Sayfa - Rûpel

Bölümler - Beş

17 Haziran 2012 Pazar

Zîlan kan, Zîlan süngüye asılı... (NECMETTİN SALAZ)


Gulazer ana, yaşına rağmen olayın etkisinden kurtulamamıştı. Şu an gibi aklımda kelimeleri. Resmini çekmek istediğimizde "Gazataya vermeyin, gazataya vermeyin, devlet var, cendırme var…" diye uyarıyor, fotoğrafını çekmemizi pek de istemiyordu. Hacı'nın yardımıyla zar zor ikna edip birkaç pozunu alabildik.


Bir kez Wan'dan Bazîd'e giderken, Tendürek dağının yokuşunda iyice yavaşlayınca arabamız, kara, kapkara olmuş taşlara baktım uzun uzun. Kan yere aktığında kızıllığını yitirip kararmaya başlar ya bir süre sonra, o an bunu düşündüm. Her kaya, Tendürek'te öldürülmüş bir Kürdün kanını emmiş, önce utancından kızarmış, zaman geçince de doğası gereği kararmıştı sanki. İrili ufaklıydılar, sanki öldürülmüş insanların boyutlarını yansıtıyorlardı yanlarından geçip giden insanlara: Kadın, erkek, çoluk çocuk… O coğrafya bir hüzün, bir zulüm bölgesidir… Ola ki bir gün geçer giderseniz oralardan, bunu yüreğinizin en derin yerlerinde hissedersiniz.

Zulüm, kara bir bulut misali çökmeye görsün bir coğrafyanın üstüne. Bir yara izi gibi öyle durur ortalık yerde, geçip gitmez. Yıllar, yüzyıllar geçse de üstünden fark etmez, sanki birkaç saat önce yaşanmış gibi durur kalır öyle. Üç göbek öteden babalar, analar değil de şimdi yaşamakta olan torunlar ölmüş de dirilmişler gibi gelir insana.
Zulüm, insanlık tarihinde soysuz insanın, çaresiz ve mazlum insana yaşattığı en utanılası şeydir. Haklı olarak görüp duymak istemez çoğu insan. Ancak Diyarbakır Zindan vahşetini yaşayan bir insan olarak iki başka vahşetin tanıklarını dinlemek, o acıları onlarla bir kez daha yaşamak zorunda kaldım. İkincisi Halepçe'ydi, ilki Zîlan…  
Diyarbakır'ı yaşamış olmaktan yana bir şikayetim yok. Dostumu düşmanımı tanımış oldum; insan nedir, neler yapabilir, bir fazla zeytin tanesi ya da bir lokma ekmeğin eksikliği nelere yol açar sorusunun yanıtını görerek, yaşayarak öğrendim. Ancak Halepçe ve Zîlan'a dair aynı şeyi söyleyemiyorum. Keşke gitmez olaydım ikisine de gerçekten.
O gün bu gündür iki kanayan yaram var.
* * *
Van Belediyesine danışmanlık yaptığım günlerdi. "Adule" adlı destanı bitirmiş, bölgeye dair bir şeyler daha yazmak istiyordum hazır oradayken. Nereden, nasıl geldiyse aklıma, Zîlan katliamını araştırmayı ve yapabilirsem bir kitap haline getirmeyi düşündüm. Araştırmalarım hayal kırıklığı yaratmaya başladı. Ağrı isyanının bir parçası olarak birçok yerde bahsi geçiyordu, ama bütünüyle Zîlan'ı anlatan yazılı hiçbir şey yoktu neredeyse. İstanbul Kürt Enstitüsü arşivindeki iki üç sayfalık bir makale dışında hiçbir şey bulamadım. Bir şey yazabilmenin tek yolu olayın yaşandığı yere gidip canlı tanık ya da olaya hakim insanlar bularak bilgi almaktı. Ben de öyle yapmayı düşündüm. O sıralar Sapanca'da öğretmenlik yapmakta olan Lezgin Botan (şu an KCK davasından tutsak) tatil için Van'a gelmişti. Yine Gündem gazetesinin Van sorumluluğunu da Zülküf Kışanak yapıyordu. Düşüncemi onlara söyledim, ikisi de yardımcı olacaklarını söylediler. Bu beni cesaretlendirdi. İlk pazar hep birlikte yola koyulduk, Erciş merkezde belli bilgiler ve bir yol bilen edindikten sonra Pertax köyünün yolunu tuttuk. Pertax'a giden yol, vadiden, Zîlan deresinin kıyısından geçiyordu. Yıllar önce, babama muavinlik ederken, o vadiden defalarca geçmiştim vadi tarihine dair hiçbir şey bilmeden. Duygulandım…
Rehberimiz bizi doğruca Hacı Heyder'in evine götürdü. Seksenine merdiven dayamış bir Kürt köylüsü olan ev sahibimiz, Zîlan katliamına tanıklık edenlerden biriydi. Kanıtını da sırtında taşıyordu: kocaman bir süngü yarası. Beklediğimin aksine oldukça soğuk ve mesafeli karşıladı bizi. Haklıydı da. Ailesindeki bütün genç insanlar dağa çıkıp gerilla olmuş, bir kısım yakını da zindanlarda olan bir insanın evine gider de "Merhaba, biz Zîlan üzerine konuşmaya geldik" derseniz damdan düşer gibi, sonuç da böyle olur. Ne benim belediyedeki işim ne de arkadaşlarımın konumu, ikna etmeye yetmemişti Hacı Heyder'i. Çareyi telefona sarılmakta buldum ve bir dostu arayarak durumu anlattıktan sonra telefonu ona uzattım. Birkaç dakika konuştular, durum değişti. Çaylar, meyveler geldi ve başladı olup biteni anlatmaya. O anlattıkça biz bir yandan not aldık, bir yandan da ağlamamak için kendimizi zor tuttuk. Kendi konuşması bittikten sonra epeyce bir sessizlik çöktü odaya, sonra sessizliği yine o bozdu: "Şimdi de Gulazer'in evine gidelim, onu da dinleyin" dedi. İşte bu çok hoş oldu, yani ikinci bir tanık daha dinleyecektik.
Gulazer ana. Şirin mi şirin, bir o kadar da ürkek, alabildiğine yaşlanmış, pamuk suratlı bir Kürt kadınıydı. O da evine buyur edip çay ikram etti bize ve anasıyla birlikte neler yaşadığını, anasının onu kurtarabilmek için kendi yaralı bedenini nasıl kendine kapak yapıp altında gizlediğini, kurşunlanmanın ardından yapılan süngüleme işlemini tüm ayrıntısıyla anlattı. O yaşına rağmen olayın etkisinden kurtulamamıştı. Şu an gibi aklımda kelimeleri, resmini çekmek istediğimizde "Gazataya vermeyin, gazataya vermeyin, devlet var, cendırme var…" diye uyarıyor, fotoğrafını çekmemizi pek de istemiyordu. Hacı'nın yardımıyla zar zor ikna edip birkaç pozunu alabildik.
Epeyce not tuttuktan, özel genel konuşmalardan sonra rehberimizi Erciş merkeze bırakıp Van yoluna düştük. Bir saatlik yolda çıt çıkmadı arabada, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Bir süre çalıştım notlar üzerinde ama olmuyordu, bir şeyler eksikti. Yeteri kadar duygu ekleyemiyordum destana. Sonuçta bir pazar sabahı, bu sefer yalnız düştüm yola ve dosdoğru Milk'e, ardından da Çaxırbek'e gittim. Bu iki köy, kurşuna dizme olaylarının yaşandığı köylerdi tanıklarımıza göre. Milk'ın yerinde yeller esiyordu tabii, ne ev kalmıştı ne insan. Ama yine de tarif edilen yere gittim, kurşuna dizilen insanları canlandırdım kafamda, ortalarda bir yerde durup katliamın mimarlarından Derviş beyi dinledim. "Efendiler, bu bir tatbikattır, sakın ha korkmayasız, şimdi bizim çocuklar başınızın üzerinden havaya, ayaklarınızın altından yere ateş edecekler, sakın ha korkmayasız…" diye bağıra bağıra nutuk atıyordu bize.
Sonra birden karakoldan çıkarılarak kalabalığı her yandan görebilecek biçimde yerleştirilmeye çalışılan mitralyözleri gördüm. Hem önümüzde hem de yanlarımızdaki tepelere koşuşan silahlı askerlere baktım biraz. Sonra birden en öndeki ihtiyarlardan birinin "Sellalahu ala seyyidina Muhammet, Bireviiiin, biiiirevin ew ê me hemû bikujin…" diye bağırmaya başlamasıyla birlikte Derviş beyin "Ateeeeeş, ateeeeeş, birini sağ komayın bu vatan hainlerinin" bağırtısını, ardından da ölüm kusan makinelerin kulak tırmalayan seslerini duymaya başladım. Bir kısım insanın, özellikle çocukların arkadaki ormanlık alana ulaşabildiklerini gördüm. Sonra alanda olan herkesin kendi payına düşen mermiyle buluşmasından sonraki çığlıklarını ve yere düşüşlerinde çıkan sesleri de duydum. Binlerce insan kanlar içinde yerlerdeydiler. Bir bölümü hala ölmemiş, iniltileri geliyordu. Sonra yine Derviş beyin sesi geldi: "Süngü taaaak."
Taktılar süngülerini, yaralı ölü ayırmadan tamamını süngüden geçirdiler bu kez. Alandan ayrılmadan dönüp bir kez daha baktım etrafıma. Ayakta sadece askerler kalmıştı. Orta yerde yatmakta olan binlerden akan kan ise küçük bir kanal oluşturmuştu kendine ve Zîlan'a ulaşmak üzereydi.
Sonra bir sitem yolladım Zîlan'a ve oradan uzaklaştım: Oooy Zîlan, oooy kanlı Zîlan, kökü kuruyası, suyu kesilesi Zîlan. Sen ne biçim deresin, bu taşıdığın su değil kaaaaan….

Özgür Politika Gazetesi PolitikART eki


PolitikART'ın Zilan katliamı ve Ağrı İsyanları ile ilgili diğer yazıları:

OKUMAK İÇİN, YAZILARIN ÜSTÜNE TIKLAYIN.



Özgür Politika Gazetesi PolitikART eki: Zilan Katliamı





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder