceresini okuyayım: / Biz -senin o küçümsediğin- dört Kürt değiliz, bu, Seyîdxan ve Elican’ın gerilla baskınlarıdır…….).
Ağrılı Dr. Naci KUTLAY, Süleyman KUTLAY’ın kendisine anlattığı anılarını 1991’de “Bergeh”te yayımlar. Bu anılarda da Nidayi Bey’e ilişkin ilginç bir anekdot vardır: Ağrı Dağı Direnişi’nin aktif elemanlarından Şeyh Resul, 1930 yılında Bazîdli devlet yanlısı milis Cimşit KAYA’nın da aşiretiyle katıldığı aramalarda askerlerce Qojik Köyünde yakalanır. Ramazan ayıdır ve herkes oruçtur. Şeyh Resul sıkıştırılınca hangi köylere uğradığını, kimlerin kendisini barındırdığını bir bir anlatır. Hareketi yöneten subay birden durgunlaşır ve askerlerden birisinin su dolu matarasını alır, kafasına diker. Herkes şaşırır, iftar vakti olmamasına karşın komutanın orucunu bozmasına anlam veremezler. Ve subay bunun ardından, Şeyh Resul’u hemen orada kurşuna dizerek öldürür. Cimşit KAYA da şaşırmıştır bu olay karşısında. Bu yıllarda Nidayi Bey, Bazîd’te tümen komutanıdır. Zalimliği ile ünlenmiştir; her önüne gelen zanlıyı yargılamadan savaş yasalarını uygulayarak öldürür ve öldürdüklerinin kafalarını keser. Bu uygulamadan zevk aldığını tüm çevresi bilir. Ağrı Dağı Direnişi’nin doruk noktalara ulaştığı 1930 yılında Bazîd’te 300 kişinin kafasını kesip bir askerî hangara yığmıştır. Cimşit KAYA, subaya, Şeyh Resul’u sağ yakaladığı halde dağ başında niçin bu şekilde kurşuna dizerek öldürdüğünü sorar. Aldığı cevap daha da ilginçtir. Şöyle cevap verir subay: “Eğer O’nu Nidayi Paşa’ya götürseydim, Şeyh Resul bu anlattıklarını, verdiği isimleri O’na da aktaracaktı. O zaman Nidayi Paşa bunların tamamını öldürecekti. İnanıyorum ki Allah beni bağışlar, böyle yapmakla çok kişinin hayatını kurtardım, başka türlüsünü yapamazdım.” (10). İşte Nidayi Bey böyle bir “adam”dır. Sanırız stranda kadının kendisine beddua etmesinin nedeni artık daha iyi anlaşılabiliyor. Zaten stranın kendisinde de açık açık söyleniyor bu.
“Nemînim” stranında işlenen katliam Gelîyê Zîla Katliamı ve o katliamın artçılarıdır. Bu stranın Gelîyê Zîla Katliamı üzerine söylendiğini Ahmet ARAS da söyler (11). Zaten bu kadar kesif bir melalî duyguyu işlemesinin ardını eşelerken de buraya çok rahatlıkla varabiliyoruz.
1925’te Şeyh Sait liderliğinde gerçekleşen ve haklı olarak O’nun adıyla bilinen (12) Kürt Ayaklanması’nın liderleri yakalanıp idam edildikten sonra, hareketin dinsel niteliğinden –hareketin ulusal niteliğinin de varlığı ve daha baskın olduğu unutulmamalıdır- geriye bir şey kalmayacaktır. Nitekim bunun devamı niteliğinde 1926 – 1930 yılları arasında gerçekleşen ve stranın oluşumuna da kaynaklık eden Ağrı Dağı Direnişi “liderlerinin söylemleri dinî değil, katıksız milliyetçi söylemlerdir.” (13). Söylemlerin tümüyle milliyetçi söylemler olması, devlet erkinde büyük bir panik yaratır. Tüm baskı ve saldırılara rağmen devlet güçlerinin Ağrı’ya 4 yıl süreyle hakim olamaması, tümüyle imha ve katliam amaçlı saldırıların organize edilmesine vesile olur. Böylesi saldırıların neticesinde 20 Haziran – 3 Eylül 1930 tarihleri arasında, Hasan Hişyar Serdî’ye göre 22.000 askerden oluşan devlet “güvenlik” güçlerince Hesenan, Ademan, Sipkan, Zilan aşiretlerinin oturduğu 180 köyden 47.000 kadın, çocuk ve yaşlı insan toplatılarak Zilan Vadisi’nin Dêrê mıntıkasında tüfek ve mitralyözlerle taranıp öldürülür. Askerler, ellerinde süngüleriyle öldürdükleri insanların arasında gezip yaralı olanları da süngülerle aynı akıbete götürürler (14). Bu öldürmeler, özellikle 28 Temmuz 1930 yılında birkaç gün içinde gerçekleşir (15). Burada gerçekleşen katliamın dehşeti, yüzlerce böylesi stranın konusu olduğu gibi Kürtler arasında “Di Gelîyê Zîla da bi rojan xwîn dikişîya” (Zilan Vadisinde günlerce kandan dereler akıyordu) denmiş ve Gelîyê Zîla, korkunun diğer adı olmuştur adeta. Ağrı Dağı Direnişi’nin Lideri İhsan Nuri Paşa, 3 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin verdiği bilgiyi de sözlerine ekleyerek, Ağrı Dağı Direnişi’nin, Ağrı ve Van mıntıkasına gönderilen “66.000 asker ve jandarma gücü ile 100’den fazla uçak ve top kullanarak, İran ve Sovyetlerin yardımı sonucu…” kırıldığını belirtir (16).
Bu stran, böylesine bir atmosferde; topların, tüfeklerin, bombaların, feryatların, figanların, onbinlerin bir anda katledilmelerinin… yarattığı hengâmeler, ağıtlar arasında doğmuştur. Katliamlardan kurtulanlar da cezaevlerini doldurmuşlardır. Bunların da bir kısmı oradan tek tek ayıklanıp bu stranda da geçtiği gibi giyotinden geçercesine öldürüleceklerdir. Kalanlar da verilen tüm rüşvetlere rağmen, o günün koşullarında ulaşılması hemen hemen mümkün olmayan uzak yerlere sürgüne gönderilir ki stranın da dediği budur. Bu yıllarda bölgede korkunç bir rüşvet dalgasıdır gidiyor. Hele de bunları yargılayan İstiklal Mahkemesi Üyelerinin aldığı rüşvetin haddi hesabı yoktur. Her mahkeme üyesi ya da “güvenlik” elemanı, gözlerine kestirdikleri insanlara “hakkında ihbar var, şu kadar altın getir, seni (veya aileni) kurtarayım.” diyecek ve zaman içerisinde bölgede kulplu ya da kulpsuz altından eser kalmayacaktır. Necip Fazıl KISAKÜREK, o yıllar içerisinde, devletin askerî ve yargı erkinin (İstiklal Mahkemelerinin) o yöredeki rüşvet olaylarına ilişkin ilginç bilgiler verir (17). Benzeri rüşvet olaylarının Şeyh Sait Ayaklanması sırasında Diyarbakır’da da gerçekleşeceğini Zinnar Silopî’den (Kadri Cemilpaşa) öğreniyoruz (18).
Strana dönmeden önce, stranı doğuran atmosfere ilişkin birkaç cümlelik daha bilgi vermeye çalışalım. Ağrı Dağı Direnişi Fedai Desteleri elemanlarından Feyzulla ile Elîyê Feqî Silê, Karayazı civarında Çemê Reş’te askerlerle girdikleri çatışmada öldürülürler. Ardından ikisinin de kafaları kesilerek Ağrı Kolordusunun önünde Qerekilîs (Ağrı) meydanında telefon direklerinin tepelerine çakılır ve 3 gün süreyle halka “teşhir” edilir (19). Zaten bu “kafaların kesilmesi ve sağlam olarak getirilmesi; yani tanınmasını engellemeyecek şekilde sağlam getirilmesi”, oradaki ordu komutanının emriyle istenmiş olmalı ki bu husus da ayrıca stranlara geçmiştir; nitekim yine en az 60 yıl önce söylediği epik stranlarının birisinde, bir ordu komutanının ağzından şöyle der Reso:
Hûn bazdın, herin jékin
Seré Tewfîq û Feyzulla, Ebdulhemîd
Saxî ji min ra bînin
( Gidin Tewfîq, Feyzulla ve Ebdulhemît’in kafalarını kesin/ Bana sağlam olarak getirin )
Yaratılan vahşet ortamı, kelimelerle anlatılır gibi değil. Esasında da kelimeler ile yaşanılan realite arasında hiçbir zaman tam bir örtüşmeden bahsedilemez; kelimeler, gerçeğin yerini tutamaz zira. Hani şair demiş ya “Bilmezdim kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu…” diye. Gerçekten de kelimeler çok kifayetsizdir o ortamı dile getirebilmek için. Prof. Dr. Mehmet KAPLAN, şair Özdemir ASAF’ın bir şiirini tahlil ederken şöyle der:
“Kelimeler ile gerçek arasında bir uçurum vardır. Hiçbir kelime gerçeğin yerini tutamaz. Kelimeler gerçeğin uzak ve sun’î işaretlerinden ibarettir. Biz gerçeğe bizzat yaşayarak ulaşırız. Fakat onları anlatmaya kalkınca kullanıla kullanıla yıpranmış, bizim yaşantılarımıza tekabül etmeyen kelimelerle karşılaşırız.”(20).
Bu koşullar içerisinde her yeri, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir korku dalgası sarmıştır. Korku, korku ve yine korku… “Zilan Katliamı insan oğlunun yaşadığı en barbar katliamlardan biridir. Çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek ayırımı yapılmadan ele geçen herkes kurşuna dizilmiş. Bütün köyler ateşe verilmiştir. Katliam esnasında ve sonrasında tam bir can pazarı kurulmuştur.” (21). Necip Fazıl KISAKÜREK’in 17. dipnotta andığımız eserinde sözünü ettiği rüşvet olayları da bu pazarlarda gerçekleşecektir. Kimse kimseye sahip çıkamaz; sahip çıkmak bir yana, “kendisini kurtarmak” ya da “korumak” adına en yakınlarını bile ihbar etme furyaları da başlar. Ağrı Dağı Direnişi’ne sempati duyan, şu ya da bu şekilde destek veren, Direniş’in Fedai Desteleri’ne yeme – içme ya da barınma yönünden yardım eden, Direniş içerisinde şu ya da bu şekilde yer alan kişileri total olarak “avlama” operasyonları başlar: “Türk askeri muharip kürt kuvvetlerine karşi muvafakiyetsizliklerinin hincini ovadaki Kürt Köylerini tahrip ve muti Kürt ahaliyi ihtiyar ve çoluk çocuklari katletmekle almakta idiler. Türk ordusu bu hareket esnasinda agri civarında yüz otuz, ve zilan civarinda iki yüz köy yakmişlar vü on binden ziyade masum ahaliyi katlatmişlerdi.” (Türk askeri, savaşçı Kürt kuvvetlerine karşı başarısızlıklarının hıncını, ovadaki Kürt köylerini yıkmak ve oralarda oturan halkı; ihtiyarları ve çoluk çocukları katletmekle almaktaydılar. Türk ordusu bu hareket sırasında Ağrı civarında 130 ve Zilan civarında 200 köy yakmış ve 10.000’den fazla masum halkı katletmişti) (22).
Stranın birinci bölümündeki 10 mısrayı da bu koşulları ifade edebilmek adına söylemiştir dengbêj. İlk mısra olan “Ax de li lo li lo…” erkeklere bir sesleniş ünlemidir ve acılı bir feryattır aynı zamanda “……Welatê me Serhed e ne tu war e”. Bu “war” kelimesi, Kürtçe’nin zengin anlamlı kelimelerinden biridir. İstanbul Kürt Enstitüsü’nün hazırladığı “Ferhenga Kurdî”de buna 19 karşılık gösterilmiştir nitekim. Bunlar daha da artırılabilir; ama asla azaltılamaz. “Ev, bark, yurt, memleket, ocak, mekân, yuva, yayla, sığınma, korunma yeri, kaynak, sığınılacak yer…” anlamları ilk etapta sıralanabilecek anlamlardır. Bunu, “sığınma, korunma yeri” anlamıyla bir “ana kucağı” olarak düşünmek de mümkündür aynı zamanda. Ve Serhed memleketi bu vasıflarını, hasseten “sığınılacak yer” vasfını yitirmiştir ağıtı yakan kadının gözünde; artık O’nun babasıgilllerin yiğitlerini koruyamıyor, saklayamıyor düşmanın topundan, tüfeğinden, süngüsünden, bombardımanından… Yaşanılası bir yer değildir o halde. Bir sitem de vardır burada belli belirsiz Serhed memleketine: Madem ki yurttur, ocaktır, mekândır, sığınma yeridir; o halde onları korumalıdır da her türlü saldırıdan; ne ki Serhed memleketi artık onlara sahip çıkamamakta; onların kafalarını koparmak, onları süngülerle delik deşik etmek üzere uzanan ellerden, dört bir yandan gelen toplardan, bombalardan koruyamamaktadır. Aynı zamanda kendileri için bir ana kucağı olan Serhed memleketinin ne dağı, ne taşı ne de ağaç kovukları onları barındıramamakta, onlar için artık sığınılabilecek bir yer olamamakta, anneliğin gereklerini yerine getirememektedir; çünkü annenin kendisi tümüyle işgal altında, dağ taş askerden taşmaktadır. Öyle ise bu bir paradokstur aynı zamanda. Yine Reso’nun bu olayları işlediği başka bir stranında “Esker nemaye di wilayetê Romê da / Temam hilkişîyane ser berxê mala bavê min / Seet di dudu yû nîvê şevê da” (Türk vilayetlerinde asker kalmadı / Tümü babamgillerin yiğitlerinin başına üşüştüler / Saat gecenin iki buçuğunda…” dediği gibi… Özcesi “war”, “war”lığını yapamamaktadır artık.
Kürt kültüründe kadınların saç örüklerini kesmeleri, çok büyük bir olaydır. O nedenle örükler ancak çok büyük acılarda kesilebilir ya da böylesi bir olayın işareti olarak algılanır. Bu, aynı zamanda folklorik bir unsurdur. Dengbêj, ağıtı yaktırdığı kadının ağzından 3. mısrada bunu söylerken, neden olarak da ailesinin yiğitlerinin ne kadar güç durumda olduklarını; dağların, taşların onları barındıramadığını, nasıl bir vahşilikle karşı karşıya olduklarını göstermeye çalışıyor. Ve ardından kendi çaresizliğini… Çaresizliğini bile ifade etmekten ne kadar aciz olduğu duygusu da mısraların arasında bağırır bir durumda sanki; çünkü Serhed memleketinin o acımasız kışı da gelip kapıya dayanmıştır o acımasız kuşatmanın tuzu biberi olurcasına; kendilerini karşılayacak mevsim bahar, yaz ya da güz de değil, kıştır; tüm haşmetiyle, azametiyle, metreyi aşan karıyla, fırtınasıyla, boranıyla kıştır mevsim. Kendilerini dört yandan kuşatan, nefes bile aldırtmayan; kardeşi, kellesini kurtarmak için kardeşin muhbiri yapan düşmanın o acımasız kuşatması yetmiyormuş gibi bir de bunun tuzu biberi olan dehşetli kış… Tüm bunların yarattığı çaresizliği kelimelere sığdırmaktan aciz “acıların kadını” genç bir gelin… İlk bölümde işlenen duygu budur. Yukarıda Mehmet KAPLAN’dan yaptığımız alıntıda da belirtildiği gibi kelimelerle gerçek durum arasında hiçbir zaman bir örtüşmeden söz edilemez. Bu acı gerçek, ancak yaşanılarak kavranılabilir, bayat kelimelerle değil.
Bu çaresizliğin altı hasseten ikinci bölümde çiziliyor. Şöyle de denebilir: Çaresizliğin dile getirilmeye çalışılmasının doruk noktaları ikinci bölümde karşımıza çıkıyor asıl. Deyim yerindeyse hüznün adrenalinini bu bölümde görüyoruz.
Klasik Kürt hikâyelerinde, zor durumda bulunan hikâye kahramanlarının önüne genellikle 3 yol çıkar. Ve bu yollardan salt biri kahramanı kurtuluşa götürecektir, diğer iki yolun ucunda korkunç ölümler vardır; ama yine de burada kahramanın % 33 gibi bir kurtuluş yoluna girme şansı var ki bu bile kahramanı çok güç durumda bırakır. Oysa bu stranda, -hîkâye olmayan, tümüyle realite olan bu stranda- yol sayısı dört kat artarak 12’ye çıktığı gibi bunun yanına 7 ayrı çıkmaz babında 7 derenin başlangıç noktaları da eklenecektir: “Dilê min marûmê îro bûye / Pirekî devê heft newala duwanzde rêya.” Kelimenin tam anlamıyla içine düşülen bir “çıkmaz” ancak bu kadar dile getirilebilir. Bu ifadeler, içine düşülen “çıkmaz”ın çapının büyüklüğünü aktarıyor. Ve bu “çıkmaz”, aynı zamanda tarifi gayri kabil olan strandaki çaresizliğin de ilk işaretlerini kuvvetle veriyordur bize: “Çaresizliğin sessiz çığlığı” budur ve bunun daha ötesi yoktur, olamaz da bizce: “Zilan Katliamı insan oğlunun yaşadığı en barbar katliamlardan biridir.” zira. Yaşadığı ya da tanık olduğu olaylar, olacak gibi değildir; çünkü hiçbir insanın yapamayacağı barbarlıklar yapılmış, yaşayamayacağı olaylar yaşanmıştır. Bunlar, gerçek yaşamda olur gibi değildir; bir rüyadır olsa olsa olanlar. Bu nedenle Dengbêj burada, gördüklerinin ya da yaşadıklarının bir rüya olduğunu söyler, söyletir ve gördüğü bir rüyayı anlatır gibi anlatıyor olanları artık. 9. Kolordunun konuşlandığı Qerebilax tepelerindedir “rüya”sında. Genç bir gelin Qerebilax’tan çıkmış geliyor kendisine taraf. Bizim, 2. bölümün 8. ve 9. mısralarından çıkardığımız kadarıyla bu genç gelinin kollarında, katliamdan kurtarmayı başardığı hâlâ kundakta olan bir erkek çocuğu vardır; ne ki buna sevinememektedir; çünkü bir yandan da “ah kardeşim!…” diye diye ağlamaktadır. Öylesine bir korku yaşamıştır ki kadın, bu korku “rüya” diye anlattığında yani “rüya”sında bile yakasını bırakmayacaktır. Ağlayarak gelen kadının karşısına çıkan ve “ne oldu, neler oluyor, bu ne yastır sen içindesin bacım?” diye soran dengbêje kadının verdiği cevaplar, stranın asıl omurgasını oluşturacaktır: “Örükleri kesilesi başıma gelenler, taşların, ağaçların hatta dağ başındaki kurtların bile başına gelmesin.” Bu ifade tarzı da Kürt kültüründe çok yaygındır ve bu da folklorik bir unsurudur Kürt kültürünün. Dağ başındaki kurtlara kimsenin acıdığı yoktur aslında; ama burada yaşanılanlar öylesine korkunç şeylerdir ki dağ başındaki kurtların, düşmanın bile başına gelmesi istenmez; hatta hatta “taş” gibi cansız varlıkların bile… Neler mi olmuş? Anlatıyor genç kadın: Nidayi Bey akşamdan beri Bazîd Hapishanesi’nin önünde durmuş, tutukluları tek tek ayıklayıp dışarı çıkarmakta, oradan Şewêş Efendi’nin avlusuna götürmekte ve orada çok acımasızca, vahşice infaz etmektedir. Bu infazın dile getirilmesinde “menfi” denebilecek bir ironi de vardır; çünkü süngülenen cesetlerin kanla süslenmesi (Cinazê egîd û xweş mêra ji êvara xwedê da / Xemilandî ye di xûnê da bi singûya) böyle bir ifadenin tezahürü olabilir diye düşünüyoruz: ”İroni, iç derinliğinin üzücü yolunda, kendisine uygun gelen bir dünya arar ve bulamaz….. İroni, son sınırına varan öznelliğin kendi kendini yokederek sürdürmesi, Tanrısız bir dünyada olanaklı olan en yüksek özgürlüktür.” (23). Burada dengbêj, stranı yaktırdığı genç kadının yüreğindeki acının derinliklerine de yolculuk yapma ihtiyacını hisseder adeta. Belki ironi biraz da bu nedenden beslenir: “Her şiirin bu en özlü inanç bilgisini yaşama karşı beklenen bir koşul olarak tutma gerekliliği, yazarın içinde, ne kadar acı verici ve derin kök salarsa, onu o ölçüde acı verici ve derin olarak kavraması onun yalnız beklenen bir koşul olduğunu, derin ve acı verici bir gerçeklik olmadığını anlaması gerekir….. Evet ironi, her iki yönden de iki katlı olur. O, yalnız bu savaşımın derin umutsuzluğunu değil, ondan vazgeçişin daha derin olan umutsuzluğunu da kavrar.” (24).
Nidayi Bey’e yapılan beddua (Allah, kıranını Nidayi Bey’in evine soksun, yok etsin) ve bu bedduaya sebep olarak gösterilen olaylar, salt bu bölümün değil, aynı zamanda stranın da baskın olan duygusudur; çünkü Nidayi Bey, öldürmekle yetinmemiş; öldürmediklerini de o günün koşullarında ulaşılması mümkün olmayan uzak diyarlara; “Anadolê, Sînopê, Zongildaxê” diye sıralanan yerlere sürmüştür. Geride kalanlar, acılarında bile yalnız kalacaklar, bu kez de sürgüne gönderilenlerin, gönderildikleri yerlere sağ olarak varıp varmadıkları, vardılarsa sağ olup olmadıkları endişeleri başlayacaktır; sürgünler çok ilkel koşullarda gerçekleşecek ve bu sürgünler sırasında yollarda çok kişinin dayanamayıp öldükleri, en az bir o kadarının da yollarda öldürüldükleri bir sır değildir. Bunları bilememe, ayrı bir çaresizlik, ayrı bir acı, ayrı bir çıkmaz yaratacaktır geride kalanlarda. Bu da en az, yapılmış olan katliam kadar koyacaktır insanlara. Sonra gidenlerin ardından onlara duyulan; seslerine, soluklarına, varlıklarına duyulan ihtiyaç, duyulan hasret… Kelimelerin kifayetsizliği burada da karşımıza çıkacaktır.
Kısacık olan son bölümde, kelimelerle ifade edilemeyecek bir çaresizliğin çığlığı peşpeşe sıralanmıştır “öleydim” diye. Bir insan niçin bu denli ısrarla ve bu denli içten, bu denli kuvvetle “öleydim…” deyip durur; çünkü bu stran, kelimenin tam ve tüm anlamıyla bir “çaresizliğin çığlığı”dır. Dengbêjin, stranı söylettiği genç kadın, ailesinin tutuklanan, öldürülen, sürgünlere yollanan yiğitlerinden habersizdir ve genç kadın, onların uğruna ölme isteğini dile getirir. “Korkunç” kelimesinin bile yansıtmakta yetersiz kalacağı dehşet bir atmosfer sözkonusudur. Kürt kültüründe “Dê weledê xwe ji ber pêsîra xwe davê”(Ana, çocuğunu kucağından atar) diye ifade edilen bir deyim vardır. Yaratılan atmosfer tam da bu deyime uygun düşer. Reso, Ağrı Dağı Direnişi içerisinde yer alan Fedai Destelerinden birinin kavgalarını işlediği“Şerrê Seyîdxan û Sidîqê Hecî Mistefa Begê” adlı epik stranında bu deyimi bir daha kullanır:
“Bira li meydana bavê Sulhedîn ku nebe eza pepûkê /
Daîm dê dergûşê ber pêsîrê xwe davêje”.
“Bavê Sulhedîn”, Seyîdxan’ın kendisidir. O, savaş meydanına girdiğinde, öylesine korkunç hengâmeler yaratır ki analar oradan bir an önce kaçıp kurtulmak için, kendilerine yük olmasın diye, kucaklarındaki çocuklarını bile atarlar; çocuklarına bile sahip çıkamazlar. Her ne kadar deyimse de Zilan Katliamında gerçekleşmiştir bu deyim:
“Nuri’ye Heso’nun eşi Emine, iki çocuğu ve yedi-sekiz yakınıyla katliamdan kaçıyorlardı. Hasan Abdal yakınlarındaki, İna Pışika adlı mağaraya sığınmak için Hasan Abdal çayının kenarından yürüyorlardı. Çocukların ağlamalarının kendilerini ele vereceğinden korkan beraberindekiler Emine’ye: ‘Ya çocukları çaya at, ya da biz öldüreceğiz’ derler. Kadıncağız çaresizlik içinde iki yavrusunu da çaya atar. Mağaraya gidip, orada gizlenirler.” (25).
Bu bölüme hakimiyet kuran “ölüm” temidir. Reso’nun bu strana ilişkin duygu dolu sesinden stranı dinlerken, “nemînim” kelimesinin kuvvetle tekrarlanması (son bölümde 14 kez tekrarlanmıştır) dikkatimizi çok çekti. Ölümü yaşamaya yeğlemenin psikolojik amilleri üzerinde düşünmek gerek. Niçin ısrarla böyle söyletiyor genç kadına dengbêj? “Ölüm” duygusu “hayat” duygusuna hangi durumlarda galebe çalar? Dengbêj, bu paradoksa niçin başvurmuş olabilir? Yukarıda da gördük, Serhed memleketinin “war” olamaması, Ağrı yöresindeki katliamlarıyla çok sayıda strana ya da ağıda adını geçirten General Nidayi Paşa’nın, katlettiklerinin cenazelerini süngületerek kanla “süsleme”si paradoksları da vardı ayrıca. İnsanların dirençlerinin kırılması, salt fiziksel baskılarla, işkencelerle olmaz; acıyla da olabilir. Burada “ölüm”ün “kalım”a yeğlenmesinin ya da “ölüm”ün böylesine kuvvetle istenmesinin nedeni olarak, çekilen acılara karşı direncin tükenmesini; tükenme noktasına, artık “dayanamama” merhalesine varmasını göstermek mümkündür diye düşünüyoruz. Strandaki kadın, kendi yaşadıklarını, dağ başındaki kurtların, ağaçların, taşların bile yaşamasını istemez. Çektiği acıların o dayanılmaz ağırlığına ancak kendisi dayanabilmiştir o güne dek; ne ki kendisinin de artık direnci tükenmiş, direncin kırılma noktası aşılmış, bunun encamında “ölüm”ü “kalım”a yeğlemekten başka çaresi kalmamıştır; acıları bundan sonra “ölüm” perdeleyecektir, “ölüm” unutturacaktır ancak.
Öylesine netameli bir atmosfer vücûda getirilmiş ki bu netameli atmosfer içerisinde kimse kimseyi soramaz, tutuklanan yakınlarının encamını öğrenmeye kalkışamaz. Dedik ya “Dê weledê xwe davêje.” diye. Tevfik Fikret’in tabiriyle “bir devr-i şeamet”tir. Her tarafı karanlık bir sis kaplamış gibidir. Baba evladının ya da evlat babasının akıbetini araştıramaz bile; yoksa araştıranın akıbeti de araştırılan kişinin akıbetinden farklı olmayacaktır. Ağrı Dağı Direnişi’nin ertesinde, bu Direniş’te olduğu gibi yine “milliyetçi söylemlerle” ortaya çıkan ve yine bu nedenle tıpkı bu Direniş’teki vahşetle üzerine gidilen Dersim Direnişi sırasında da öldürülen babaları için ağlama “gafletinde” bulunan iki ortaokul öğrencisiyle karşılaşıyoruz. Şöyle yazıyor Necip Fazıl KISAKÜREK:
“Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk… Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlamaya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor: “Sizi de onun yanına götüreceğiz!” Çocuklar odadan sürükletilerek çıkarılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.” (26).
İnsanlar korkuyla eşleşerek yatıp kalkıyorlar. Bu korku, öyle sıradan bir korku değildir. Kardeşi kardeşten kuşkulandıracak boyutlardadır. Bu korkuyu yaratan, gerçekleştirilen vahşetin varmış olduğu boyutlardır:
“Yöredeki olaylara tanık olan pek çok kişinin anlatımına göre de, Ağrı Tümen Komutanlığının çevresindeki tel örgü kazıklarına yirmiye yakın direnişçinin kellesinin çakılarak günlerce teşhir edilmiştir.” (27).
Vahşetin boyutlarını o günkü Türk basınından da izlemek mümkündür ve bu vahşet, “gururla” dile getirilmektedir. Örneğin: “16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi ‘İmha Edilenler’ ara başlığı ile şu haberi vermektedir:: ‘Ağrı eteklerinde eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılarak ahalisi Erciş’e sevk ve orada iskan olunmuştur. Zilan harekatında imha edilen eşkıya miktarı 15.000’den fazladır. Yalnız bir müfreze önünde düşüp ölenler 1.000 kişi olarak tahmin ediliyor….. Buradaki harp pek müthiş tarzda cereyan etmiş, Zilan Deresi lepalep cesetle dolmuştur…’ Bu sayının içinde çok az sayıda direnişçi vardır.” (28). Cumhuriyet Gazetesi’nin burada “…lepalep cesetle dolmuştur.” dediği, “… tıka basa cesetle dolmuştur.” demektir.
Ağrı Dağı’na Kürt bayrağının çekilmesiyle başlayan, Chris Kutschera’nın “Ve küçük Ağrı Kürt Cumhuriyeti doğuyor.”(29) diye adlandırdığı Ağrı Dağı Direnişi, ardında vahşetle gerçekleştirilen onbinlerce ceset ve bu vahşeti işleyen yüzlerce stran bırakarak tarihteki yerini alacaktır. “Nemînim” stranı, bunlardan sadece biridir.
“Çaresizliğin sessiz çığlığı” olan “Nemînim” stranını ortaya çıkaran sosyolojik ve tarihî atmosfer budur. Bu atmosfer içerisinde strandaki kadının ailesinin yiğitlerinden ölenler zaten ölmüştür, kalanlar da günlerdir gözaltındalar, sürgün yollarındalar, eziyet ve sıkıntı içerisindedirler. 1927 yılında çıkarılan bir yasayla, Diyarbakır ve Ağrı yöresinden Batı illerine sürülen 1400 kişilik listeyi -ki daha önce de çok sayıda sürgün vardır- 1932 yılında çıkarılan İskân Kanunu ile çok daha büyük sürgün dalgaları izleyecektir (30). Sürgünlerden haber alınamamaktadır. Onların akıbeti araştırılamıyor, soruşturulamıyor. Zaten “arayıp soruşturmaya kalkanlar” da anında “araştırılıp soruşturulanlar” kategorisinde yerlerini alacaklardır. “Şikâyet merciî” diye bir mekanizma yoktur. Hem kim, kime şikâyet edilecektir. Yukarıda da dediğimiz gibi “bir devr-i şeamet”tir. Haber alamamanın, yani hâlâ yaşayıp yaşayamadıklarını bilememenin yarattığı ruhî sıkıntıyı, ezginliği, bezginliği, işkenceyi kelimelere dökebilmenin zorlukları, daha doğrusu olanaksızlıkları ayrı bir bunalımdır. Kadının hüznünü, endişelerini, acılarını doruk noktalara tırmandıran da budur, bunun dayattığı “çaresizlik”tir. Belki de “ölüm”ü daha “munis” gösteren, onu “kalım”a yeğleten amili asıl burada aramak gerekir. Stranın son mısrasında geçen “hêsîrim” (tutsağım ben) ve “kesîrî” (sıkıntı, eziyet, baskı, usanç…) kelimeleri, bu çığlığın özetidir. Buradaki kadının tutsaklığı, gerçek değil mecaz anlamlıdır. “Eli kolu bağlı olma, bir şey yapamama, bir yere gidememe, arayıp soramama, kendi kendini yeme, harap etme, tüketme, tükenme, sıkıntı.…” anlamlarındadır. Tek kelimeyle söylersek, “çaresizlik”tir bu, “çaresizliğin sessiz çığlığı”dır.
nedimdit@hotmail.com
Dipnotlar:
1 : J.C. CARLAUI – J.C. FILLOX, EDEBİ ELEŞTİRİ (Çeviren: Ayşe Hümeyra ÇAKMAKLI), Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 47
2 : Osman Sebrî, ÇAR LEHENG, Aktaran: Rohat ALAKOM, HOYBUN ÖRGÜTÜ, Avesta Yayınları,
İstanbul 1998, s. 96
3 : Yılmaz ÇAMLIBEL, GİLÎDAX BÊXWEDÎ NÎN E!, Weşanên DENG, İstanbul 2005, s. 209
4 : Benedetto Croce, BREVİARİO, 1963, s. 40 / Aktaran: Bedrettin CÖMERT, ELEŞTİRİYE BEŞ KALA,
Ayko Yayınları, İstanbul 1981, s. 219
5 : Ernst Fischer, SANATIN GEREKLİLİĞİ (Çeviren: Cevat ÇAPAN), e Yayınları, İstanbul 1980, s. 135 – 136
6 : Berna MORAN, EDEBİYAT KURAMLARI ve ELEŞTİRİ, Cem Yayınevi, 3. basım, İstanbul 1978, s. 68
7 : Berna MORAN, a.g.e., s. 78
8 : Yılmaz ÇAMLIBEL, a.g.e. s. 121
9 : Ahmet ARAS, SERHİLDANA SEYÎDAN û BERAZAN, Weşanên Pêrî, Stenbol 2009, s. 114
10 : Dr. Naci KUTLAY, BERGEH, Stockholm 1991, sayı : 8, Aktaran: M. KALMAN, AĞRI DİRENİŞİ, Pêrî
Yayınları, 1. basım, İstanbul 1997, s. 106 – 107
11 : Ahmet ARAS, a.g.e., s. 114 – 117
12 : Robert Olson, KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN KAYNAKLARI VE ŞEYH SAİD İSYANI (Çeviren: Bülent
PEKER – Nevzat KIRAÇ), Özge Yayınları, Ankara 1992, s. 79
13 : Martin van Bruinessen, AĞA, ŞEYH, DEVLET (Çeviren: Banu YALKUT), İletişim Yayınları, 3. basım,
İstanbul 2004, s. 442
14 : Hasan Hîşyar Serdî, GÖRÜŞ ve ANILARIM (Çeviren: Hasan CUNİ), Med Yayınları, İstanbul 1994, s. 362
15 : Yılmaz ÇAMLIBEL, a.g.e. s. 184
16 : İhsan Nuri Paşa, AĞRI DAĞI İSYANI, Med Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1992, s. 111
17 : Necip Fazıl KISAKÜREK, SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI, Büyük Doğu Yayınları, 24. basım, İstanbul
2005, s. 67
18 : Zinnar Silopî, DOZA KÜRDÜSTAN, Stewr basim-evi, Beyrut 1969, s. 103
19 : Ahmet ARAS, a.g.e., s. 131 – 132
20 : Mehmet KAPLAN, ŞİİR TAHLİLLERİ 2, Dergâh Yayınları, 4. basım, İstanbul 1988, s. 299
21 : Kemal SÜPHANDAĞ, AĞRI DİRENİŞİ ve HAYDARANLILAR, Fırat Yayınları, İstanbul 2001, s. 230
22 : Zinnar Silopî, a.g.e., s. 122
23 : Georg LUKACS, ROMAN KURAMI, Say Kitap Pazarlama, İstanbul 1985, s. 91
24 : George LUKACS, a.g.e., s. 83
25 : Kemal SÜPHANDAĞ, a.g.e., s. 228
26 : Necip Fazıl KISAKÜREK, a.g.e., 168
27 : Kemal SÜPHANDAĞ, a.g.e., s. 254
28 : Aktaran: Kemal SÜPHANDAĞ, a.g.e., s. 223
29 : Chris Kutschera, KÜRT ULUSAL HAREKETİ, Avesta Yayınları, 1. basım, İstanbul 2001, s. 117 – 125
30: Uğur MUMCU, KÜRT DOSYASI, Tekin Yayınevi, 1. basım, İstanbul 1993, s. 81 – 82
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder