Ahmedê Mırazi, 1899 yılında Diyadin'in Tutek köyünde doğmuş. "Biraninêd mın" isimli kitabında o zaman ki Diyadin, Bayazıd ve Ağrı çevresi hakkında değerli bilgiler vermektedir. 1959 yılında yazdığı anıları, 1997 yılında Türkiye'de Deng Yayınları tarafından basılmış.
Ahmedê Mırazi kitabının girişinde Tutek köyünden şu şekilde bahseder:
"Tutek bir köydü Rom ülkesinde, nahiyesi Diyadin, sancağı Bazid'di. O, bizim köyümüzdü. Köy, Tendurek dağının eteğindeydi. İran sınırına kadar hep dağ silsilesiydi. Köyün batısından Erciş sınırına kadar hep dağ ve yaylalar vardı. İlkbaharda köyde, yazın yayla da, çobanların meylerinin, çocukların bağrışları, kuşların sesleri birbirlerine karışırdı. Dengbêjlerin sesi, kuşların sesine karışırdı. Köyün aşağısı ve diğer tarafları, hep çayır, çimendi. Otlar ilk baharda at boyunu geçerdi. Dağların eteklerindeki karlar eriyince, yerini renk renk çiçeklere bırakırdı. Güney rüzgarları estiğinde, çiçeklerin kokusu insanı mest ederdi. Su kaynakları çok, suları çok güzeldi. Beyaz ve gürül gürül akan suları Kaniya Urıs'da başlar, Kaniya Xelife'ye kadar akar, birbirlerine karışıp, köyün değirmenine giderlerdi. Köyün ağası Sehid Ağa, Kaniya Urıs çeşmesinden olmazsa, çay içmezdi. Birgün farklı bir çeşmenin suyu ile çay yapılsa, hemen anlar 'bu çay başka çeşmenin suyu ile yapılmış' derdi. 1914 yılında Ruslar geldikten sonra, köy daha da güzel oldu. Ruslar gelmeden önce, Hesenê Sılêman diyordu 'Rusun ayağı hayır ve bereket ayağıdır' onun sözleri doğru çıktı. Gerçekten herkesin durumu çok iyi olmuştu. Millet diyordu 'Ruslardan önceki dönem gitsin, bir daha dönmesin'."
Ahmedê Mırazi köyün o dönemki nüfusu hakkında ise şöyle yazmaktadır:
Tutek köyünde altmış-yetmiş kadar Kürt evi vardı. Yarısı Müslüman Kürt, yarısı Êzdi Kürttü. Beraber yaşardık, komşu ve akraba gibi, aramızda fark yoktu. Birbirimize amca, abi, dayı, hala, teyze diye seslenirdik. Bazid sancağında Êzdi Kürtlerin beş köyü vardı. Beşinde de yarı Müslüman, yarı Êzdiydi. Aramızdaki tek fark, dini ayinlerdeydi. Ama bizim bayramımızda herkes bizim bayramımızı kutlar, onların bayramlarında da onların bayramlarını kutlardık. Yine düğünlerde, taziyelerimizde beraberdik, herşeyimiz aynıydı. Dilimiz aynı, adetlerimiz aynı, elbiselerimiz aynı, dini törenler hariç herşeyimiz aynıydı. Çünkü biz kardeşiz, aynı babanın çocuklarıyız."
Mırazi o dönemki okur, yazarlık hakkında ise şunları yazar:
"Rom, Kürtlerin okumasına önem vermezdi. Köylerde hiç okul yoktu. Sadece şehirlerde okullar vardı. Ağa ve beylerin çocukları bile okuma yazma bilmezlerdi. Mesela bir örnek vermem gerekirse; Gola Adema'da elli-atmış ağa, bey vardı. İçlerinde sadece Memed Begê Emer Ağa okumuştu. O, birkaç yıl İstanbul'da okumuştu. Rütbesi binbaşıydı. Çok temiz ve akıllı bir insandı. Halka karşı çok saygılıydı, özellikle Ermenilere karşı. Her ağa ve beyin ya bir katibi vardı, yada biraz Türkçe bilen imamlara kağıtlarını okuturlardı. Kürtler, Rom'u pek sevmezdi. Bundan dolayı Rom'da onlara hiç bir hak vermeyip, kıstıkça kısardı. Sadece birkaç kuruş alan bazı ağa ve beyler onu severdi."
Mırazi, Diyadin'deki İbtidayi ve Rüşdi Mekteplerine gitmesi ile ilgili de şunları yazar:
"Birgün babama bir mektup geldi. İmam da köyde olmadığından ve iki gün gelmediğinden, babam, abim Têmur'a dedi 'bu çocuğu okumaya gönnderelim'. Abim de buna çok sevinip, onayladı. Sonra babam imama beni okutmasını söyledi. İmam da dedi 'tamam, onu da Evdılle ile beraber okutacağım' (Evdılle, Sehid Ağa'nın oğluydu). Benle Evdılle arkadaştık. Beraber oynar, beraber gezerdik. Evdılle iki yıldır imam Kakaşêx'in yanında okurdu. Abim Têmur Diyadin'e gidip bana kağıt, kalem, mürekkep falan aldı. Benle Evdılle beraber okuyorduk ama, derslerimiz farklıydı. Çünkü o benden iki yıl önce başladığı için okumayı öğrenmişti. Ben bir ay kadar okudum, benim okumaya başlamam köyde olay oldu. Herkes çocuğunu imamın yanına göndermeye başladı. Sekiz çocuk olduk. Ama, o kadar çocuğa yer yoktu. Bunun üzerine Sehid Ağa, imama dedi 'divanımın bir tarafı seninle çocuklarındır. Yeterki çocuklar okusun'. Benle Evdılle okuma yazmayı öğrendiğimiz için imamın yanına otururduk. Çocuklardan bazılarının çarıkları delik, bazılarının çarıkları yok, annelerinin ayakkabıları ile gelirlerdi. Ayakkıbılara kar dolardı. O zaman program yoktu, kim iyi okusa, imam o kadar çok ders verirdi. Ben çok iyi okuyordum, kısa zamanda Evdılle'ye yetiştim. İstiyordum ki onu geçeyim, imam bana fazla ders vermiyordu. Babama söyledim, babam da imama demişti. İmam demişti 'ben mahsus Ahmed'in, ağanın oğlunu geçmesine izin vermiyorum. Çünkü ağanın oğlu ondan iki yıl önce başladı. Ağa küser diye bırakmıyorum. Senin yerinde olsam çocuğu Diyadin'deki okula yollarım, çok zekidir'. Bunun üzerine babam beni Diyadin'deki okula gönderme kararı aldı. Sonra biz Kanispi yaylasına gittik. Çok yüksek, çok güzel bir yaylaydı. Bizden iki gün sonra Diyadin'den Sosın Efendi yaylaya geldi. Dereceki aşiretinden olan Sosın Efendi, beni çok sevdi. Hem koyun ve kuzulara iyi bakardım, hem de bazen bana birşeyler okuturdu. Babam bir keresinde Sosın Efendi'ye 'oğlumu Diyadin'deki okula gönderecem' diyince, Sosın Efendi'de dedi 'gelince benim evimde kalsın'. Ve onun üzerine hazırlıklara başlandı. Sonbaharda yayladan dönünce, babam ve abim beni Diyadin'e, Sosın Efendi'nin evine götürdüler. Ertesi günde okula kaydettiler. O okula, "İbtıdayi Mektebi" derlerdi. İki yıl o okulda okuyup, daha sonra "Rüşdi" okuluna geçecektim. Okul, çok büyük bir oda değildi. Camiinin kenarındaydı ve tek penceresi vardı. Pencerenin camı kırık, kırık olan yere kağıt konulmuştu. Ben o okula başlayınca, benim Kürt ulusal elbiselerim çıkartılıp, yerine okul elbiseleri alındı. Ben Türkçe bilmiyordum, Kürtçe konuşmakta yasaktı. Öğretmenin falakası vardı. Falaka yuvarlak bir odundu, tahminen seksen santim kadar. Birbirine otuz santim uzaklıkta, iki yerde delik açılmıştı. Bir ip vardı, o deliklere bağlanırdı. Öğretmen sabah gelir, minderinin altında falakayı çıkartıp, çocuklara derslerini yapıp yapmadıklarını sorardı. Derslerini yapmayanlar, yada bir suç işleyenleri falakaya bağlardı. İki kişi tutar, oda vururdu. Ne kadar vuracağı onun insafına kalmıştı. Küçük suçlarda ise, sopa ile iki avuç içine, enaz üç defa vururdu. Ben Türkçe de bilmediğimden çok sıkıntı çekerdim. Evdeki herkesi çok özler, sık sık izin isteyip köye giderdim. Diyadin'de bir bakkal vardı, ismi Sehid Efendi. Abim geldi, ona dedi 'günde kırk liralık ne isterse ver'. O, oraları sevmeme sebep oldu. Öğretmen sayesinde bir Türkçe sözlük aldım, Kürtçelerini de arkadaşlara sorarak Türkçe öğrenmeye başladım. Herkesten çok Mıstefayê Nec, Türkçe öğrenmem konusunda bana yardımcı oldu. Nec'di(?) ama çok değerli bir insandı. Kış yarısına gelince, ben ve Diyadinli iki çocuk, ikinci sınıfa geçtik. Yazın ise, Rüşdiye okuluna geçtik. O zaman artık serbestçe Türklerin dilini konuşuyordum. Ben Diyadin çarşısında gezdiğimde, herkes beni parmakları ile gösterir 'bu çocuk köyden gelmiş ama okulun en başarılı öğrencisidir' derdi. Rüşdiye okulunda beş Kürt öğrenci vardı; bendim, Mirze Mıhemedê Eli Efendiyê Qaski (evleri Taşkesen köyündeydi), Husenê Deşti Ağanın oğlu Emo (evleri Bazırgan köyündeydi), Feqi Mıhemedê Gozê'nin oğlu Nadir (evleri Caneqız köyündeydi) ve Şeyh Mustafa'nın oğlu Fexredin (evleri Guran köyündeydi). Biz dördümüz 13-14 yaşlarındaydık, Emo bizden büyüktü. Biz beşimiz kardeş gibiydik. Öyle olmuştu ki, birimizin babası yada abisi köyden gelse, beşimize de aynı şeyleri getirirdi. Sonra bize iki arkadaş daha katıldı; Dawıdê Remezan (Golesora Ecema köyünden) ve Mêlkon Efendiyê Sakê Ağa'nın oğlu Onik. Rüşdiye Mektebi, yıkık kalenin yanında yapılmıştı. Okulumuz da üç tane Ahmed vardı; ben (Ahmedê Şêwêş), Musa Efendiyê Bıruki'nin kardeşi Ahmed (Mıstefayê Nes'in kardeşi) ve Ahmedê Eliyê İdare. Okulumuzun tüm öğrencileri Diyadinliydi. Taşlıçay'ın Golesor köyünden gelen iki Ecem hariç. Okulumuzun yanında bir medrese vardı. O medrese de her memleketten öğrenciler vardı. 18 feqi bir oda da hem ders alırdı, hem de yatardı. Medreseyi Diyadin halkı hayrına yapmıştı. Yemeklerini de halk veriyordu. Hergün birkaç feqi çıkar, evlerden yemek toplardı. Feqilerden biri Heseni aşiretindendi. İsmi Feqi Mexso idi. Kendisi dengbêjdi. Nüfus Katibi Mehmet Efendi'nin kardeşi Mahmut, Türktü. İmtihanlara bir ay kala, biz dört Kürt ve Mahmut, imtihanlara hazırlamak için bir oda kiraladık. Türkler içki içerdi. Mahmut birgün bize dedi 'Heydoyê Dençi'nin yanına gidip içki alalım'. İçki yasaktı, Mahmut ısrar etti, gittik. Biz aldık geldik, kimse görmesin diye odanın kapısını kilitledik ama, biz Kürtler içkiye yanaşamıyoruz bile. Neyse ilkini Mahmut'a bıraktık 'sen Türksün, sen iç' dedik. Mahmut içiyordu, ama biz dördümüz ancak bardakları yarıladık. Sonra her birimiz on bardak su ile ağzımızı çalkaladık ki, koku gelmesin. Amcam Bekir Iğdırda bir evin uşağıydı. Bir keresinde içki getirip, bana zorla içirmişti. Ben sarhoş olduğum için, sersemlemiştim. Kız kardeşlerim öleceğim diye sabaha kadar üzerimde ağlamışlardı."
Ahmedê Mırazi, Diyadin çevresindeki bazı dağ, ova, köy isimleri ile ilgili şunları yazar:
"İmtihanlar bitip yayladaki ailemin yanına gidene kadar, onlar dönüyordu. Ben onlarla Warê Temaşe'de karşılaştım. İnsan obanın tepesine çıktığı zaman, İran sınırından tut Zengezur ve Bazid ovaları, Çoban Dağı, Koço Kalesi, Diyadin tarafından Taşlıçaya kadar, Dêra Nadobedo, Soran Dağı ve Qımılbucax (Ermeni yazar Hıraçiya Koçar'ın babasının köyü), Meleqer Dağı, Tapê Xêç ve Tapê Qerecê, Geliyê Zila'ya kadar görünürdü. Tendurek Dağı yakınındaki eteklerde, Gera Gê, Gera Nêriya, Şıveder Mağaraları görünüyordu. İşte bizim evimiz bu yaylaya giderdi. Gerçekten de Temeşa yaylası, o ismi hak ederdi."
Ahmedê Mırazi, ilerleyen sayfalarda yiğit bir kadından bahseder:
"Sonbaharda yine okula gittim. Ama bu sefer Sosın Efendi'nin değil, Emer Çawiş'in evinde kalıyordum. Emer Çawiş orta yaşlardaydı. Oğlu Ebdılhemid okul arkadaşımdı. Emer Çawiş'in 85 yaşında bir annesi vardı. Emer Çawiş yedi yıl askerlik yaptığında (o zamanlar askerlik yedi yıldı), annesi oğlunun yemek kaşığını yedi yıl kucağında saklamış, geceleri de baş ucuna koyarmış. Oğlu askerden gelince de, kaşığı oğluna vermişti. Emer Çawiş'te annesini çok severdi. Emer Çawiş'in karısı Helê, çok titiz bir insan değildi, ben çok mecbur kalmadıkça yemeğini yemezdim. Emer Çawiş'in Xecê isimli bir kız kardeşi vardı. Kocası öldürülmüş, oda evlenmeyip tek çocuğu olan oğluna bakıyordu. İki yıl boyunca erkeklerle, silahlı bir şekilde at sırtında dolaşıp, kocasının intikamını almıştı. Kimse ona ters birşey söylemeye cesaret edemiyordu. Eve geldiği zaman da yengesi Helê'ye kızardı, diyordu 'Helê, kardeşimiz Ahmed'e iyi bak. O ata dede dostumuz olan bir ailedendir. Eğer onu üzersen, seni bir kurşuna yem yaparım'."
Ahmedê Mırazi kitabının başka bir yerinde, Kürtlerin bazı adetleri ve Diyadin çevresinde yaşayan aşiret ve kabilelerden bahseder:
"Yaylaya gittim. Baktım Sehid Ağa birçok süvari hazırlamış. Sehid Ağa'nın oğlu Evdal için Erciş'e, Kalıka aşiretinden Ozmanê Eli Begê Memudê Surmê'nin kızını istemeye gidiyorlardı. Babamla abim Têmur düğünlerden konuşuyorlardı. Têmur babama diyordu 'başlık yüz altın, kuşanmış bir at, bir mavizer silah, Rus silahı'. Sonra Erciş'e giden süvarilerden biri geri döndü. Dedi 'Ozman, Memed Beyin atını istiyor. Diyor o at gelmeden kız vermem'. Şemski, Qaski, Badoya, Tajdoya, Zeftoya ağa ve beylerinden iki yüz kişiyi de davet etmişlerdi. İki davul, iki zurna, süvarilerle gidiyordu. O zamanlar davetiye (topayi) elma ile yapılırdı. Davet edilen her aileye, bir kızmızı elma yollanırdı. O davet edildiğini anlardı. Daha değerli insanlara ise, bir kutu şeker yollanırdı. Dört beş yerde ayrı ayrı saclarla ekmek pişirilirdi. Fakirler dahil, herkes enaz bir koyun keserdi. Sabah düğün başladığında Kürt kızları, gelinleri renk genk giyinir, düğüne girerlerdi. Süvariler gider atlarını sular, sonra gelip kahvaltı yaparlardı. Kahvaltıdan sonra cirit, ciritten sonra öğle yemeği, ondan sonra birşeylere nişan alınıp, ateş edilirdi. Mala Haci gençleri nişanları çok iyi vururlardı. Ciritte de iyiydiler. O yazın Karaköse'de (Ağrı) yapılan at yarışında, Sehid Haci ve yeğeni Memud birinci gelmiştiler. İkisi aynı yaştaydı. Düğün altı gün sürdü. O yıl babam vefat etti."
Sürmeli Memed Paşa ailesi ve Redki aşireti
Ahmedê Mırazi kitabının başka bir yerinde ise Sürmeli Memed Paşa'nın savaşçıları ile beraber Adana Kozan'a savaşa gitmelerini, paşanın yılan vurması sonucu ölüşü ve Eleşkirt Toprakkale'deki Çerkezlerin onun ölümünü kutlamasını anlatır. Sürmeli Memed Paşa'nın hem annesi hem de büyük karısı Redki (Zilan) aşiretindendir. Annesi Redki aşiretinden Hıseyin Ağa Çongdeve'nin kızı, büyük karısı Hasan Ağa'nın. Sürmeli Memed Paşa'nın oğlu Evla Beg, Çerkez Ömer'in kapısına gidip "bu ne düğündür, neyi kutluyorsunuz?" Diye sorunca, "benimle annenin düğünüdür" cevabını verir. Bunun üzerine Evla Beg, Çerkez Ömer'i öldürür. Kendisi de başından yaralanır. Olayı duyan dayıları, yani Redki aşireti, yüzlerce atlı ile Toprakale'ye giderler. Toprakkale halkı da Çerkezlerin baskın yapmaya geldiklerini sanıp, Evla Beg'e haber verirler. Yaralı hali ile silahını alıp ata binen Evla Beg, vefat eder. Toprakale'ye varan Redkiler, atlarından hiç inmeden direk Çerkezlere baskın yapıp, onlardan çok kayıp verdirtiyorlar. Çerkezler Toprakkale'den kaçıp, bir daha geri gelmezler.
Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşallah, bunu okuyunca tüylerim diken diken oldu kendimi o tarihlerde tutekte hayal ettim ve hemen internetten bu kitabı sipariş ettim,keşke Ahmedi mirazinin ailesinden bilgi sahibi birisiyle tuteke gidip kaniya uristan bir çay demleyip geçmiş atalarımızı yad etsek, ben said Ağa'nın kardeşi Mehmet begin torunuyum ve tutek benim köyüm...
YanıtlaSilAhmedi mirazinin ailesinden bana ulaşmak istiyenler 905417970004 numaradan ulasabilir
Ahmedê Mirazî'nin ailesi Türkçe bilmez. Kürtçe yazsaydın belki görüp ararlar.
Sil