Sayfa - Rûpel

Bölümler - Beş

16 Ekim 2012 Salı

Tepesi delik Kürt kafatası ve Zilan Katliamı


Aylardan Nisan… Zilan Deresi bütün coşkusuyla akıyor, araba yokuşaşağı Zelal Gökçe’nin şarkıları eşliğinde iniyor. Çocuklardan Mazlum aşağı vadiden elinde bir insan kafatasıyla yokuş yukarı çıkıyor. Duruyoruz, Mazlum’un elindeki kafatasını alıyoruz. Arabaya bırakıyoruz. Akşam köydeki lojmanına dönüyoruz, Özcan hocayla saatlerce, masaya bıraktığımız kafatasına bakıp sigara içiyoruz. Sabah oluyor derse giriyoruz, Mazlum anlatıyor, “Öğretmenim orada daha onlarca kafatası var” diyor.


Söylediği yere gidiyoruz; dere toplu bir mezarı aşındırmış, suya kapılan kemiklerin arta kalanı top top kafatasları, çalılıkların içindeki balçığa saplanmış. Teker teker balçıktan çıkarıp, Seyyid Rıza’ın türbesinin yanı başına gömüyoruz. 80 yıllık Kürt kemikleri ta Van Gölü’ne karışmış, 80 yıllık toprağıyla beraber. Gömmeden önce Ozan, kafatasının birinin tepesinden karşı kıyıya bakıyor. Belikle tepesinden ateş etmişler. Tepesi delik Kürt kafatası… Köyden kadınlar iniyor. Aslında amacımız, bu kafataslarını ilgili bir kuruma inceletmek. Yanı başımızdaki Kürt köyü, bu kafataslarının büyüklerine ait olduğunu biliyorlar. Hemencecik de gömülmesini istiyorlar. Saygının ve teolojinin gereği bu. Ama içimiz ferah, nerede gömülü olduğunu biliyoruz. O gün yine akşam oluyor. İkimiz de belgesel film konusunda hemfikir oluyoruz.

TANIKLIKLAR BİRBİRİNİ TAKİP EDİYOR

Sabah oluyor. 1985 model arabamızla, boynumuzda fotoğraf makinelerimizle o gün bütün katliam vadilerini ve tanıklarını gezerek ön çalışma yapıyoruz. Birkaç gün sonra bir kamera bulup İkram İşler ile belgesel çekimlerine başlıyoruz. Köy köy dolaşıyoruz. Cergeşin Köyü’nden Übeyit Fidan, babasından söz ederken ağlıyor. Katliamdan sağ kurtulan Meydanok Köyü’nden Tahir Nas, en ufak detayına kadar bize her şeyi anlatıyor. İkinci gün yanımızda Diha Muhabiri İdris Yılmaz da var. Ali Taştan, adlı tanık bize ayağındaki 80 yıllık yara izini gösteriyor. Mirşud Köyü’nün harabelerine gidiyoruz. Bizi toplu mezar deryası karşılıyor. Devlet bu köyün arazisine el koymuş. Elazığlı bir müteahhide kiraya vermiş. Her yerde su motorları çalışıyor. Daha sonra tanıklar ve tanıklıklar birbirini takip ediyor.

Zilan’ın yarası kabuk tutmamış, hala kanıyor. Hesenevdal Köyü’ndeki katliam sahasına gidiyoruz. Köylülerin anlatımına göre, taşların arasında hala kemikler var. Kemikleri aramaya başlıyoruz. Köyün çocukları da bize eşlik ediyor. Düşünüyorum, dilimde bir cümle; “ Zilan’ın kemiklerini şimdi torunları arıyor.” Herkes böyle bir çalışmaya seviniyor. Çünkü Zilan’ın 80 yıllık çığlığı dile gelecek. Sonra devletin yakıp, ahalisini öldürdüğü 12 Kürt köyünün arazisinin üzerinde kurulmuş olan Kırgız Köyü’ne gidiyoruz. Günlerden Pazar. Köyde düğün var. Gerçeği biliyorlar ama çaresizliklerine sığınıyorlar. “Taliban bizi öldürdü. Türkiye’ye sığındık. Devlet de bize burayı verdi ne yapalım şimdi?” bir acının üzerine başka bir acı kurulu. Çekik gözler bize mahcup ve kederli bakıyor. Oradan ayrılıyoruz. Mirza Akmaz adlı başka bir tanığın yanına gidiyoruz. Katliamda bütün ailesini yitirmiş Mirza Akmaz, bir Kürt askerin kendisini ölümden kurtardığını söylüyor. Zilan’daki belgesel çekimleri birkaç haftada bitiyor. Zilan hala kan kokuyor. Belgeselin ismi belirginleşiyor: “Newala Xwînê- Kanlı Dere Zilan 1930”

ZİLAN’DAN SÜRÜLENLERİN PEŞİNE DÜŞÜYORUZ

Haziran ayının sonlarında, Zilan’dan sürülenleri aramaya çıkıyoruz. Adana üzerinden Akdeniz sahiline iniyoruz. Torosların ortasında bir Zilan Köyü. İsmi değiştirilmiş. Gümüşdamla yapılmış. Köyün ortasından geçen dereye Zilan adını koymuşlar ama kendilerine Türk diyorlar. Asimilasyon çok ama çok başarılı olmuş. Oradan Burdur’un Bucak İlçesi’ne gidiyoruz. İlçenin ortasındaki yıkık eve “Kürt yıkığı” diyorlar. Süleyman ve Murat Şencan ile görüşüyoruz. Dedeleri Zilan’ın Hacıkaş Köyü’nden sürülmüş. Biz belgeselden söz edince heyecanlanıyorlar. Bilmedikleri akrabalarını çok özlediklerini söylüyorlar. Oradan Didim’in Akbük Beldesi’ne gidiyoruz. Ben de ayrı bir heyecan var. Çünkü burası aile olarak bizim ikinci vatanımız. Babam burada doğmuş. Bizi de buraya sürmüşler. Akrabalarımın çoğu Chpli. Beni dedeme benzetiyorlar. Yusuf dedemin sahildeki evinin yanındaki Rum kilisesinin yanında soluklanıyorum. Hiçbiri beni tanımıyor. Babamı ve dedemi tanıyorlar. Dedemin amcasının eşi Makbule, bana sarılıyor. Yaşlılar Kürtçe konuşuyor, seviniyorum. Müthiş bir ilgiyle karşılanıyorum. Orta yaşlılar babam ile olan anılarını anlatıyorlar, yaşlılar dedemi… Sonra belde mezarlığına gidiyorum. Eski mezarlar hayli fazla.

KÜRT MUSTAFA’YA POMAK SOYADI

Şöhret nine durmadan, bana yüz yıllık akraba yaşlıların hala yaşayıp yaşamadığını soruyor. Sonra ekliyor, “biz buraya ilk geldiğimizde Rumlardan kalma kuyu sularını içtiğimiz için çoğumuz öldü. Bu mezarlar onlara ait” diyor. İkinci gün oradan ayrılıyoruz. Söke’nin Sazlı beldesine gidiyoruz. Oradaki büyük halam gülerek, “buralara ilk geldiğimizde Zeytin yemiyorduk. Böcek sanıyorduk” diyor. Bir trajediyi zeytin üzerinden anlatıyor. Sonra Manisa’nın Akhisar İlçesi’ne bağlı Beyova Kasabası’na gidiyoruz. Orada Zilan direnişinin sembollerinden Reşoyê Silo’nun akrabaları var. Avluda buralara ait olmayan cinste bir köpek görüyoruz. Buruşuk yüzünde Kürtlerin çoban köpeklerinin asil edası… Bizi Reşo karşılıyor. Dedesi Reşo’nun ismini ona vermişler. Kocaman bıyıklarında, yokluğun yarattığı ızdırap asılı duruyor. “Sürdüler de bizi buraya, sefalete mahkûm ettiler ya, mahpusluk belasından kurtulamadık burada da” sözleriyle özetliyor sürgündeki Kürdün durumunu. Oradan, Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı Mahmudiye Kasabası’na gidiyoruz. Zilan’ın Sogitli Köyü’nden sürülen Mustafa’ya Pomak soyadını vermiş devlet. Gülüyor, “soyadımız Pomak ama biz Kürdüz anadan babadan” diyor. Sonra Kerim Demir, Zilan’ın İncesu Köyü’nden sürülen dedesi Halit ile bir Türk çocuğunun kısaca hikâyesini anlatıyor: “Dedem Halit buraya ilk geldiğinde, buradakiler ona kuyruklu Kürt diyor. Bir gün dedem kahvenin önünden geçerken, çocuğun biri babasına soruyor, baba yahu bu Kürdün kuyruğu yok ki! Babası ne bilem gayrı, öyle diyolar Kürde!”

Kısacası her sürgünün ayrı bir hikâyesi var. Hikâyeler az çok benzer. Acılar ortak… Ama hiçbir sürgün, sürüldüğü yerde mutlu değil…

Sedat Ulugana / Fırat Haber Ajansı




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder