Sayfa - Rûpel

Bölümler - Beş

19 Aralık 2011 Pazartesi

Kardeşlik masalının ölüsü...


Kimse, yalanlarla bezenip, önümüze sürülen uyduruk tarihle bizi kandırmaya kalkışıp, "Kürtlerle Türklerin tarihi kardeşliği„ demesin. Kardeş, kardeşin canına kıyıp soyunu kurutmaya, evini, yurdunu yangına vermeye, dilini, ülkesinin adını, baştan başa bütün değerlerini yasaklayamaya, onu kendine benzetmeye yeminli olabilir miydi?

Kardeşlik buysa eğer, Kürtler neden 200 yıldan beri kurtuluş savaşı veriyorlardı? Masalların hepsi düzmece. Kürtlerin kardeşçe yaşayacağı bir Türk devleti de yoktu, çünkü.
Türklerin, örgütlü olarak tarih sahnesine çıkışı yüz yıl önce (1908) ve ilk devletleri de TC’dir. "Çanakkale'de kardeşçe, birlikte öldük" söylemi de uyduruk, kara masaldır. Türk devleti yok, Osmanlı var ve Kürtler, tıpkı Araplar, Rumlar Ermeniler gibi tebaaydı. Üstelik 1908 yılına kadar askerlik de yapmıyorlardı. Mecburi askerlik kanunu, çıktığında cin görmüş gibi kaçtılar. Çanakkalede ölen Kürtler varsa eğer, zorla götürülenlerdir.
Galipler, birinci büyük savaştan sonra, Osmanlı mülkü üstünde 24 ayrı devlet kurdular. TC bunlardan biri, halkı Osmanlı kalıntılarıydı. Şefleri, bir gece yarısı sofrasında hepsini "Türk„ yaptılar. Bir tek Kürtler yurtları, kimlikleri, kişilik ve kültürleriyle "ayrık„ kaldılar. Irkçı güdü, bundan sonra onları, Ermenilerin akibetine uğratıp, "buharlaştırma„ taarruzuna geçtiler. 1920’de Koçgiri’de başlayan, 1925 Haziran’ında bütün Kürdistana yayılarak sürdürülen soykırım, Dersim’de noktalandı.
 Soykırımın en vahşi örneği, Dersim’den önce Zilan’da uygulandı.
Bugün olduğu gibi, dün de rüşvet, çıkar bekçiliği ve tetikçilik karşılığında, dış güçlerin desteğiyle gerçekleştirilen soykırımdı, Zilan.
1930’da, askeri destek almak için, Ararat (Gılida- Ağıri) dağının doğusundaki Kürt topraklarını, İran’a verdiler. Stalin’e rüşvet olarak, Batıya karşı tetikçilik sözü verdiler.
İran ve Rusya’nın yardımıyla, Kürdistan’ın binlerce kilometre karelik "Geli é Zilan„ (onlar derenin ne, Geli’nin ne anlama geldiğini bilmediklerinden Zilan deresi diyorlar) ve yaylalarını çembere alıp, havadan bomba yağdırdılar, yerden top, mitralyöz ateşine tuttular. Erişebildiklerini süngüleyerek, (onlar, silahsız, savunmasız kadınlara, ihtiyar ve çocuklara karşı pek merhastır) soylar kurttular. Sivil katliamı, iftiharla 15 bin diye açıkladılar. Bugünkü besleme medyanın başlangıcı olan gazeteleri, insan oğlunun utancını övünme yaparak, "Zilan deresi leba leb cesetlerle doldu„ manşetleri attılar.
Bugünkü Kürdistan direnişi de, buna karşılık soykırım da dünün devamıdır. Devir, teslimle gelen ırkçı dehşetin yürütücü yüzleri, bugün Türklerden daha sıkı Türk görünme histerisiyle zalimleşen Gürcü Recep Tayyip ile karmakarışık kimlikli Fetullah Gülendir. Aktörler ve yöntemlerden başka, kırımın değişen yüzü yok.
1920-1940’larda, Ermenilere yapılanların benzeri uygulandı. Başaramadılar. Aynısını 1900’larda denediler. Başa çıkmanın imkansızlığını anlayınca, kitlesel kırımı bırakıp, öncüler olan aydınlara, yazar, sanatçı, köyde, kasaba ve şehirlerde önder kadrolara yöneldiler. Bu terör yıllarında, Milli Güvenik Kurulu kararı uyarınca asker, mafya ve kiralık Kürtlerden oluşan ölüm mangaları, "faili meçhul„ adıyla 17 bin 500 cinayet işlediler. Ordu dört bin köyü enkaza çevirdi. Dört milyon kişi mültecileşti.
Ama, Kürdistan’ın direnişi kırılamadı. Bir bakıma vahşet yağmurları yenilgileri oldu. Yine Milli Güvenlik Kurulu kararıyla, dehşete "güler yüzlü maske„ takmak, üstüne de AKP’nin yalan masalı "din kardeşliği„ kılıfını geçirmek zorunda kaldılar.
Recep Tayyip, ağzında "din kardeşliği„ söylemiyle ortalıkta dolanıyor, kimsenin ona kanmadığını görünce, olan aklını da kaybedercesine, baykuş (pum) gibi Kürdistan enkazına tüneyerek,  ırkçı histeriyle tehditler savuruyor, "kadın da olsa, çocuk da olsa gözünün yaşına bakmayacağız„ diye haykırıyor, ertesi gün yalnız Diyarbakırda çoğu çocuk 10 tane ölü toplanıyordu. Utanmazlık bu ya, yeniden "kardeşlik„ diye kıvırıyor, pıtırak gibi biten Kürt televizyonlarıyla başa çıkamayınca, Milli Güvenlik Kurulunun kararıyla yayına geçen televizyonu gösterip, "bakın size ne verdim?„ diyordu.
Oysa Kürtler, o menzilde değildi, artık. Kendi yurtlarında, onurlarıyla yaşamak istiyor, "ya hep, ya da hiç„ diyorlardı. TC ise şaşkındı. Kürtleri kandıramamış, kırım ve yangınlar nafile çıkmıştı. Bunun üzerine toplama kamplarıyla Kürtleri rehin alma planını devreye soktular. Besleme medya ve kalemlerini propaganda borazanı yaparak…
Medya suç uydurup ilan ediyor, mahkemeler günde ortalama 50-100 kişiyi tutukluyor, Recep Tayyip, toplama kamplarının mimarı olmakla övünüyor, " tutuklamaların ardında ben varım„  diyor, sonra utanıp, sıkılmadan bize " insaniyet„ dersi veriyor, hatta hukuktan bahsediyordu.
Oysa başa, Atatürk dönemine dönülmüştü. O dönemde de önce ceza veriliyor, sonra gerekçe uyduruluyordu.
Öte yandan Türk ordusu, Kürdistan dağlarında otlayan keçiyi, gezinen tilkiyi havaya uçuracak, mayın olarak misket bombaları yağdırıyor, dağlara kesintisiz füze altında tutuyor, gerilla karşılık verince besleme kalemler, "PKK şiddeti tırmandı„ utanmazlığı ile yayına geçiyordu.
Ama artık çok geç. Kürtler örgütlü. Halk olarak, dize gelmesi imkansız. Beton duvarların gerisinde hapsedilenlerin sayısı 15 bin kişiyi buluyor. Ama mahpusların yeri hemen dolduruluyor. Kin dağları ise yükseliyor. "Kardeşlik masalı„nın kırıntısı da berhava oluyor.
Kürdistan, ses veriyor:
"Herkes kendi evine…„

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder