Bu yazı 26 Nisan 2017 tarihinde Özgür Politika Gazetesinde yayınlanmıştır.
Kürt sorunu ekseninde yapılan tartışmalarda ‘olumsuz’ figür üzerinden geçmişin güncel ile olan bağı bağlamında, sanki Geçici Köy Koruculuğu (1985) yapılanması (ki sanırım son zamanlarda tanım değişti; ‘güvenlik korucuları’ tanımı kullanılıyor artık) veyahut ‘sistemci Kürt’ cenahı Hamidiye Alayları (1892) adlı Osmanlı teşekkülü askeri yapının devamıymış gibi bir algı yaratılıyor.
Bu algının sahipleri bu değerlendirmeyi yaparken somut ve arşivsel herhangi bir veriye de ihtiyaç duymuyor. Dahası doksan küsur yıllık süreç içerisinde yirmiye yakın Kürt direnişinin vuku bulduğu, birden fazla politik-kültürel örgütün kurulduğu, bu direniş ve örgütlerin banilerinin büyük çoğunluğunun Hamidiye Alayları kadrosu ya da taraftarı olduğu gerçeğini ya bilmiyorlar ya da bilmezlikten geliyorlar.
Tam da bu noktada, ille de koruculuk sistemini ya da ‘sistemci Kürt cenahı’nın tarihsel menşeini bir yere bağlamak gerekiyorsa, 1921-1938 arası Kemalizm’in Kürdistan’daki tasfiye hareketine karşı organize olan direnişler sırasında devletin yanında yer alan, devlete rehberlik eden, devlet için savaşan ‘milisler’e bağlanabilir. Devletin ‘çatıştırma’ esaslı politikasının ürünü olan Hamidiye Alayları, milis teşkilatı ve köy koruculuğunun benzer taraftarlarının olmasına karşılık taşıdıkları karakter, hasıl oldukları süreç ve teşekkül eden erkin amacı birbirinden farklıdır.
1892 Nizamnamesi
Neo-İslamcı bir vizyonla kokuşmuş imparatorluğu idare eden II. Abdülhamit’in Kürt şeyhlerinin ekonomik hinterlandını sınırlamak ve politik güçlerini kırmak (elbette yükselen politik Ermeni hareketine karşı Kürt sopası, Kafkasya’dan yaklaşan emperyal Rus tehlikesine karşı örgütlü askeri güç bulundurma zarureti, vergi vermeyen, askere gitmeyen ‘ipe sapa gelmez’ aşiret Kürtlerinin potansiyelinden azami derecede yararlanma hinliği diğer amaçlardı) için başvurduğu kesim, aşiret beyleri oldu. Nicedir mirlik dönemi nostaljisini yaşayan bu mikro-iktidar sahipleri, 1892’de Nizamnamesi açıklanan projeye birer birer başvurdular.
Cibran Hesenan, Heyderan Sipkankan, Ademan, Zirkan, Şemsikan, Redkan, Zilan, Milan, Badikan, başvuran ilk aşiretler oldu. Hoytilerin reisi Musa Bey Medine’de sürgünde, Pencinarilerin lideri Bişarê Çeto firarda oldukları için bu nizama başvuramadı. Elbette birçok irili ufaklı Alevi ve Êzîdî Kürt aşireti, başvurdukları halde bu sisteme dahil olamadı. Onlarca alay şeklinde örgütlenen bu askeri birlikler, 1890’lardan başlayarak bölgedeki Ermeni nüfusun topraksızlaştırılması, göçertirilmesi, Ermeni ulusal bilincinin yayılmasının önlenmesi için hunharca çalıştı. Her ne kadar Yıldız Sarayı’nın bilgisi ve direktifleri doğrultusunda hareket etseler de, kendi gündemlerine daha fazla önem verdiler. Dediğimiz gibi mirlik hülyası içindeki bu aşiretler, ellerinden geldiğince hinterlantlarını genişletmeye çalıştı. Ermeni köylerini (bazen de Nesturi, Süryani, Keldani, Alevi ve Êzîdî köylerini) birer birer zaptettiler, mallarına alanen el koydular, direnenleri gözlerini kırpmadan katlettiler.
Aşiretler arası çatışmalar
1905 yılına gelindiğinde özellikle Van-Bitlis-Ağrı üçgenindeki Ermeniler neredeyse yok edilmişti. Bu tarihten sonra Hamidiye patentli bu aşiretler, artık doğal sınırlarına, yani birbirlerinin köylerine dayanınca kendi aralarında çatışmaya başladılar. Bu bağlamda Sipkan-Heyderan-Hesenan çatışmaları meşhurdur. Kaldı ki bu büyük aşiretleri oluşturan küçük kabileler de kendi aralarında iktidar ve toprak kavgasına tutuşmuşlardı. Nitekim Hasananların deyim yerindeyse aristokrat tabakasını oluşturan ‘Mala Emer’ ile ‘Mala Şewêş’, Ermenilere ait ‘Kejık’ adlı otlak alanı için birbirlerinin kökünü kazıdı; yine Cibranlı Halit Bey ile kardeşi Topal Selim, Varto’daki Alevi Kürtlerden gasp ettikleri ‘Çavreş’ mıntıkası için birbirlerinden onlarca adamı öldürdü. Aynı ‘ganimet’ paylaşımı savaşı, Haydaran ve Sipkan aşiretlerini oluşturan kabileler arasında da mevcuttu. Kürdistan’ın neredeyse tamamen Sünni-Kürtleşmesi, Abdülhamid’in işine de geliyordu. ‘Baba’ olarak çağırdıkları Abdülhamid’in Ermeni politik hareketinin ve diğer muhaliflerin canına okuması da bölgedeki Jön-Türk sempatizanı vali-mutasarrıf ve kaymakamlardan zerre kadar korkmayan bu aşiret beylerinin işine geliyordu.
Ağırlıklı olarak Serhat’ın aşiret Kürtlerinde durum bu iken, Botan ve Garzan’da Kürtler isyan halindeydi. Sason mıntıkasındaki Pencinari aşireti ile Mala Eliyê Unis (Qewmê Çiyê) nicedir Osmanlı’ya başkaldırmıştı. 1890’lardan 1905’e kadar Osmanlı ordusu, Sason dağlarında yüzlerce askeri operasyonlar düzenledi. Yine de Pencinari ve kendileriyle işbirliği içinde olan Mala Eliyê Unis, Osmanlı yönetimini tanımaya, asker ve vergi vermeye yanaşmadı. 1905’te sıklaşan askeri operasyonlar sırasında Siirt kumandanı Musa Kazım Efendi öldürüldü. Bu kayıp, Abdülhamit’i çılgına çevirdi. Kadim bir yöntem tekrar devreye sokuldu: Sason Kürtlerine karşı savaşmayı reddeden Hamidiye Alayları’na karşılık Pencinariler ile kan davalı olan Alikan aşireti devlet tarafından silahlandırılarak Sason dağlarına sürüldü. (Fazla değil, 10 yıl öncesinde de Bitlis Valisi Alikanlara karşı o zamanlar kendisiyle ilişkileri son derece iyi olan Pencinarileri silahlandırarak görevlendirilmişti.) Sonuç korkunç oldu. Abisi Bişar kadar politik olmayan Cemil, neredeyse bütün Sason köylerini yakıp yıktı. Sason köylüleri, Bitlis vilayetinin muhtelif şehir ve kasabalarında aylarca sokaklarda yaşam sürdürmek zorunda kaldı.
Ermenileri imha görevi
Muş Ovası’nda ise işler bambaşka bir merhale ve renkteydi. Musa Bey, ovadaki Ermeni köylüsüne karşı giriştiği şiddet nedeniyle nicedir yabancı konsolosların hedefindeydi. Yabancı temsilciliklerin politik baskısı 1898’de sonuç verdi ve Musa Bey İstanbul’a çağrılarak yargılandı, samimiyetsiz bir süreç izleyen mahkeme tarafından maaşa bağlanarak Medine’ye sürüldü. (Mekke’de hacı olur ve bundan sonra Hacı Musa Bey diye bilinir.)
Babasının sürgün edilmesini kendisine yediremeyen oğlu Ali Bey, babasının bıraktığı yerden Ermenilere karşı şiddet eylemine devam etti. Devlet babasına gösterdiği şefkati kendisine de gösterdi. Nihayetinde affedilerek Muş Ovası’ndaki devrimci Ermeni komitelerini takip ve imha etme ile görevlendirdi.
Denilebilir ki Pencinarileriler ile Alikanların karşılıklı çatıştırılması ve Ermeni devrimcilere karşı Ali Bey’in kullanılması, Jön Türklere güvenmeyen ve daha çok kendi gündemlerini takip eden Hamidiye Alayları’na karşılık daha kullanışlı ve tamamen normsuz olan ‘milislik’ kurumu için muazzam bir fikir verdi.
1908 Jön Türk devrimi, her ne kadar bu feodal Kürt beylerinden hesap sormayı, gasp ettikleri her şeyi eski sahiplerine iade etmeyi vaat ettiyse de bu vaatleri yerine getiremedi. Ermeni fobisi ağır basan Jön Türkler, bu beylerin emrindeki alaylara şekilsel birkaç düzenleme yaparak Abdülhamit’in yolunda yürümeye devam ettiler. Kuzey Kürdistan’da Jön Türk politikalarına karşı en önemli direniş, ünlü Şeyh Celalettin’nin oğlu Şeyh Said Ali ve Şeyh Şahabettin ile hocaları Mele Selim öncülüğündeki Birinci Dünya Harbi arifesinde vuku bulan Bitlis İsyanı’yla oldu. İsyanın öncü kadrosundan kurtulabilen tek kişi, Şeyh Said Ali’nin oğlu Şeyh Selahaddin (Kamran İnan’ın babası), ilginçtir ki Hacı Musa Bey’e sığındı.
Sonrası malum: 1914 Dünya Harbi ile beraber son Ermeni habitatı da yok edildi. Bu aşiretlerin 1915 soykırımında rolleri, dillendirilenin aksine o kadar da çok güçlü değildir. Bunun aksine bütün Sünni aşiretlerin, hatta seyrek olsa da bazı Êzîdî ve Alevi aşiretler de dahil, bu jenosidin aksiyon safhasına iştirak ettiler.
Savaşın nihayetine doğru son derece pragmatist olan bu alayların reisleri, Rusların cazip tekliflerine rağmen daha çok Ermeni fobisinden dolayı klasik referanslarla kendileriyle bağ kuran askeri müfettiş Mustafa Kemal’in peşine takıldı. Elbette Mustafa Kemal’in peşine takılan, sadece Hamidiyeli aşiret beyleri değildi; Cemilê Çeto, Hacı Musa Bey gibi dünün ‘firari ve sabıkalıları’ ile Hamidiyeliler ile yıldızları bir türlü barışmayan Muşlu Hoca İlyas Sami, Diyarbekirli Fevzi Pirinçzade, Vanlı Gıdıkzade İdris gibi ‘sadık’ İttihatçılar ve Şeyh Hazret (Ziyaeddin), Şeyh Masum, Bediüzzaman Said-i Nursî gibi dini figürler de Mustafa Kemal’in ‘vatan ve İslam’ söylemini çok rahat benimsedi. Jön Türklerin ve yeni aksı Kemalistlerin safında savaşa katılan bu reislerin (Hamidiyeliler hariç) çoğunun statüsü ‘milis’ idi.
Şahsi hiçbir talepleri yoktu
1914 Bitlis İsyanı’ndan sonra başlayan süreç, 1938 Dersim ile bitti. Son derece tartışmalı ve sahih olmayan kaynaklardan okuduğumuz bu direniş silsilesi, içinde iki cenahı da barındırmaktaydı. Cibranlı Halit Bey, Hasananlı Halit Bey, Hesenanlı Ferzende, Kör Hüseyin Paşazade Nadir Bey, Sipkanlı Halis Bey, Cibranlı İhsan Nuri (Paşa)… Hepsi de Hamidiye Alayları’na reislik yapmıştı. Kötü şöhretine rağmen Hamidiye Alayları’nın kendilerine sunduğu sosyal olanaklar, modern eğitim, askeri tecrübe ve dış dünyadan haberdar olabilme olanağı sayesinde, aşiret bilincinden milli bilince geçiş yapmışlardı. Başka bir aşirete karşı kullanılmaları, ‘cahil’ milis teşkilatına göre daha zordu. Kemalistler ne pahasına olursa olsun Hamidiye Alayları’nı tamamen tasfiye etmeyi kafalarına koymuşlardı. Tasfiyeye karşı direnişçilerin politik talepleri vardı. Neredeyse hiçbirinin şahsi bir talebi bile yoktu. Öyle ki Rus arşivinden öğrendiğimize göre Rusya’nın Erzurum konsolosu, Cibranlı Halit Bey ile yaptığı bir görüşmede Halit Bey’in “Birkaç çuval altınım var. Ben bu altınları alıp Monte Carlo’ya gidip bir malikhanede yaşayabilirim; lakin ben bu servetimi Kürdistan için, Kürt halkı için harcamak istiyorum” demesini, Kürtler arasında milli bilincin son derece geliştiğinin bir göstergesi olarak aktarıyordu.
Yine Şeyh Said’in esir düşmesinden sonra Malazgirt’te yakalanan Hesenanlı Halit Bey’e yapılan ağır işkencelere tanık olan Hormekli Mehmed Bey, “Bu mert adama yapılan hunharca işkencelere rağmen yine de örgüte dair kendisinden bir laf alamıyorlardı” diyecekti.
1926’da Bağdat’ta ‘1925 Devrimi’ adlı Fransızca bir metin kaleme alan (La révolution de 1925) İhsan Nuri, kronolojik bir şekilde Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesini konu edinir ve ‘Kürt Ulusu’nun taleplerini sıralar. Ağrı ve Dersim, yine İhsan Nuri, Nuri Dersimi ve diğer kadrolarıyla birlikte ulusal direnişlerdi.
Sömürge kişilikleri…
Direnenlerin kolektif taleplerinin karşısında işbirliğine gidenlerin ise hiçbir kolektif talebi yoktu. Örneğin 1925 Azadî Direnişi’nin bütün hareketlerini Ankara’ya bildiren Nuh Bey, müdürü bulunduğu nahiyeden başka birşey istemiyordu. Ağabeyi Hacı Musa, milisliği daha çok para için yapıyordu. Karşılığında Mustafa Kemal’den ‘Hacı Musa Bey Hazretleri’ ibareli bir telgraf aldığında ikinci gün Muş kahvehanelerinin en çok konuşulan konusu olabiliyordu.
Bir çeşit sömürge kişiliğidir bu. Ve bu kategoriye Hacı Musa Bey ile kardeşi üzerinden bahsettiğimiz 1925 Azadî Direnişi milisleri gibi 1926-1931 Ağrı Direnişi’ne karşı devlet tarafında saf tutan Mala Cewo Qotî ve Keskoyiler, Patnoslu Şeyh Taho; 1932 Seyyidhan-Alican hareketinde Sipkanlı Mahmut-İbrahim kardeşler, Xidoyê Sazlixê; 1935 Sason’da Belekiler ve 1938 Dersim’de Rêber gibi paramiliter unsurlar dahildir.
Mala Cewo, koca bir Zilan bölgesini üç ay içinde Türk ordusuna katlettirdi. Keskoyiler, Ağrı direnişçilerinden geride kalanları boğazladılar. Belekiler, Sason’un bütün köylerini teker teker yaktılar. Rêber, birçok direniş kadrosunun tasfiyesinde etkin rol aldı.
Bişarê Çeto
Genel aftan yararlanarak cepheye giden Bişarê Çeto, aşiret yönetimini kardeşi Cemil’e bırakmıştı. Cemilê Çeto, erken uyansa da 1921’deki Garzan bölgesi ile sınırlı olan isyanı başarısız oldu. Abisi Bişar’in İran sınırında kim vurduya gitmesinden sonra büyük Pencinari aşiretini toparlamak Cemil’e kalmıştı. Pencinarilerin en büyük kolu olan Muradkan kabilesi, daha önce olduğu gibi Cemil’in otoritesini pek tanımıyordu. Nihayette iç hesaplaşmalar sonucu otoritesini kaybetmek üzere olan Cemil, Sason dağlarına kaçıp saklandı. Dönemin en cesur karşı çıkışı Koçgiri’de yaşandı. Kemalistler, çoğunluğu Sünni olan ve milli hisleri aşiret konfederasyonunun dışına pek de taşamayan Kürtlerin, bu Alevi Kürtlerin yok edilmesine ses çıkarmayacaklarını hesap ederek Koçgiri’yi birkaç hafta içinde yerle bir ettiler.
Hacı Musa Bey ve oğlu
Eski Hamidiyeli reisler, Lozan sürecinden sonra Kemalistlerin niyetini sezdiklerinde artık eskisi kadar güçlü değillerdi. Bunlardan Cibranlı Halit Bey, Hesenanlı Halit Bey, Haydaranlı Kör Hüseyin Paşa’nın başını çektiği Azadî hareketi zamansız bir isyana dönüşünce önce Kürdistan sahası yerle bir edilir. Bu yıllarda Muş’a vali olarak gönderilen Sakıp Beygo, Hacı Musa Bey’in bölgedeki rolünden özellikle bahseder. Azadî örgütüne girip devlete bilgi sızdıran Musa Bey, Beygo’ya “Zaten bende Gazi Hazretleri’nin özel telgraf şifresi var. Ben kendisine her hareketi bildiriyorum” diyecekti. Elbette bütün resmi yazışmalarında ‘Kürdi’ lakabını kullanan Hacı Musa Bey, bunu karşılıksız yapmıyordu. Türkiye Cumhurbaşkanlığı ve Cumhuriyet arşivinden çıkan yazışmalara göre Atatürk’ten binlerce lira para ve altın talep ediyordu.
Oğlu Medeni (Medine sürgününde dünyaya gelmesinden dolayı bu isim verilmiştir kendisine) ve kardeşi Nuh Bey ‘milis’ yazılarak Muş Ovası’nda Şeyh Said’in silah arkadaşlarının peşine düştü. Haydaranlı Kör Hüseyin Paşa ile Sipkanlı Abdülmecid Bey ise sessizliği yeğlediler. Yine de kendi aşiret konfederasyonlarından bir sürü kabile milis oldu.
Mustafa Kemal’in ‘cevabı’
Cemilê Çeto, isyan sırasında Sason dağlarından inerek fırsat kollamaya başladı. Bugünlerde kendisine ‘Kardeşim Cemil’ diye hitap eden Mustafa Kemal’den bir telgraf alıp milislik kurumuna tabi oldu. Kulp-Sason civarında firari olan Şeyh Said’in savaşçılarına adeta kan kusturdu. Şeyh Said direnişi kırılınca ‘öküz ölüp ortaklık da bitti’. Cemil tevkif edilerek Diyarbekir Hapishanesi’ne atıldı.
Osman Sebri’nin tanıklığına göre bütün gün elindeki ayna ve cımbızla kıllarını yolan Cemil’in yüzüne idam kararı okunduğunda ağlama krizine tutulup bir direnişçinin boynuna sarılır. Direnişçinin sözü tarihidir: “Cemil kendine ağla, bize ağlama. Biz şerefimizle direndik ve bedel ödüyoruz. Sen ne yaptın?” Kürdistan’da adeta bir özdeyiş haline gelen o meşhur sözü, “Cemilê Çeto, ji kerê de keto!” (Cemilê Çeto, eşekten düşeydin! - “Neden böyle söylüyorsun?” diye soranlara “Hem dünyada rezil oldum hem de ahirete şerefli bir şekilde gitmiyorum” diye karşılık verdiği rivayet edilir.) sözünü söyledikten sonra 1926 Haziran’ında idam edilir.
İşbirlikçilerin kökleri
Hacı Musa Bey -bütün mal varlığına el konularak- 1926 kışında Sinop’a tutuklu olarak gönderildi. Daha sonra cezası Sinop’ta bir nevi ev hapsine çevrildi. Belli bir süre sonra Kayseri’ye nakledildi. Kayseri’den Mustafa Kemal’e gönderdiği bir mektupta, “Paşa hazretleri, duyduğuma göre Ankara’da bir çiftlik kurmuşsunuz. (Atatürk Çiftliği’ni kastediyor) Beni Ankara’ya yanınıza alınız, çobanınız olmaya razıyım” diyordu. 1928 kışında kendisi gibi Kayseri’de sürgün olan Kör Hüseyin Paşa ve kardeşi Nuh ve oğlu Medeni ile birlikte Suriye’ye, günümüz Rojava’sına kaçıp Cerablus’ta (Trablus) Fransızlara sığındı. Orada kısa bir süre sonra zatürreden öldü. Kör Hüseyin Paşa ise aynı yıl, oğlu Medeni tarafından Güney Kürdistan’ın Piran köyünde katledildi. Paşa’yı katleden Medeni, Diyarbekir Silvan’a gelerek devlete sığındı, milisliğe devam etti.
1938’den sonra bir nevi ticarette ve Kürdistan’da örgütlenmeye çalışan CHP, ardından da DP’de siyasete soyunan bu milislerin bıraktığı miras, 1984’ten sonra ‘köy koruculuğu’ olarak tekrar hortladı. Kürdistan’daki ‘düzen siyaseti’ günümüzde bu miras üzerinden yürüyor.
Özgür Politika Gazetesi / Sedat Ulugana - 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder