Sayfa - Rûpel
▼
Bölümler - Beş
▼
31 Mart 2012 Cumartesi
Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları
Sadık Yalsızuçanlar, çağının sorunlarına duyarlı bir Türk aydını olarak, edebiyatçı kimliğinin verdiği duyarlılıkla, yetiştirdiği değerlere niçin bu kadar acımasız davrandığını sorguluyor “Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları” adlı eserinde. Kitap ismini Genç Siviller Hareketinin 29 Ekim 2007 tarihinde düzenlediği
“Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları” etkinlikten alıyor. Söz konusu etkinlikte Murat Belge’nin yaptığı analiz ülkemizdeki hakim zihniyeti anlatması acısından önemli tespitler yapıyor. Dünyanın demokratik ülkelerinin hiç birinde tek büyük adam ve tek heykel yoktur. Mutlaka birden fazla büyük adam vardır. Ama bizim ülkemizde, tek büyük adam vardır ve başka büyük adamlar hep haindir! Dini rehberleri, bilgeleri ve âlimleri bir yana bırakalım, şairlere yaptıklarımızı düşünelim sadece. Ya hapsettik, ya idam ettik, ya faili meçhulle yok ettik bu değerleri.”(Sadık Yalsızuçanlar, Cumhuriyet’in Gözü Yaşlı Çocukları, Anatolia Kitap,s:9). Bu kadar çok değerin dışlandığı süreçte, sürekli vatan hainlerinin yaratılması ve bunların doğurduğu travmalarla karşılaşmak kaçınılmazdır.
İmparatorluktan Cumhuriyete geçen tarihsel süreç incelendiğinde, sürecin çok sayıda sorunu da beraberinde taşıdığı görülecektir. İmparatorluk gibi etnik ve dil bakımından çoğulcu bir toplumdan ulus- devlet yaratmak için kullanılan araçlar göz önüne alındığında, devletin dayandığı ideolojik yapılanmayı kabul etmeyen veya kendini egemen olandan farklı tanımlayan toplum kesimlerinin çekeceği acıları anlamak mümkün. Modern ulus devletin tekçi ve otoriter tavrı yüzünden cezalandırılanlar arasında sanatçı ve aydınların ön sırada yer alması şaşırtıcı değil. Şurası unutulmamalıdır ki, aydın ve sanatçılar toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapan ya da yapma potansiyeline sahip insanlardır. Bundan dolayı ideolojik yapılanan ulus devletlerin ilk tepki göstereceği kişiler aydınlardır. Ulus devletler ya kendi sanatçılarını yetiştirecek ya da farklı düşünen sanatçıları aynı hizaya getirmeye çalışacaktır. “Sanatkarlarına karşı bu denli şedit, bu kadar acımasız başka bir devlet var mıdır bilmiyorum. Kimisi sosyal adalet duygusuyla sosyalizme gönül vermişti, kimisi İslam irfanının peşindeydi, kimisi ‘ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz asla’ diyordu, kimisi, memleketini, kadınları ve özgürlüğünü çok sevdiğini söylüyordu. Ufukları bu denli dar, bu kadar buyurgan ve başka düşüncelere karşı alabildiğine hoşgörüsüz başka bir iktidar olmuş mudur bilmiyorum geride o kadar çok gözü yaşlı, , örselenmiş, yaralanmış ve acı çeken evlat bırakan başka bir ‘devlet baba’dan söz edilebilir mi? Oysa bütün bunlar ‘uygar, hürriyetçi, halkçı ve cumhur’dan yana bir toplumsal düzen uğruna yapılıyordu.”(Sadık Yalsızuçanlar,s10)
Resmi ideolojik forma uygun bir edebiyat yaratma girişimleri edebiyat ve sanat alanını bir hayli kısırlaştırmıştır. Cumhuriyet döneminde özellikle resmi ideolojiyi destekleyen edebiyat ürünlerindeki niteliksizlik, edebiyata müdahale edildiğinde veya belli bir ideolojinin hizmetine verildiğinde nasıl yozlaştığını açıkça göstermektedir. Aslına bakılırsa edebiyat ve sanat alanları özgün ürünler verebilmek için sanatçının özgürce davranabileceği bir ortama ihtiyaç duyar. Cumhuriyetin ilk yıllarında edebiyat alanında yaşanan kısırlığın bir benzeri de 1917 Sovyet devriminden sonra yaşanmıştır. Sovyet Rusya bütün büyük sanatçılarını devrim öncesinde yetiştirmiştir. Devrimden sonra sanat devrimin hizmetine verilince edebiyat ve diğer sanat alanlarında verilen ürünler hem azalmış hem de niteliksizleşmiştir.
Yalsızuçanların, Cumhuriyetin muhaliflerini sindirmeye çalıştığı bir dönemi bütün boyutlarıyla yaşayan ve kelimenin tam anlamıyla bir sivil itaatsiz olan Said Nursi’nin tanıklığına baş vurarak anlattıkları, muhalif aydınların kaygılarını anlatmaları bakımından önemli bilgiler içeriyor: “ Dünya ehli ‘sen’ diyor, ‘bizi seviyor beğeniyor musun, seviyorsan eğer niçin bize küsüyor, karışmıyorsun? Beğenmiyorsan demek ki bize karşısın, biz, karşıtlarımızı ezeriz. Cevaben derim ki ‘ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ne de dünyanızı beğeniyorum. Fakat karışmıyorum. Benin amacım başka, başka noktalar kalbimi doldurmuş. Sizi ve dünyanıza ilişkin şeyleri düşünmeme engel oluyor. Sizin göreviniz, ele bakmaktır, kalbe değil. Çünkü yönetim ve güvenliğinizi düşünüyorsunuz. El karışmıyorsa ne hakkınız ver ki, bizi kalbinizde sevsin diyorsunuz? Ben, nasıl bu kışta baharı istiyor, ama irade edemiyorum. Öyle de dünyanın düzelmesini diliyor ve dua ediyorum fakat iradem buna yetmiyor, elimden bir şey gelmiyor. Sonra çok belalar gördük kimseye güvenimiz kalmadı, senden nasıl emin olabiliriz, diyorsunuz? Önce belirttiğim noktalar size güven vermekle birlikte, öğrenci ve yakınlarım arasında, beni dinleyenlerin içinde taşkın olaylar içinde dünyanıza karışmadığım halde, gurbet diyarında, yalnız, kimsesiz, güçsüz, bütün ilgileriyle öte dünyaya yönelmiş, haberleşme imkânları yok edilmiş, herkese yabancı, kimseyle görüşmeyen bir insan, anlamsız ve sonuçsuz bir şekilde tehlikeli dünyanıza karışabilir mi? Bunu yapmak için çılgın olmak gerekmez mi? Sonra şöyle diyorsunuz, ‘bizim uygarlık anlayışımızı, hayat tarzımızı ve giyinme biçimimizi niçin kabul etmiyor ve uygulamıyorsun? Hey efendiler, bana ne hakla hayat tarzınızı öneriyorsunuz? Beni medeniyetin haklarından uzaklaştırdınız. Haksız olarak beş yıldır bir köyde, hiçbir haberleşme imkânı olmadan zorla tutuyorsunuz. Her sürgüne, yakınları ve dostlarıyla görüşme imkânı verdiğiniz halde, beni burada dünyadan tamamen soyutladınız. Demek ki beni milletin bir bireyi ve yönetiminden sorumlu olduğunuz halkın üyesi olarak görmüyorsunuz? O halde bana nasıl yasalarınızı uygulayabilirsiniz. Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindandaki bir adama böyle şeyler teklif edilir mi? Siz bana dünyanın kapısını kapattınız, ben de ahretin kapısını açtım. … Beni ne zaman özgür bırakır, dilediğim yere arzu ettiğim biçimde gitmeme imkân verilirse, o zaman sizin yasa ve kurallarınıza uyarım.( Yalsızuçanlar, s:12)
Yalsızuçanlar, devletin muhaliflere takındığı tavra örnek olarak bugünlerde de entelektüel ve siyasal alanda yoğun bir biçimde tartışma konusu olan Dersim’i inceliyor. Görünen o ki, Seyit Rıza’nın idamına uzanan süreç ayrıntılarıyla incelendiğinde, olayın bir isyana karşı gelişen spontane bir hareket olmayıp, yıllarca hazırlık yapılan planlı bir devlet projesi olduğunu gösteriyor.
Dersim, özcü bir anlayışla idealize edilen ulus yaratma projesine uygun olarak planlanan ve uygulamaya konan, farklılıkları eritme anlayışından beslenen ve sonuçları vahim olan bir devlet terörü olarak değerlendirilmelidir.
Kitabın incelediği diğer önemli bir konu bir yönüyle Dersim’le de bağlantılı olan Kürt sorunu ile ilgilidir. “ Bugün, ülkemizin Kürt etnik kimliğinden olan Türkiye Cumhuriyeti’yle ilgili bir yanıyla terörize olmuş, bugünle veya PKK’nın tarihiyle sınırlı olmayan, Kemalist ulusçulukla doğrudan ilgili, kimlik ve özgürlük/ insan hakları/ demokrasi bağlamlı, özellikle son çeyrek yüzyıldır iç ve dış göçe uğramış, köylerin boşaltılmasına, yakılmasına; göçen veya kalan çoğu kimsenin yoksullaşmasına, bölgede yoğun bir silah ve uyuşturucu trafiğinin oluşmasına, bir değer çürümesine yol açmış sorunumuz olduğu konusunda herkes hemfikir”(Yalsızuçanlar, s:29) Kürt sorunu Cumhuriyet projesinin karşılaştığı en önemli sorunlardan biridir. Sorunun bu güne kadar çözümsüzlüğünün arka planında devlet elitinin sorunu değerlendirme konusundaki ufuksuzluğu önemli bir yer tutmaktadır. Kitap, devlet bürokrasisinin Kürt sorununa nasıl yaklaştığı ve ne tür hatalar yaptığı konusunda çarpıcı analizler yer alıyor. “Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Süreyya Özgeevren’in, hatıratında anlattığına göre Şey Said Olayı’ndan sonra kurulan mahkemeye 20-25 yaşlarında hiç Türkçe bilmeyen bir genç getirilir. Binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyetinin, ‘sorgulamaya bile gerek yok. Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez ‘ diyerek idamına karar verilir.(Yalsızuçanlar, s:32) Türkiye’nin son 30 yılını bloke eden sorunun kaynağına ilişkin olarak bir çalışma yayınlayan araştırmacı yazar Ahmet Yıldız’ın analizi konuya ışık tutacak niteliktedir. “Kemalist ulusçuluğun etnisist tabiatı, ayırımcılığı dil, kültür ve ülkü umdeleri etrafında tanımlayan ancak sistematik ırkçı olmayan bir yapıya işaret etmektedir. Bu etnisizmin zaman zaman ırkçı bir refleks taşıdığı da unutulmamalıdır. Kemalist ulusçuluk, tüm ulusçuluklarda görüldüğü gibi, Türk ulusunu her şeye önceler; dini ve insani ilgiler, ulusal ilgiler açısından tali değer taşırlar.” Bu noktada Kemalizm’in ırkçı uygulamalara kayan en önemli düşünsel kaynaklardan biri Mahmut Esat Bozkurt’un görüşleridir. Mahmut Esat Bozkurt, Türk olmayanların bu ülkede sadece köle olma hakları olduğunu savunarak ırkçı bir noktaya kaymıştır. Mahmut Esat Bozkurt’un savunduğu görüşlerin bugün dünyanın geldiği demokratik aşamada bile savunuluyor olması trajik bir durumdur. Kabul etmek gerekir ki, Bozkurt’un görüşleri kültür milliyetçiliğinden öte, ırkçı ve ötekileştirici bir etnisist anlayıştan beslenmektedir. Bu anlamıyla Onun görüşleri, İtalya’ya yaptığı bir seyahatte orada uygulanan faşist doktrininden fazlasıyla etkilenen Recep Peker’in görüşlerine paralellik göstermektedir.
Cumhuriyetin erken dönemlerinde geliştirilen “Güneş Dil Teorisi” ve Türkiye’deki bütün etnik unsurları Türk kabul eden “Türk Tarih Tezi” bilimsel temeli olmamasına rağmen, bu konuda çok sayıda çalışma yapılması, yürürlükte olan zihniyetin ipuçlarını vermesi bakımından anlamlıdır.
Bütün bu çalışmalar imparatorluk gibi çok dilli ve etnisiteli bir örgütlenmeden homojen bir ulus çıkarılması temeline dayanıyordu. Hiç şüphesiz bu anlayış felsefi olarak çoğulcu bir yapıdan ziyade idealleştirilmiş homojen bir toplumsal anlayışa işaret ediyordu.
Resmi söylem Kürt sorununu sosyolojik ve tarihsel bir zeminde ele alacağı yerde, bugünde benzerlerine sıkça rastladığımız, ideolojik ve güvenlik sorununa indirgeyerek algılamayı tercih etmiştir. Sorunun çözümünde atılacak adımlarda bu belirlemenin etkisinde kalmış, çözümün olacağı yerde sorun daha da karmaşıklaşmıştır.
1930 Ağrı isyanında bölgeyi gezen Yusuf Mazhar’ın anlattıkları, Kürtlere nasıl bakıldığı konusunda ipuçları vermektedir. Yusuf Mazhar Kürtleri Kızılderililer gibi gaddar, ırkımızın başına bela olan medeni haklardan yaralanmayı hak etmemiş, vahşi, bastıkları yere zarar veren, değirmende un öğütmeyi bilmeyen, düşüncelerini anlatmayı beceremeyen bir topluluk olarak tanımlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, devletin birincil bir mesele olarak gördüğü soruna bakışı o kadar akıl dışıdır ki, bugüne kadar sorunun neden çözülemediğini daha iyi anlayabiliyoruz. Buna paralel olarak sorunun çözümüne katkı yapması beklenen ve Kürtleri Türk nüfusu içinde eritmeyi amaçlayan iskan politikaları da gerekli sonucu vermemiştir. Entelektüel düzeyde üretilmeye çalışılan Türk dili ve tarihi tezleri de etnik anlamda homojen bir toplum yaratmayı hedefliyordu. Cumhuriyet projesi bir taraftan Kürtleri eğiterek modernleştirmeye çalışmış ama öte yandan bölgedeki tek eğitim kurumu olan medreseleri kapatmakta bir sakınca görmemiştir.
Aslına bakılırsa sorun Kürtlerin ne istediğinden çok devletin demokratik bir hukuk devletine dönüşme sorunudur. Demokratik hukuk devletine dönüşümün en önemli koşulu etnik kimlikleri referans olmaktan çıkarmaktır. Daha doğrusu bir etnik kimliğe fazlasıyla gönderme yapmak sorunu çözmekten ziyade karmaşıklaştırdığı için, öncelikle bu siyasal tutumdan vazgeçilmelidir.
PKK, uyguladığı yöntemlerle Kürt sorununun terörize olmuş boyutunu ifade etmektedir. Bu yapısıyla PKK artık Kürt sorununun önünü tıkayan bir aktör durumuna gelmiştir. Ayrıca örgütün baskısına ve siyasal propagandasına karşın Kürtlerin önemli bir bölümünün örgütü desteklemediği bilinmektedir.
Kürt sorununun doğmasında devletin bölge özelinde yıllardır yürüttüğü politikaların önemli bir etkisi vardır. Sadece Diyarbakır cezaevinde yaşananlar diğer uygulamalar ve insan hakları ihlalleri görmezden gelinse bile birkaç terör örgütü yaratacak boyuttadır. 12 Eylül sonrası yaşanan siyasal atmosfer, sosyolojik olarak bir terör örgütünün büyümesi için gerekli zemini fazlasıyla hazırlamıştır.
PKK’nın terör örgütü olması, uyguladığı sindirme yöntemleri, örgüt içi infazlar haklı olarak eleştirilebilir, eleştirilmelidir de, ancak bu durum devletin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. PKK’nın bir terör örgütü olmasına karşın, örgütün eleman bulmakta niçin zorlanmadığını, insanları bu kanlı örgüte katılmaya nelerin ikna ettiğini izah etmek yükümlülükleri vardır. Bilinen o ki, 12 Eylül sürecinde yaşananların beklenen sonuçlerı doğurmaması imkansızdır. İlk Kürdoloji Enstitüsünün 1860 yılında Petesburg üniversitesinde açıldığını düşünürsek, bu konuda ne kadar geç kaldığımız kolayca anlaşılabilir. Bir Kürtçe televizyonun açılmasının bile bölücülüğe hizmet edeceği gibi bir anlayış hala bu topraklarda taraftar bulabiliyor.
Büyük ölçüde Türk modernleşmesinin yarattığı Kürt sorununun arka planında uluslar arası siyasal gelişmeler bulunmaktadır. Moderrnitenin arkasından yaşanan Küreselleşme ve modernitenin siyasal örgütlenmesi olan ulus-devlet farklı kimlikleri homojenleştirmeye çabaladı. Ancak günümüzde modernitenin felsefi temellerine eleştirel yaklaşan postmodernite; modernitenin dayandığı hakikatin tek olduğu ve bunun akılla temellendirilebileceği tezine karşı çoğulculuğu ve yerel kültürleri öne çıkarmaya çalıştı. Ulus-devlet içindeki alt kültürler yaşanan siyasal gelişmelerle daha da görünür hale gelmeye, kamu alanına çıkmaya ve hak talep etmeye başladılar.
Türkiye Cumhuriyeti uzunca bir süre dünyada gelişen yeni trendlere karşı, kuruluş felsefesine sıkı sıkıya sarılarak yaşadığı sorunları karşılamaya çalıştı. Özellikle Ak Parti döneminde meydana gelen değişimler, devletin kendini kuruluş felsefesinden çok dünyada gelişen siyasal anlayışlara göre kendini yeniden tanımlamaya çalıştığını gösteriyor. Daha önce Kürtçe televizyon ülkeyi böler noktasından bugünlere gelinmesi önemli bir paradigma değişimine işaret etmektedir.
“Derida, İstanbul Mektubunda, harf devriminden bahisle, Türklerin harflerini yitirişinden söz eder ve bunu bir bellek silinmesine, dolayısıyla belleksizleştirmeye yol açtığını, gündelik hayata ilişkin gözlemleriyle aktarır.”(Yalsızuçanlar,s: 50) Aslında modern ulus devletin siyasal amacı tam da bunu gerçekleştirmektir. Geçmişe ait kimliği silmek ve yeni bir kimlik oluşturmak; ancak yaşana tarihsel geçmişi yok saymak ve silmek mümkün değildir. Kürtçenin yasaklanması yeni bir siyasal ve kültürel kimlik oluşturmanın ön şartı gibi düşünülmüştür. Oysa milli birlik ve beraberliğin etnik temeller üzerine kurulmasının belki de en zor olduğu coğrafya üzerinde yaşadığımız topraklardır. Tarihsel süreç incelendiğinde son söz Said Nursi’nin “ milyonlarla ferdi bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki bizim gibi ayrı unsurlardan sayılanlara teklifimiz bir nevi vahşettir” (Yalsızuçanlar,s:58)şeklindeki sözleridir.
Türk solunun Ergenekon davası karşısında gösterdiği ikircikli çekinken tavır ise sol açısından trajiktir. Sol düşüncenin askeri darbelere muhalif olması gerektiği tezi hem dünyadaki hem de Türkiye özelindeki pratikte çökmüştür. 12 Eylül darbesinde en çok işkenceye maruz kaldıkları iddiasını dillendiren solun, darbe planı yapmakla suçlanan ve tutuklanan kişileri niçin savunmak zorunda kaldıklarını anlamak zor. Ahmet Altan’ın 16 Nisan 2009 tarihinde Taraf gazetesinde sorduğu sorular gerçekten anlamlıdır: “Niye Ergenekon’u savunuyorsun? Niye gerçekleri gizlemeye çalışıyorsun? Söyle bize, bunları niçin yapıyorsun? Darbecilerin gelip dindarları, Kürtleri, demokratları asması çok mu mutlu edecek seni? Çok mu sevineceksin? O insanların öldürülmesi için çalışanları desteklemek sana ‘solculuk’ gibi mi gözüküyor.” Sol düşüncenin darbeye karşı durmak yerine süreci Cumhuriyetle hesaplaşıyorlar noktasına taşıması tuhaf ve ironik bir tutarsızlıktır.
Benzer bir şekilde Hrant Dink’e yönelen öfkenin altında da otoriter ve etno- milliyetçi tepkiler yatmaktadır. Çünkü Türkiye’deki bütün ideolojiler, Kemalist sistemin etkisinden az ya da çok etkilenmişlerdir. Bundan dolayı ülkemizde demokrasiyi ve insan haklarını savunan her ideolojinin Kemalizm’in etno- milliyetçi karakterinden uzaklaşmalıdır. İslamcı-muhafazakarlar ise bilmelidirler ki, bu ülkede yaşayan herkesin güvenlik içinde yaşaması İslam ahlakının gereğidir.
Üniversitelerin toplumda oynadığı role ilişkin analizler yapan Yalsızuçanlar, geçmişte yaşananların alt yapısını oluşturan zihniyeti ve bunun üniversite ile olan ilişkilerini çözümlemeye çalışıyor. 12 Eylül yasakçı zihniyetinin üniversite camiasına yansıması olan YÖK, sadece özgür düşünceyi ve farklılıkları yok etmemiş aynı zamanda üniversiteleri lise seviyesine indirmiştir.
Sadık Yalsızuçanlar, Prof. Dr. Yalçın Koç’un Türkiye Günlüğü dergisinden yola çıkarak sistemleştirdiği “Anadolu Mayası” kavramını önemsiyor. Ona göre Anadolu’yu çağlar boyunca var eden bir tür toplumsal sözleşme olan “Anadolu mayası”dır. Yazar mayayı bir metafor olarak, mayaladığını bir arada tutan güç olarak görüyor. Anadolu mayasının temeli Maveraünnehir’den gelip Anadolu’da toplumsal sözleşmeyi hazırlayan sentezin adıdır.
Kitabın önemli makalelerinden biri de “Varlığın Birliği ve Kardeşliği” adlı, Kürt sorununun çözümünü kardeşlik temeline bağlı olarak açıklamaya çalışan makaledir. Yazara göre Vahdeti Vücut anlayışı Kürt sorununun çözümü için kuvvetli bir referans noktası oluşturur. Tasavvuf açısından bakarsak bir insanın diğerini dilinden veya etnik aidiyetinden dolayı suçlama hakkı yoktur. Bunun için modern insanın zihin kalıplarını oluşturan paradigmanın toptan değişmesi gerekir. “ Bugün, etnik milliyetçiliğe yol açan ve etnik milliyetçiliğin yol açtığı çatışma alanlarının yatışmasında ve aşılmasında, böylesi bir cihanşümul ilkenin onarıcı, inşa edici soluğuna ihtiyaç var (Yalsızuçanlar,s:108)
Yazar kitabın diğer makaleleri olan “Kadim Bir Kurum: Aile” de aileyi ve kadın erkek ilişkilerinin ilahi kökenlerini, insanın yaratıcıyla olan ilişkilerini; “Doğu’nun En Batısı Batı’nın En Doğusu” nda kimliğimizin temel unsurlarını, kimliğimizin merkezi olan İstanbul’u; “Biz” de kimliğimizin semavi köklerini; “İkametin Özü”nde yeryüzünde yaşamanın anlamını, mekan tasavvurunu ve İslam mimari ilişkilerini; “Nefsini Bilen Rabbini Bilir” de kendini bilmenin deruni anlamını; Bit Pazarına Yağmur Yağıyor” da Ankara’nın eski semt pazarlarındaki otantik havayı ve insan ilişkilerini; “Bilgelerin Soluğu Orucun Suladığı Ses”te orucun insanın manevi dünyasında oynadığı rolü; “Bir Karşı Tarih Yazımı: Son Devrin Din Mazlumları”nda Necip Fazıl’ın resmi tarihin dışında yeni bir tarih oluşturma çabasını ve bu toprakların değerlerine karşı yürütülen sindirme ve cezalandırma politikalarını ele alıyor.
“Cumhuriyetin Gözü Yaşlı Çocukları” kendi halkına karşı gaddar ve acımasız yöntemler kullanan devletin zihin kodlarını çözmeye çalışan güzel bir çalışma.
Yavuz YILMAZ
Kaynak: http://www.fitrat.org/yazi_detay.php?id=11497
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder