Sayfa - Rûpel

Bölümler - Beş

6 Şubat 2012 Pazartesi

HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 1

Özgür Gündem Gazetesinden Alınmıştır...

HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 1

Ahmet KAHRAMAN

Kırım ve kan sesleri

Resmi belgelere göre 1803’ten 1914’e kadar, Kürdistan’da 12 ayaklanma yaşandı. Ayaklanmalar katliamlarla karşılık gördü.

Kürdistan, Osmanlı kabuğunun altında , Mirlerin yönetiminde özerkti. Osmanlı’ya asker ve vergi vermiyordu. Adli ve eğitim hizmetlerini de kendisi karşılıyordu. Osmanlı, Kürdistan Özerkliğine ilk kez, 1800’lerin başında müdahale etmeye ve isyan ateşleri yanmaya başladı. Kısacası isyan sözü, tedip ve tenkile meşruiyet kılıfı geçirme çabasıdır. İsyan yok, tedip ve tenkil vardır. Ortaya çıkan manzara ise kırım ve kan sesidir.




Bu yazı dizisinde, Türk resmi söylem ve aydınlarının kalemlerinde “isyan” diye nitelendirilen hareket ve olayları irdeleyeceğiz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dili, ülkesinin adı, kültürü, hatta kültürünün yansıması olan insan ve yer isimleri, özetle baştan başa varlığı yasaklanmış Kürt halkına mal edilen “isyan”ların sayısı birden başlayarak numaralandırılıyor. PKK hareketi de eklenerek rakam 29’a çıkarılıyor.

Oysa gerçeğin penceresi, bilimin ışığı 29 isyan rakamını doğrulamıyor, ezber söylemi yalanlıyor. Çünkü, bir halk hareketinin isyan olabilmesi için planlı, programlı bir hazırlık sürecini gerektiriyor. Oysa, böyle bir hal, durum ve planlı hazırlığa dayalı eylem yoktur. PKK’ye kadar, yalnızca bir hareketin (Ağrı Dağı isyanı) yarım yamalak bir ön hazırlığı olduğunu görüyoruz. Türk resmiyetinin “isyan” adıyla tarihe not düştüğü olaylar, yine resmi söylemle “tedip (terbiye etme) ile “tenkil” (yerinde sonuna kadar susturma), yani tepeleme hareketleridir. Kısacası isyan sözü, tedip ve tenkile meşruiyet kılıfı geçirme çabasıdır.

İsyan yok, tedip ve tenkil vardır. “Tedip” ve “tenkil”in ardında ortaya çıkan manzara ise kırım ve kan sesidir. Bu yazı dizisinde, “Kürt isyanlarını” irdelerken, tedip ve tenkilin tanıklarını, geniş ölçüde Türk resmi belgelerinden seçeceğiz.
Rus, Pers ve Arap kaynaklarına göre kadim Kürdistan tarihinin kökleri, Milat’tan önce 10 bin yıla dayanmaktadır. Rus tarihçi M.S. Lazarev, Kürtlerin ataları olarak Hurrileri, Lulube, Kassi ve Kardukları gösteriyor ve şunları yazıyor: “Kürt etnik sentezinin ilk kaynağı Kuzey Mezopotamya’da, çağdaş Kürdistan’ın tam merkezinde bulunmaktadır. Burası dünya uygarlığının en kadim merkezlerinden biridir. 8 bin yıl önce, varlığını 600 sene sürdüren Halaf kültürü, Kürdistan’ın bugünkü Suriye topraklarında ortaya çıkmıştır.”

Yunanlı General Ksenefon’da İsa’nın doğumundan 5. yüzyılda yazdığı “Anabasis” adındaki kitabında Kürtlerin yaşama biçimlerini anlatmaktadır.

Kürtler Persler, Roma, Araplar ve Osmanlılarla yan yana komşuluk ilişkileri içinde yaşadılar. İslam öncesinde, bölgede yaygın olan Zerdüştlüktü, bağlı oldukları din. İslamiyete geçişleri ise kolay ve kendiliğinden olmadı. Yaklaşık üç yüz yıl süren savaştan sonra İslamiyete geçtiler. Ama Zerdüşt inancının pek çok motif, renk ve kutsalını da birlikte yaşatarak...
Bu dönemde ulusal bilinç, kavmi aidiyet önplanda değildi. Halkları birbirine kaynaştıran başlıca değer dini inançtı. Kürtler dini bağlılık temelinde, İslam’a önemli katkılar yaptı. Bugünkü Kuzey Kürdistan’ın kuzey doğusundan, Irak’ın bir şehri olan Tikrit’e yerleşmiş Revandi aşiretinin önderlerinden Eyub’un oğlu Yusuf Selahaddin (Selahaddinê Eyyubi) Haçlıların istilasına karşı İslam ordularının baş komutanı olarak ortaya çıkıp Şam ve Mısır’ı ele geçirerek 1169 yılında babasının adıyla anılan Eyyubi devletini ilan etti; Selahaddin’in ordusunda Araplar ve başka halklardan askerler vardı. Ama komutanları Kürtlerdi. Mesela, Akabeyi Haçlılara karşı savunan, daha sonra Kudüs valisi ve Eyyubi ordularının baş komutanı olan Ebul Hayca Hakkarili bir Kürt’tü.

Selahaddin, Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtararak evrensel düzeyde adını duyurdu. Ama asıl özelliği adaletiydi. Adil karar ve uygulamarla düşmanlarının saygısını da kazandı. Bir başka özelliği ise kültür, sanat ve bilime verdiği değerdi.

Fakat, yukarda da belittiğimiz gibi uluslaşma çağı değildi. O nedenle bu Eyyubi devletine Kürt devleti demek mümkün değildir. Eyyubi, İslam devletiydi.

Selahaddin’den sonra, Eyyubilerin egemenliği uzun ömürlü olamadı. Sultanlık el değiştirdi. Kürtler kendi yönetimlerini “Mirlikler” (Beylikler) şeklinde sürdürdüler.







Kürt mirlikleri

Kürt beyliklerinin çevrede baskı gördüğü başlıca unsur Selçuklulardı. Fakat Selçuklular Kürtlere boyun eğdiremediler. Uzun savaşlardan sonra taraflar arasında saldırmazlık anlaşması yapıldı. Fakat Moğollar, 1219’da Harzemşah devletine saldırdılar. Şah Celaleddin yenilince kaçıp, Kürdistan’a sığındı. Moğolların, düşmanlarını teslim isteğinin geri çevrilmesi savaş bahanesi oldu.

Moğol ordusu güçlü ve acımasızdı. Kürdistan’ın savunması yetersiz kalınca, Moğol orduları 1231’de Amed (Diyarbakır), Ahlat ve Şarezor şehirlerini ele geçiriyor, harabeye çeviriyordu. Bunun üzerine Kürtler, başkentlerini Bahar’dan Sultanabad’a taşımak zorunda kalıyorlardı.

İkinci dalga Moğol istilası 1258’de tazeleniyordu. Cengiz Han’ın torunu Hülagu, Bağdat seferine çıkarken, Kürdistan’da katliam yaparak ilerliyor, Kirmanşehri yakıp yıkıyor, Erbil’de büyük bir direnişle karşılaşıyor, fakat Musul komutanının ihaneti sayesinde şehri ele geçirip katliam yapıyordu. Ertesi yıl Hakyari aşiretini kılıçtan geçirip, Cizre ve Mardin’i ele geçiriyordu.

Fakat daha sonra, istila harekatına başlayan Timur’un ordusu, 1400’de Kürdistan’ın sarp dağlarında adeta avlanıyordu. Rus tarihçi Minorski, Timur’ın aldığı darbelerin kiniyle katliam yaptığını, Kürt yazar Şerefhan, katliamlara rağmen Kürdistan’da tutunamadığını yazıyor.

Kürt Mirlikleri Akkoyunlular, Karakoyunlulara karşı da varlıklarını koruyor, Osmanlı ile yüz yüze geliyorlardı.

Kürt Mirlikleri, 1500’li yılların hemen başından itibaren birbiriyle çekişen Perslerle (İran) Osmanlılar arasında sıkışmaya başladılar. Kürdistan, iki taraf  için de stratejik önemdeydi. İki taraf da, Kürtleri hoşluk ve tatlı dille yanına çekmeye çabalıyordu. Osmanlı, Kürt Mirlerini değerli hediyelere boğarken, Pers Kralı Şah İsmail, kız kardeşini Hasankeyf Miri Melik Halid’le evlendiriyordu.

Ama hemen sonra ani bir çıkışla Kürdistan’a yürüyor, Siirt’ten Çabakçur’a, Palu kalesinden Maraş’a kadar pek çok yeri işgal ediyor, ama Botan ile Çekişkezek yöresinde durduruluyordu. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, Perslerin sınırlarına dayandığını görünce karşı hamle ile savaş ilan ediyor, iki ordu Van Gölü’nün kuzey doğusundaki Çaldıran’da karşılaşıyordu. Yavuz Selim, Şah İsmail’le kinli Kürt Mirlerinin yardımıyla düşmanını yeniyordu.

Ancak bu savaş, Kürdistan tarihinde yeni bir başlangıçtı. Rus tarihçi Minorski’nin deyimiyle Kürtler iki tarafı da kullanıp, tampon bölge olarak kalacaklarına, bölünmeye uğruyor, bu da güçlerini aşındırıyordu. Bu arada Yavuz Selim yörede etkin bir Mele olan Bitlisli İdrisi bir heybe altın karşılığında kullanıp, Kürt Mirlerini ikna yoluyla karşı koyanları da savaşarak kendine bağlıyordu. En büyük direnişi Amed (Diyarbakır) gösteriyordu. Günlerce muhasara altında tutulan Amed Surları Eylül 1515’te teslim oluyordu.

Özerk Kürdistan’a ilk müdahale ve isyanlar

Kürdistan, Osmanlı kabuğunun altında ama, Mirlerin yönetiminde özerkti. Osmanlı’ya asker vermiyor, vergi de ödemiyordu. Adli ve eğitim hizmetlerini de kendisi karşılıyordu. Osmanlı devleti, Kürdistan Özerkliğine ilk kez, 1800’lerin başında müdahale etmeye ve isyan ateşleri yanmaya başladı. Süleymaniye Mirliğinin önderi Babazade Abdurrahman Paşa, yöre aşiretleriyle birleşip 1803’te bağımsızlık istemiyle baş kaldırıyor, karşı çıkan Osmanlı ordusu yenilgiye uğruyordu. Osmanlı bunun üzerine vasi olarak gördüğü Britanya’dan yardım istiyor, onun gücüyle sivil kırım yapılarak isyan bastırılıyordu. Fakat kırım Kürtleri yıldırmıyor isyan Soran, Behdinan, Hakkari, Mardin, Diyarbakır, Cizre, Muş, Akra, Zaho, Urfa yörelerine yayılıyor, Revanduzlu Mir Muhammed 1833’te Osmanlı egemenliğine son verildiğini açıklıyor, kendi adına para bastırıyordu. Osmanlı Sultanı İkinci Mahmut 1834’te, Semih Paşa komutasındaki bir orduyu Kürdistan’ı tepelemekle görevlendiriyor, ertesi sene de Reşit Paşa’nın komuta ettiği 40 bin kişilik bir ordu daha gönderiyor ve Kürt kırımı başlıyor, 1836’da Mir Muhammed’in bulunduğu Revanduz Kalesi kuşatılıyordu. Mir Muhammed halka kötülük edilmemesi kaydıyla teslim oluyor, fakat hayatına dokunulmayacağı sözüne rağmen öldürülüyordu.

Fakat, isyan yayılmış, Kürdistan ateş çemberine dönmüştü. İhanetler, kardeşin kardeşe karşı satın alınması ise düşmandan daha çok zarar veriyordu. Mesela Botan Miri Bedirhan Paşa, yeğeni Yezdişer’in saf değiştirmesi yüzünden, 1847’de teslim olmak zorunda kalıyordu. Ama aynı Yezdişer 1855’te Süryaniler, Asuriler, Yezidi Kürtler, bölgedeki Ermeniler, Rumların ve pek çok aşiretin desteğiyle, bağımsızlık için baş kaldırıyor. Erzurum, Van kuşatılmışken Britanya devreye giriyor, barışçıl çözüm sözüyle Yezdişer tuzağa çekilip tutuklanıyor, başsız kalan hareket duraklıyor, ardından yayılma genişliyordu. Muş, Bitlis ve Van yöresinde başlayan isyan büyürken, Nakşibendi Şeyhi Seid Taha’nın oğlu Şemdinanli Şeyh Ubeydullah ve 1925’te asılarak idam edilecek oğlu Seid Abdülakdir’in başında bulunduğu hareket, 1880’de İran içlerine kadar yürüyordu. Bu hareket de İran, Osmanlı, İngiltere üçlüsünün gücüyle söndürülüyordu.

Türk resmi belgelerine göre 1803’ten 1914’e kadar, Kürdistan’da bölgeleri kapsayan 12 ayaklanma yaşandı. Ayaklanmalar, soykırım niteliğinde katliamlarla karşılık gördü. Ünlü Mısır Valisi Kavalılı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı’ya baş kaldırırken Nizip, Suruç yöresinde kadın, çocuk, ihtiyar dahil 60 bin Kürdü kılıçtan geçirdi. PKK’nin bugünkü liderlerinden Murat Karayılan’ın Berazi Aşireti ve ailesi adeta soykırıma uğradı.

Hamidiye Alayları

1891’de kurulan Hamidiye Alayları, Kürdistan tarihinde, yeni bir dönüm noktasıdır. Rus tarihçi M.S. Lazarev, “Hayal Olan Kürdistan ve Kürt Sorunu” isimli kitabının 151. sayfasında alayların kuruluş gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Hamidiye Alayları ile, Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlarından biri, Kürtleri Türk idari makamlarının sıkı gözetimi altında durmaya alıştırmaktı. Bununla birlikte, Hıristiyan ulusal azınlıkların, özellikle de Ermenilerin yükselen özgürlük hareketlerine karşı kullanmak amacıyla kuruldu.”

Hamidiye Alayları 1980’lerde uygulamaya konan koruculuğun başlangıcıdır. Amaç, Kürdistan ulusalcılığını yine silahlandırılmış Kürtler eliyle bastırmaktı. Ama, Kürdistan baskılara rağmen bulgur kazanı gibi kaynamaya devam etti.

Kürdistan ayaklanmaları ve yabancılar

1803’den 1914’e kadarki Kürdistan mücadelesinde, Osmanlı’nın İran’dan, Fransa, Rusya ve daha sonra da Almanya’dan büyük destek aldığını görüyoruz. (Bu destek, 1925’ten sonra da devam edecek, buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti, yardım edenleri daha sonra düşman ilan edecekti. Buna rağmen destek yağmuru durmayacak, son isyan olan 1984’ten sonra da yağmaya devam edecekti. Ama aynı Türkiye, aldığı desteğe rağmen, zaman zaman Amerika’yı, Avrupa’yı suçlayacaktı)

Öte yandan İttihat ve Terakki’nin ırkçı ideolojisinin, Osmanlı ordusunu yöneten Alman generallerinin eseri olduğu da gerçektir.

İttihatçılar ve onların devamı Kemalistler, aranan Türk ırkını bulmak için Türk olmayı kabullenmeyen Ermenileri kırımdan geçirecek, Rumları yerlerinden edecek, Müslüman herkesi Türk kabul eden kestirmeciliğe sapacaklardı.
 

İttihatçılar dönemi ve büyük savaş ve Sevr

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, 1908’de bir darbeyle Osmanlı yönetimini ele geçirmesiyle başlayan ırkçı uygulamalar ise bir kırılmaydı. Yürürlüğe konan yasalarla, özerklik fiilen kalkıyor, Kürdistan ilhak ediliyordu. Okullarda (Medrese), ilk defa bu dönemde, Osmanlıca resmi dil haline getirildi. Kürtlerin askerlik yapması ve vergi ödemesi zorunluluk sayıldı. Uygulama Kürtlerin tepkisiyle karşılandı. Kürdistan’ın dört bir yanında ayaklanmalar başladı. İttihatçılar, 1911’de misilleme ile Kürt örgüt ve kurumlarını yasaklayınca isyan dalgaları yayıldı. Kuzeydeki Mıli aşiretinin önderi İbrahim Paşa liderliğindeki ayaklanma kısa zamanda Erzin’den Halep’e kadar uzandı. Barzan, Zibar aşiretlerinin de katılımıyla Süleymaniye isyancılerın ana üssü oldu.

Kürtler, savaşarak kurtardıkları topraklarında yönetimlerini kurarken dünya savaşı başladı. Osmanlı, Almanya’nın yanında savaşı başlatmış, ancak ordusu, silah patlatamadan Sarıkamış’ta donmuş, Kürdistan işgale uğramış, Kürtler başka türlü can derdine düşmüşlerdi.

Kürt aydınları, daha savaşın dumanı tüterken, Osmanlı’nın başkentinde örgütlenmeye başlamışlardı. 1908’de, sürgünden dönen Şemdinanlı Şeyh Übeydullah’ın oğlu Seid Abdülkadir, gösterilerle karşılanıyor, daha sonra Kürt Tekavun ve Terakki Cemiyeti’nin, 1918’de de Kürt Teali Cemiyeti’nin başına getiriliyordu. Tekavun ve Kürt Teali Cemiyetleri, Kürdistan davasının partisel düzeydeki ilk ciddi örgütleriydi.

Türk Genelkurmayı’nın, Albay Reşat Hallı imzasıyla yayımladığı “Cumhuriyet döneminde ayaklanmalar” adındaki kitapta, Mustafa Zihni Paşa, Emin Ali Bedirxani ve başkan yardımcılıklarını yürüttüğü, Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Muş ve Dersim’de şubeleri bulunan Kürt Teali Cemiyeti’nin amacını Bağımsız Kürdistan olarak tanımlıyor.

Kürt Teali Cemiyeti, bu arada Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek üzere, Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında yapılan galipler toplantısına bir temsilciyle katıldı. Toplantıda, 10 Ağustos 1920 tarihinde 13 bölüm ve 433 maddeden oluşan bir metin kabul edildi. Anlaşmanın 62. maddesi Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkı ve özerkliğini ön görüyordu.


Lozan süreci

Sevr anlaşmasının imzalandığı süreçte, İttihat ve Terakki’nin B takımı olan Kemalistler tarih sahnesindeydi. Kürtleri hoş tutmak için sempatiyle yaklaşıyorlardı. Sevr anlaşmasına karşı çıkma bir yana, benzer ilkeleri savunup, benzer hakların teslim edileceğini tekrarlayarak, destek alıyorlardı.

Fakat sahne ile perde gerisi farklıydı. Ermeni tarihçi M. A. Gasratyan’ın anlatımıyla, Kemalistler 1922’de Ortadoğu’nun yeni aktörleri Araplar, İran ve Rusya ile sıkı ilişkiler kurup, onların aracılığıyla Britanya ve Fransa’ya ulaşıyor ve verdikleri tavize karşılık Kürdistan’ın özerkliği konusundaki tutumlarını değiştirmeyi başarıyorlardı. (Nitekim, özerklik kavramı Lozan anlaşmasında yer almayacaktı)

İstanbul’daki Osmanlı Meclisi Mebusan’a karşı Ankara’da oluşturulan Meclis’te Kürtler, “Kürdistan mebusu” sıfatıyla yer alıyorlardı. Galiplerin, İsviçre’nin Lozan kasabasındaki Ortadoğu’yu kalıcı şekilde düzenleme toplantısı boyunca, Kemalistlerin Kürtlere sempatik jestleri devam etti. Atatürk, Kürtlere duyduğu sempatinin somut delili olarak Dersim Mebusu Diyap Ağa’yı (Diyap Ağa’nın 35 kişilik ailesi 1938’de topluca kırılıyor, sadece küçük bir kız torunu kurtuluyordu) arabasına alıp gezdiriyor, Kürt temsilcilerine “milli kıyafetinizle meclise gelin” telkininde bulunuyordu. (Ulusal kıyafetle parlamentoya gelen Dersim temsilcisi Hasan Hayri 1926’da idam edilecekti)

Kemalistlerin Lozan’daki delegesi İsmet İnönü, Türkler ve Kürtlerin temsilcisi olduğunu söylüyor, kanıt olarak bazı Kürtlere çektirdikleri telgrafları gösteriyor, Kürdistan temsilcisi eski Büyükelçi Şerif Paşa’nın masaya oturması engelleniyordu. Atatürk de söz vermeye devam ediyor, İzmit’e çağırdığı gazetecilere, kurulacak devlette Kürdistan’ın özerk olacağını söylüyordu.


Yarın:
  • Lozan’dan sonra havaya karışan vaadler ve Kürdistan’da hayalkırıklığının öfkesi




HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 2

Ahmet KAHRAMAN



Kürt liderler 1923’te yeni bir arayışa geçip “Hizbe Azadiya Kurdistan”ı kurdular. Seid Abdülkadir ve Hasenanlı Halit Bey, Hacı Musa Bey, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey partinin yöneticileri arasındaydı. Şeyh Said’in herhangi bir görevi yok, Kürdistanca kabul görmüş lider konumundaydı. 1924 kışı başlamadan Yusuf Ziya, Mutkili Hacı Musa ve Albay Halit Bey’i tutuklandı, Şeyh Said de tuzağa çekildi ve beklenmeyen başkaldırı yürüyüşüne zorlandı.

Şeyh Said’in isyana zorlanması ve tuzaklar

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan anlaşma, emlak alımı diliyle Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senediydi. “Göktürk”leri hariç tutarsak, Türkiye Cumhuriyeti, isminde Türk kelimesi geçen tarihteki ilk devletti. Kürtler de ilk defa bir Türk devletiyle karşı karşıya geliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde kaleme alınan resmi tarih, Türkleri göçmen, ana yurtlarını da, “Orta Asya” olarak tanımlıyordu. Ama bu “Orta Asya” kestirmeceydi. Tam neresi olduğunu kimse bilmiyor, tarif de edemiyordu.

Efsaneye göre Türkler, tarihin her nasılsa esip geçtiği, onun için büyük felaketler arasına almadığı bir “kuraklık ve kıtlık” yüzünden yurtlarını terk edip, dünyaya yayılmış, bu arada yeryüzüne medeniyet aşısı yapmışlardı. Okullarda okutulan tarih kitaplarındaki haritada, Türklerin Orta Asya’dan kopuşu oklarla gösteriliyordu. Onlar medeniyetin mucitleri, kaşifleriydi. Onlar ateşten yararlanan ilk yeryüzü insanlarıydı. Hayvanları onlar evcilleştirmiş, buğdayı keşfedip ekime geçmiş, yazıyı da onlar bulmuş, bütün bunları dünyaya yayıp armağan etmişlerdi. Bu arada, bazı Çin efsaneleri de, gerçek Türk tarihi olarak sunuluyordu.

Yeryüzü halkları da Türklerden türemeydi. Asurluları, Sümerleri, Hititleri, Macarları, hızlarını alamayarak Amerikan kıtasının yerlileri olan Kızılderilileri Türk yapıyorlardı. Moğollar Türk boyu, Kürt Selahaddinê Eyubi ve Eyubi devleti, Selçuklular, Osmanlılar zaten Türk, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları tarihin imbiğinden geçmiş safkan Türk’tü.

Cumhuriyet şairleri, bu efsaneden yola çıkarak arı soy üzere, “soyum ırkım yücedir” diye başlayan ırkçı ve “kılıcımızın pasını düşman kanıyla sildik” benzeri hamasi şiirler, Kürt Ziya Gökalp de “Türkçülüğün Esasları”nı yazıyor, ardından Türk olmayanları kaynatan cadı kazanı dipten kaynamaya başlıyor, okullarda topluca haykırılan “ne mutlu Türküm diyene” haykırışları arş u alaya yükseliyordu.

Oysa zaman geçip, gerçeği kaplayan kül, 1990’larda biraz savrulmaya başlayınca, tarihçisinden politikacısına kadar pek çok resmi, yarı resmi ağız bu efsanenin karizmasını yerle bir edercesine “TC yurttaşları 36 ayrı etnik yapıdan gelmektedir” demeye başlıyorlardı. Bunlardan biri de Kemalist tarihçilerden Prof. Dr. Halil İnalcık’tı. İnalcık, 10 Ağustos 1995 tarihli “Yeni Yüzyıl” gazetesinde yayımlanan bir röportajında, Türkiye Cumhuriyeti Türklerinin göçmen olduğunu kabul ediyor, ama “Orta Asya efsanesini” ve soy birliğini yere yıkıyordu.

Prof. İnalcık, Türkiye Cumhuriyeti Türklerinin kökenleri hakkında şöyle diyordu: “Türkiye, göçmenler memleketidir. Son yüzyıl içinde, kendini Osmanlı Türk kültürüne bağlı hisseden insanlar Kırımlı Türk, Tatar, Kafkasyalı Türk, Çerkes, Abaza, Gürcü, Balkanlı Türk, Arnavut, Bosnalı, Pomak, Giritli Müslüman Türk yüzbinlerce insan, ana vatana gelip yerleşmişlerdir.”
Osmanlı’nın Türk nefreti

Osmanlı tarihi konusunda başlıca kaynak ve Türk tarihçileri için de dayanak Prof. Paul Wittek, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” adındaki kitabıdır. Prof. Wittek, kitabında Osmanlı ailesinin köklerini de irdelemektedir. Wittek, Osmanlıların Türk Oğuz boyunun Kayı aşiretine mensup olduğu savını ise kesin bir dille yalanlamakta, “Kayı”nın uydurma olduğunu söylemektedir..

Wittek’in görüşleri Osmanlı tarihi konusunda uzman olan Prof. Mustafa Akdağ tarafından da benimseniyordu.

Tanınmış bir Kemalist olan Demirtaş Ceyhun, “Ah Biz Kara Bıyıklı Türkler” adındaki kitabında, değişik alıntılarla Osmanlıların Türk nefretini anlatıyordu. Öyle ki, İttihat ve Terakki örgütünün darbesine kadar Türk dili bile yasaktı. Osmanlılar Afganistan Farsçası konuşuyorlardı.

Daha sonraki aşamalarda Arapça, Farsça ve yerli ile Avrupa dillerinden kelimeler karışımı bir dil oluşuyor, buna Osmanlıca deniyordu.

Lozan’dan sonra
İttihat Terakki, Sultan’ın yerinde kalması nedeniyle, yine de Osmanlı sayılıyor, yer yer imparatorluk hukuku işliyordu. Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti ile ilk defa Türklerle doğrudan yüz yüze geliyordu. Türk devletinin şefleri İttihatçıların B takımıydı. 24 Temmuz 1923 sabahı Lozan’da imzalanan anlaşma ile Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı resmiyet kazandıktan hemen sonra, hukukta buharlaşma başladı. Kürtler başta olmak üzere, halkların varlığı bir anda buharlaşıp havaya karışıyor, onun yerine din esasına göre herkes Müslüman, Müslümanlar da ani bir değişimle Türk oluyordu.

Kürt olmak yasaktı, artık. Kürt Teali Cemiyeti kapatılıyor, Kürt dili, kültürü, aidiyetine dair hakları da yasak altına...

Hemen ardından hazırlıklarına başlanan ve 1924’te yürürlüğe giren anayasa ile de Kürdistan ve resmen Kürt yoktu.

Oysa, Lozan anlaşması, her şeye rağmen Kürtlere bazı hak ve özgürlükler sağlıyordu. Anlaşmaya göre Kürtler, kısmi bir özerklikle dil ve kültürlerini geliştirme hakkına sahip olacak, mahkemelerde kendi dillerini kullanabileceklerdi.

Hizbe Azadiya Kurdistan ve muhbirler ağı

Kürtler aldatılma hissiyle şaşkın. Devletle olan bağlar, büsbütün erimiş, Kürdistan kaynama halindeydi. Kürt liderler, hemen ardından (1923) yeni bir arayışa geçtiler. Hukuki açıklık imkanı olmadığından, çalışmalarını gizlilik içinde yürüten “Hizbe Azadiya Kurdistan”ı (Kürdistan Özgürlük Partisi) kurdular. Seid Abdülkadir ve Kürdistan’da saygınlığa sahip Hasenanlı Halit Bey, Hacı Musa Bey, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey partinin yöneticileri arasında, Şeyh Said’in herhangi bir görevi yok, Kürdistanca kabul görmüş lider konumundaydı.

Azadi Hareketi, Kürt önde gelenleri, inanç temsicileriyle görüşmeler, yer yer toplantılar yaparak yasaklar çemberini anlatıyor, buna karşılık takınılması gereken tavır konusunda görüşler alıyorlardı. Ankara, resmi ajan ve hareketin içindeki muhbirler ağı aracılığıyla bütün çalışma ve çabaları yakından izliyordu. Hareketin içindeki en önemli muhbir, günümüzün deyimiyle itirafçı Şeyh Said’in bacanağı, ihbarından sonra yakalanıp idam edilen Albay Halit Bey’in kayın biraderi, emekli Binbaşı Kasım (Ataç)’dı.

Kasım, Varto’nun Qulan köyündendi. Aşiret mektepleri proğramı içinde askeri okula alınıp subay yetiştirilmiş, Binbaşı rütbesindeyken emekli edilmiş, o da Varto’ya yerleşmişti. Kasım hısımlık bağları nedeniyle Şeyh Said’in ve hareketin askeri liderliğine getirilmiş, ancak henüz elle tutulur hiçbir faaliyette bulunmamış Albay Halit Bey’in yakın çevresindeydi. Topladığı bilgileri, Ankara’ya naklettiği daha sonra anlaşılacaktı.
Şeyh Said’in yargılandığı Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde tanık olarak dinlenen ve tanıklığıyla en başta Şeyh, pek çok kişiyi idama gönderen Kasım, daha sonra devlet tarafından, muhbirlikten kardeşleriyle birlikte Söke’ye yerleştirilmişti. Kasım, Söke’deyken Ankara yeniden ifadesinin alınmasına ihtiyaç duymuştu. Kasım, 1945 yılında Söke kaymakamına verdiği ifadede, Şeyh Said’i kandırıp, tuzağa çektiğini ve yakalayıp teslim etmeyi başardığını anlatıyor, isyan hazırlıklarını da doğrudan Atatürk’e ilettiğini söylüyordu. Kasım’ın anlatımına göre, Atatürk’ün 1924 yılında Erzurum’a gelişi sırasında, Varto heyeti içinde kendisini ziyaret etmiş ve isyan hazırlıklarını ihbar etmişti. Bunun üzerine devlet isyan liderlerini takibe almıştı.

İkinci muhbir eski bir eğitmen, sonra küçük bir memur olan, Varto’nun Qasıman köyünden Mehmet Şerif Fırat’tı. Fırat, “Doğu illeri ve Varto tarihi” adındaki kitabında, Şeyh Said’in Alevi desteği için kendisine mektup yazması üzerine isyan hazırlıklarından haberdar olduğunu ve öğrendiklerini Ankara’ya ihbar ettiğini söylüyordu.

Ankara, hareketin liderlerini tek tek tesbit ettikten sonra, 1924 kışı başlamadan baskına geçiyor, ilk hamlede Bitlis mebusu Yusuf Ziya, Mutkili Hacı Musa, daha sonra da Albay Halit Bey’i tutukluyor, Bitlis hapishanesine konuyorlardı. Ancak Şeyh Said ilk hamlede tutuklanmıyor, bugün Hınıs’ın bir mahallesi olan Qolhisar köyündeki evinde uzaktan kuşatmaya alınıyordu. O’nu tanık olarak ifadesi alınmak üzere Bitlis’e götürmek istediklerinde Şeyh, kış şartlarında yolculuğun zahmetini hatırlatıyor ve isteği üzerine Hınıs’ta sorguluyorlardı.

Şeyh’in yürüyüşü ve silah sesleri

Şeyh Said tutuklanmıyor, ancak yakın takibe, evi ve girip çıkanlar gözetim altına alınıyordu. Her an tutuklanabileceğini anlayan Şeyh, kış şartlarının kar ağırlığına rağmen, köyünü terk ediyor köylerde duraklaya, dinlene 12 Şubat 1925 günü, bugün Dicle adıyla Diyarbakır’a bağlı bir kasaba olan Piran köyüne varıyor ve kardeşi Abdurrahim’e misafir oluyordu. Amacı kışı burada geçirmekti. Bu arada, üç-beş kişiyle yola çıkan Şeyh’e katılanların sayısı artmış, üç yüz kişilik rakama ulaşmıştı.

Fakat hemen ertesi gün (13 Şubat 1925) köye gelen bir askeri birliğin komutanı, kendisine eşlik eden kalabalıktan üç kişinin devletçe aranan firarilerden olduğunu söylüyor, bunların teslimini istiyordu.

Oysa Kürt geleneğinde, suçlu da olsa, hiç kimse kendisine sığınmış, hizmetine girmiş birini düşmanına teslim edemezdi. Böylesi bir istek bile, kişiyi küçümsemek, onurunu kırmaya kalkışmaktı.

Şeyh, subayın ısrarı üzerine, isteğin tepkisini çekip, suçlu duruma düşürmeye yönelik bir tuzak olduğunu anlıyor, herhangi bir olaya yol açmamak için, subaya “izin verin, ben köyden çıkayım, ardımdan ne isterseniz yapın” cevabını veriyordu. Ancak subay, uzlaşmaya yanaşmıyor, “hemen şimdi” diyerek direniyor, tartışma sinirli bir hal alıyordu. Subay, doğrudan Şeyh’i hedef alan hareketlerde bulununca, silahlar patlıyor, askerlerden bir kaçı ölüyor, gerisi kaçıyordu.
Hesapta olmayan yürüyüş

Yeni bir başlangıcı tetikleyen beklenmeyen bir olaydı bu. Bir bakıma Şeyh Said’in yolu kesilmiş, tuzağa çekilmiş, köyde kalması imkansızlaşmıştı. Öbür yanıyla beklenmeyen bir olayla, başkaldırı yürüyüşüne zorlanmış Şeyh Said. Hiçbir planı, proğramı olmadığı halde olayların akışına kapılmıştı.

Piran köyünden ayrıldığında, arkasında en az üç kişi vardı. İçlerinde bazıları silahlıydı. Şeyh’in saldırıya uğradığı haberleri yayılıyor, dört bir yandan akan köylülerle, ardından akan kalabalık çoğalıyor, Türkiye Cumhuriyeti kurum ve simgeleri hedef alınıyordu.

Şeyh Said, olayların horlamasıyla hareketin başına geçiyor, birkaç gün içinde yöredeki yönetim merkezlerinden Genç, Lice, Palu, Çabakçur (Bingöl), Hani yönetimleri ele geçiriliyor, bu arada Erzurum üzerinden genişleyecek doğu cephesi açılıyor ve Elazığ’ı ele geçirecek batı cephesi kuruluyor. Merkezde bulunan Şeyh Said de Diyarbakır üzerine yürüyordu.

Savaş deneyimi olmayan savaşçılar

Dönemin iletişim ağının eksikliği yüzünden, Kürdistan’ın pek çok köşesi, hızla yayılan hareketten habersizdi. Savaşçıların durumu ise farklıydı. Tamamına yakını savaş deneyimi ve askeri disiplinden yoksun sıradan köylüydü. Kimileri, hayatında ilk defa eline silah alıyordu. Elde sopa harekete katılanlar, Türk askerlerinden ele geçirilen imkanlarla silahlanmışlardı.

Türk ordusundan ele geçirilen ağır silahları kullanmasını bilen olmadığı için tahrip ediliyordu. Şeyh Said bu durumu görüyor, gerçeklerin farkında, ama mermi bir kere namludan çıkmıştı. Geriye dönüş imkansızdı.

Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti güçlerinin direnişi kırılmış, Elazığ ve Varto ele geçirilmiş, yayılma alanı büyümüştü. Türk ordusu, Diyarbakır’ı elde tutmak için, yöredeki bütün gücünü toplamış, kadim surların içine çekilmiş, savunmaya geçmişti.

İsmet İnönü’nün damadı da olan Metin Toker, kayınpederinin sağlığında yazdığı “Şeyh Said ve İsyanı” adındaki kitabında, Diyarbakır’ı kuşatan Kürtlerin çok az silaha sahip olduklarını anlatıyor. Metin Toker, “av tüfekleri, mavzerler ve bir kısmı da, sadece sopalarla silahlandırılmıştı” diye yazıyor.

Buna rağmen Kürtler, surları savunan Türk ordusunu zorluyordu.
 
Geri çekilme

Türkiye Cumhuriyeti güçleri setler oluşturmuş, dış destekle yardım yolları kesilmişti. Söz gelişi güneyin en etkin gücü Barzaniler, yardıma kalkışınca, o dönem Irak’a olan Britanya engel olmuş, hatta uçaklarla bombalamışlardı. Fransa da dayanışma içine girmiş, Suriye sınırını tutmuş, Kürtlerin yardım çabalarını kesmişlerdi.

Bu arada, Kürtler açısından beklenmeyen başka bir gelişmeyle, bazı kişi ve aşiretler devlet saflarına geçmiş, hareketi arkadan vurmaya başlamıştı. Diyarbakır’ı kuşatan düzenli orduya karşı, cepheden taarruz ederek surları kuşatan Kürtler, iki ateş arasında kalmışlardı. Buna rağmen, 7 Mart 1925 günü Türk savunmasını zorladılar. Ertesi gün (8 Mart) şehrin güneye bakan surlarını delip içeriye girmeye başladılar.

Fakat güçlü bir top atışı ve makinalı tüfek taramasıyla karşılaştılar. Doğu ve batı cephesinde de durum farklı değildi. Sopa, namludan dolma, av tüfekleriyle saldıran, ordudan ele geçirilmiş pek az silaha sahip olan Kürtlerin kaybı büyüktü. Üstelik ölüme gidenlerin, hiçbir savaş deneyi de yoktu. Bu yüzden kayıplar, insan kırımına dönüşüyordu.

Şeyh Said, arkadaşlarıyla görüştükten sonra, silahlar edinmek ve savaşçıları eğittikten sonra, genel ayaklanmayı başlatmak üzere geri çekildi. Herkes, şimdilik evine köyüne dönebilecekti.

Şeyh’in esir düşmesi

Şeyh Said, Diyarbakır muhasarasının kaldırılmasından sonra, yanında üçyüz kadar atlıyla Lice ve Genç üzerinden, Erzurum cephesinin komutanı damadı Şeyh Abdullah’ın etkin olduğu Solhan’a geçmiş, burada toplantılar yapmış, sonra etkin Kürt önderlerden Nuh Bey’le birleşmek, gerekirse İran’a geçmek üzere ayrılmıştı.

Emekli Binbaşı Kasım (Ataç) Şeyh’in damadını da yanına alarak, bu aşamada devreye giriyor, Şerevdin Dağı’nın karlı olması nedeniyle doğrudan Muş Ovası’na inmenin güçlüğünü anlatıyor, kestirmeden Varto üzerinden gidilerek Murat Nehri’ni geçmeyi öneriyordu. Şeyh Abdullah’da bu öneriyi onaylıyordu.

Şeyh Said biri damadı, öteki bacanağı olan bu ikiliden kuşkulanmadan, önerilerine uyuyor ve farkında olmadan tuzağa çekiliyordu. Ancak, Varto’nun Çarbühür köyünde Murat Nehri’ni geçeceği sırada Kasım teslim olmasını istiyor, Şeyh silahına davranınca, namlular doğrultularak esir alınıyor, sonra Türk güçlerine veriliyordu.

Yarın:
  • Şeyh’in idamı ve Kürt Kırımı



HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 3

Ahmet KAHRAMAN


Kürtler darağacında...
Sıra Şeyh Said’e geldiğinde, dudaklarında belli belirsiz bir kıpırdamayla dualar mırıldanarak, diri adımlarla yürüyor, boynuna ölüm hükmü asıldığında, şeref tribününe dönüyor ve son sözlerini bağırıyordu: “Dünyadaki hayatımın sonuna gelmiş bulunuyorum. Halkım için kendimi feda ettiğimden dolayı, pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız düşman karşısında bizi mahçup etmesin.”


Kürtler darağacında...

Türk basını denetim altındaydı. Yalnızca rejimin hoşlandığı haber ve yorumlar yayımlanıyordu. Şeyh Said hareketi, rejime başkaldırı, dolayısıyla duyulması sakıncalıydı. O nedenle Türk kamuoyu, olup bitenlerden habersizdi.

Rejimin yarı resmi sözcüsü konumundaki Cumhuriyet ile resmi yayın organı Hakimiyeti Milliye gazeteleri 16 Şubat 1925 tarihinde, ilk defa Kürdistan’da bir hareketliliğin varlığını haber verdiler. Ama gerçek olayı küçümseyen, içeriğiyle doğru olmayan yorumsuz birer haberle...

Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan kısacık haberde şöyle deniliyordu: “Şubatın 13. günü Ergani’nin Piran köyündeki jandarma müfrezesi ile civara gelen Şeyh Said avanesi arasında çatışma olmuş, telefon ve telgraf hatları tahrip edilmiştir. Yetişen kuvvetler üzerine Şeyh Said ve avanesi kaçmışlardır. Telefon ve telgraf tamir edilmiştir.”

Hakimiyeti Milliye ise önemsemediği çatışmadan söz ediyor, iki jandarmanın öldüğünü belirtiyor, “saldırganlar şidetle takip ediliyor” diye yazıyordu.

Hepsi bu kadar...

Türk kamuoyu yaklaşık bir ay sonra, Başbakan’ın parlamentodaki konuşmasıyla Kürdistan’da başkaldırıyı andıran olayların yaşandığını duyuyor, ancak gerçeğin dinamiği olan ayrıntıları asla...

Savaş hükümeti ve Şark Islahat Planı

Şeyh Said hareketi, Kemalistler için bulunmaz bir fırsattı. Atatürk’ün okul arkadaşı, zor zamanlarında elinden tutan dostu bir asker olan, ama mulayim hatta “ben elimi kana bulamam” dediği öne sürülen Fethi Okyar, 2 Mart 1925 tarihinde Başbakanlıktan alınmış, yerine, “demir yumruk” diye nitelenen Atatürk’ün sadık adamı İsmet İnönü atanmıştı.

Bu bir bakıma savaş hükümetiydi. Başka bir deyişle “tedip ve tenkil”in yürütücüsü.

İnönü, bir süre sonra parlamentoda yaptığı konuşmada Kürtçülük hareketinin bitirilmesi için, sıkıyönetim ilan edildiğini, İstiklal mahkemelerinin işbaşı yaptığını, “tedip” (terbiye etme) ve “tenkil” (yok etme, susturma) harekatına geçildiğini açıklıyordu.

Yeni hükümet, hemen ardından rejime muhalefet eden bütün kesimleri susturmayı, hatta övgüye durmayanları cezalandırmayı ön gören “Takrir-i Sükun” Yasası’nı yürürlüğe koyuyor, tutuklamalar başlıyordu. Örneğin rejimi övmeme suçu işleyen yazarlar Ahmet Emin Yalman ile Hüseyin Cahit Yalçın da, Kürt hareketini özendirme suçlamasıyla tutuklanıyor, yargılanıp, cezalandırılmak üzere Elazığ İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor, iki yazar pişmanlık ve Atatürk’ten bildirimden sonra affediliyordu.

Ardından, gizlilik içinde “Şark Islahat Planı” yürürlüğe konuyor, Kürtlere ilişkin bütün hak ve özgürlükler ortadan kaldırılıyor, onların aslında var olmadıkları ilan ediliyordu. Planın 41. maddesinde şöyle deniliyordu:

“Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarda Türkçe’den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emrine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.”

Islahat Planı’nda ön görülen suçu işleyenler, sokakta dolaşan sivil ve askerler tarafından dövülüyor, para cezasına çarptırılıyor, parası olmayanların malları haczediliyordu.
Şeyh Said Diyarbakır’da

Bu arada, Şeyh Said, 15 Nisan 1925 tarihinde yakalanmış, Varto’da sorgulanmış, sonra öteki esirlerle birlikte Diyarbakır’a götürülmek üzere, ata bindirilip, bir muhafız ordusunun eşliğinde yola çıkarılmıştı.

Şeyh Said, uzun bir yolculuktan sonra 5 Mayıs 1925 tarihinde Diyarbakır’daydı. Fakat, bir süre önce almak üzere kuşattığı şehirde onu, düşmanlarının zafer şenliği bekliyordu.

Eski Umumi Müfettiş Behçet Cemal (Bardakçı) “Şeyh Said İsyanı” adındaki kitabında, Diyarbakır’daki zafer şenliğini şöyle anlatıyor:

“Saat, akşamın beşine varmasına rağmen, Şeyh ve avanesinin şehre getirildiğini duyan halk, vatan hainlerini görmek için, sokaklara döküldü. Said’i getiren kafile şöyle oluşturulmuştu: En önde bir askeri müfreze, arkada Şeyh Said, damadı Şeyh Abdullah, Şeyh Şerif, Binbaşı Kasım ve öbür 28 asi geliyordu.”

TC arşivleri sunularak, Atatürk adında kitap sipariş edilmiş Britanyalı yazar Lord Kinross ise Şeyh’in getiriliş şenliğini şöyle anlatıyor:

“Şeyh Said, yanında 30 kadar atlı asi, önünde ve arkasında atlı, yaya hükümet kuvvetleriyle Diyarbakır’a getirildi. Halkın üzerine, uçaklardan havai fişekler atılıyordu. Hükümet konağının önünde 3. ordu komutanı General Kazım Orbay, Kolordu komutanı General Mürsel, Diyarbakır Valisi Mithat, İstiklal Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit Kansu, üye Ali Saip Ursavaş ve Lütfi Müfit Özdeş ve sivil ile askeri erkan bulunuyordu.”

Behçet Cemal’in anlattığına göre, Diyarbakır komutanı General Mürsel, esirler geçerken Şeyh Said’e seslenerek, “yolculuk nasıl geçti?” diye soruyor, ancak Şeyh de kinaye ile “sefer zahmettir” cevabını veriyordu.

Kürt isyanı demek yasak

Başbakan İnönü, bu arada basına bir genelge gönderiyor ve “Kürt isyanı” demenin yasak olduğunu bildiriyordu.

Başbakan meydana gelen olayların, “irticai” (dinci) bir hareket olarak adlandırılmasının, dış dünya üzerinde daha etkin tesir yaratacağını söylüyordu. Türk basını, bu genelgeden sonra Kürdistan sorunundan bahsetmiyor, Şeyh Said’in ‘Halifeliği geri getirmek’ için ayaklandığını işliyordu.

Halka dokunulmayacak sözü

İnönü, Şeyh Said’in esir düşmesinden önce yayımladığı bir başka bildiri ile de, Şeyh’in teslim olması halinde, silahını bırakıp evine dönenlere dokunulmayacağını, halktan kimsenin rahatsız edilmeyeceğini açıklamıştı.

Ancak, kısa süre sonra verilen söz uçuyor, vaad unutuluyor, tutuklamalar başlıyordu. Şeyh’in ele geçmesinden üç gün önce de Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanı, eski Ayan Meclisi üyesi ve Danıştay Başkanı Seid Abdülkadir ve oğlu Muhammed, Kürt Teali Cemiyeti’nin genel sekreteri Palulu Abdullah Sadi, Avukat Hacı Ahdi,  Kürt aydınları Ahmet Cemil, Nazif Bey, Kemal Fevzi ile Dr. Fuat  tutuklanıyor, iki gün sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmak üzere Diyarbakır’a gönderiliyorlardı.

Şeyh’in mahkemesi
İstiklal Mahkemeleri, Seid Abdülkadir ve arkadaşlarının idamından bir gün önce, Şeyh Said ve arkadaşlarının davasını görmeye başladı. Yer de, sinema salonundan bozmaydı.

Revanduzlu bir Kürt olan mahkeme üyesi Ali Saip (Ursavaş), duruşma öncesi ve sonrasında, sık sık hücrede yalnız tutulan Şeyh Said’i ziyaret edip, telkinlerde bulunuyor, Kürdistan sorununu gündeme getirip, siyasi savunma yapmadığı takdirde, mahkemeden sonra serbest bırakılacağını, hatta gelecek baharda Hınıs’ta birlikte kuzu eti yiyeceklerini söylüyordu. Ali Saip söylediklerinin devlet ve Kürt geleneğinde de namus sözü olduğunu belirtiyordu.

Nitekim mahkeme süresince, Kürdistan meselesi açılmıyor, sorgulama dini temel üzerinde yürütülüyor, yalnızca açıklanan kararda, hareketin bağımsız Kürdistan’ı kurma amacı güttüğü belirtiliyordu.

Ancak, hareketin lideri olup olmadığı, ya da hareketin neresinde yer aldığı sorusuna cevap verirken, “ne önde, ne de arkadaydım, ortasındaydım” diyordu.

Behçet Cemal, “Şeyh Said İsyanı” adındaki kitabında, mahkemeyi anlatırken, Şeyh’in elleri kelepçeli, ayakları prangalı olarak salona getirildiğini, bütün duruşmaların filme alındığını yazıyor.

Behçet Cemal’in anlattığına göre Şeyh vakar içinde korkusuz, ilerlemiş yaşına rağmen dinç adımlarla salondaki yerini alıyordu. Huzurlu görünüşlü ve şıktı. Dalgalı ve uzan apak sakalı kınalı, dönemin bakımlı Kürt erkekleri modasına uygun olarak, gözlerinin altı sürmeliydi.

Omuzlarını örten harmaniyenin altına, Halep işi kırk düğmeli bir yelek ve kabardin bir şalvar giymişti.

Şeyh sorgusu sırasında mahkeme başkanının “Türkler de Müslümandır, neden Müslümana başkaldırdınız?” sorusuna, “imam şeriattan (hukuktan) saparsa, kıyam (isyan) vaciptir” cevabını veriyor, ama dava için amacın başkaldırmak değil, Kürdistan meselesi konusunda parlamentoya görüş sunmak olduğunu söylüyor ve “Piran’da olaylar çıktı, önünü alamadık” diyordu.

Bu arada tanık olarak dinlenen bacanağı Binbaşı Kasım, Şeyh ve arkadaşlarının bağımsız Kürdistan kurma düşüncesiyle örgütlendiklerini, bu amaçla yemin ettiklerini söylüyordu.

Bütün sanıkların ayrı ayrı sorgulanması ve savunma niyetine sözler söylemesinden sonra karar 28 Haziran 1925 tarihinde açıklandı. Şeyh Said’le birlikte 47 kişi hakkında idam hükmü verilmişti.

47 darağacı

Aynı gün, Diyarbakır’ın Dağkapı Meydanı’nda, yan yana 47 tane darağacı kurdular. Tam karşısına da, davetliler “devlet prokolü”nün oturarak, huzur içinde, idamları seyredebileceği bir tribün inşa ettiler.

29 Haziran 1925 şafağında, idam mahkumları, tek tek ipe çekildiler. Fransa, İngiltere, Amerika ve dünyanın başka ülkelerinden gazeteciler, idamları görmeye davet edilmişti.
 
Sıra fieyh Said’e geldiğinde, dudaklarında belli belirsiz bir kıpırdamayla dualar mırıldanarak, diri adımlarla yürüyor, boynuna ölüm hükmü asıldığında, şeref tribününe dönüyor ve son sözlerini bağırıyordu: ‘Dünyadaki hayatımın sonuna gelmiş bulunuyorum. Halkım için kendimi feda ettiğimden dolayı, pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız, düşman karşısında bizi mahçup etmesinler’
İngiliz yazar Lord Rinross, Şeyh Said’in son anlarında, eşine rastlanmayan bir cesaretle ölüme gittiğini anlatırken, onun asanlarla şakalaştığını yazıyor ve devam ediyor: “Çoğu, cesaretli bir şekilde öldü. Şeyh Said, sonuna kadar istifini bozmadı. Sehpaya çıkarken, mahkeme başkanına gülümseyerek, ‘senden hoşlandım’ dedi. ‘Ama kıyamet günü hesaplaşacağız.’ Askeri komutanla şakalaşarak, ‘Paşa’ dedi. ‘Düşmanınla vedalaş.’ İdam gömleği üzerine geçirilirken, kımıldamadan durdu.”

Behçet Cemal ve daha sonra Metin Toker, Şeyh’in son anlarını anlatırken idam sehpasına gitmeye hazırlanırken, hücresine doluşan gazetecilerle şakalaşıp, sükunet içinde sorularını cevapladığını yazıyorlardı. Şeyh’in en küçük oğlu, yeni doğan Ahmet’ti.

Yargılanma sırasında, hareket içindeki konumunu “ne önde, ne de arkada, içindeydim” diye tanımlayan Şeyh, ölüme giden 47 kişilik kafilenin ortasında yürüyordu. Hareket günlerindeki yardımcısı Feqi Hasan en öndeydi. Mahkumlar kelepçeli, ayak bileklerinden birbirine prangalıydı. Yürürken, zincirler betona çarpıp şıngırdıyordu.

Ölüm kafilesi, seyre gelmiş Türk elitinin sıralandığı tribünün önünden geçerken, mahkeme üyeleri ve generaller Şeyh’e söz atıp, diyaloğa giriyorlardı.

Kürt Ali Saib’in söz atması üzerine, Şeyh yalanını yüzüne vurmak için “hani ya baharda Hınıs’ta kuzu yiyecektik” diye sesleniyor. Ali Saib, “ne yapalım, olmadı” diyor, ardından dökülen Türk kanından söz ediyor, Şeyh ona, “boynuzlu keçinin ahını boynuzsuzdan alıyorlar, seninle mahşer günü hesaplaşacağız” karşılığını veriyordu.

Kolordu komutanı, bu cevaba sinirlenip, Kürtlerin özgür olduğunu, kimseye müdahale edilmediğini, bundan böyle daha özgürce yaşayacaklarını söyleyince, Şeyh ona şu cevabı veriyordu: “Gelecek gecelerin, geçen gecelerden farkı yok.”

Bu arada darağaçlarının sıralandığı meydana gelmişlerdi. Hanili Mustafa Bey, gencecik oğlu Mahmut’la yan yana yürüyor, yüksek sesle ilahi okuyordu. Hanili Salih bey, “Bugün erkeklik günüdür, dostlarımız da düşmanlarımız da ölüme nasıl gittiğimizi görsünler” diye bağırınca, Şeyh Said de “Allah u Ekber” diyerek ilahiye katılıyor, mahkumlar ona uyuyor, meydan ilahi sesiyle doluyordu.

Bu arada sehpaların karşısına dizilen mahkumların asılmasına geçiliyordu. Hanili Musafa Bey, oğlundan önce asılmak istediği ricasında bulunuyor, “onu ipin ucunda görmek istemiyorum” diyordu. Ama isteği gülümsemeyle karşılanıyor, oğlu Mahmut’tan sonra onu asıyorlardı.

Sıra Şeyh’e geldiğinde, dudaklarında belli belirsiz bir kıpırdamayla dualar mırıldanarak, diri adımlarla sehpanın altına yürüyor, üstüne ölüm gömleği geçirilip, mahkeme kararı boynuna asılırken, şeref tribününe dönüyor ve son sözlerini bağırıyordu:

“Dünyadaki hayatımın sonuna gelmiş bulunuyorum. Halkım için kendimi feda ettiğimden dolayı, pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız, düşman karşısında bizi mahçup etmesinler.”

Protokolün sıralandığı “şeref” tribününde, heyecanlı bir hareketlilik başlıyor, kadınlardan biri ayağa kalkıp, Şeyh’e el sallayarak “geber” diye bağırıyor, generaller ve mahkeme üyeleri alkışa başlıyor, bu sırada Şeyh’in ayağının altından tabure çekiliyor, ince uzun bedeni ipin ucunda dönenerek sallanıyor, kınalı apak sakalı, sabah esintisi önünde belli belirsiz titreşiyordu.


 
Terör Mahkemeleri

İstikla Mahkemeleri özel mahkemelerdi. Bu mahkemeler kurulurken, önce 1789’daki Fransa ihtilali sonrasının “terör dönemi”den esinlenmeyle, “Terör Mahkemesi” adı verilmek istenmiş, fakat daha sonra bundan vazgeçilmiş, “İstiklal Mahkemesi” adında karar kılınmıştı.

Çeşitli illerde kurulu bu mahkemelerin 2012 yılında da faaliyet gösteren özel yetkili mahkemelerden farklı olarak, bu mahkeme görevlilerinin hukuk eğitimi almış kişilerden seçilmesi şart değildi. Rejim, milletvekillerini aynı zamanda mahkeme üyeliğine seçebiliyordu.

Bir başka fark, mahkemeyi gereksiz yere meşgul edecekleri ve zaman kaybına sebep olacakları gerekçesiyle savunma avukatlarının görev yapmasına yer yoktu.

Ayrıca mahkemelerin ilk kararı kesindi. Yargılananların itiraz edebilecekleri bir üst mahkeme, makam yoktu. İdam kararları derhal uygulanıyordu. Avukat savunmasına yer yok, kararları da kesindi.

Diyarbakır’da görevlendirilen mahkeme heyetinin üyeleri Mazhar Müfit Kansu, Lütfi Müfit Özdeş, Kürt Ali Saip Ursavaş ve Süreyya Örgeevren Atatürk tarafından seçilmiş birer milletvekiliydi. İçlerinde, yalnızca savcı Örgeevren hukuk eğitimi görmüştü.

Mahkeme ilk iş olarak Seid Abdülkadir ve arkadaşlarının davasını ele aldı. Sorgular, savunmalar dahil, mahkemenin işleyişi bir ay bile sürmedi. 23 Mayıs 1925 günü Seid Abdülkadir, oğlu Muhammed, Kürt Teali Cemiyeti’nin genel sekreteri Palulu Abdullah Sadi, Avukat Hacı Ahdi, Kürt aydınları Ahmet Cemil, Nazif Bey, Kemal Fevzi ile Dr. Fuat’ın idam cezasına çarptırıldığı açıklandı. Mahkumlar, 27 Mayıs 1925 günü şafak patlarken, Diyarbakır’ın Dağkapı Meydanı’nda asılarak idam edildiler.

Osmanlı’dan kalma yasaya göre, 60 yaşını geçkinler idam edilmiyordu. Ama bu yasa da geçerli değildi. İdam edilen Seid Abdülkadir 75 yaşındaydı.

Seid Abdülkadir, idama giderken, “önce beni asın” ricasında bulunmuştu. Fakat tersi yapıldı. Seid Abdülkadir, oğlunun ölümünü gördükten sonra idam edildi.

İdam edilenler
29 Haziran 1925 sabahı asılarak idam edilen Kürt liderler şunlar:

Şeyh Said, Melekanlı Şeyh Abdullah, Tokliyanlı Kamil ve kardeşi Baba, Şeyh Şerif, Feqi Hasan Fehmi, Valirli Hoca Sadık, Çanlı Şeyh İbrahim, Harputlu Şeyh Ali, Harputlu Şeyh Celal, Şeyh Hasan, Garipli İzzet ve oğlu Mehmet, Hanili Mustafa ve oğlu Mahmut, Hanili Şeyh Salih, Çanlı Şeyh Abdullah, Şeyh Ömer, Hanili Çeyh Adem, Madenli Kadri Bey, Piranlı Mele Mahmut, Silvanlı Şeyh Şemsettin, Termili Şeyh İsmail, Termili Şeyh Abdullatif, Balkalı Emin, Hanili Hasan, Arab Abdi, Kargapazarlı Halil ve oğlu Mehmet, Sinikli Süleyman, Musyanlı Cemil, Az aşireti reisi Demir oğlu Ömer, oğlu Süleyman, Şerif oğlu Süleyman, Feqi Hasan’ın katibi Tahir, Şeyh Musa oğlu Şeyh Ali, Muşlu Mehmet, Süleyman Bey, Bahri Bey, Zoravalı Şeyh Cemil, Çabakçurlu Süleyman oğlu Yusuf, Yamak aşiretinden Ali Baban, Mehmet oğlu Tahir, Bucak mürüdü Tayyip Ali, Çerkes jandarma Halit, Salih oğlu Hasan.


Yarın: Kırım sesi




HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 4

Ahmet KAHRAMAN
Güncellenme : 01.02.2012 08:48

Olmayan isyanı bastırma seferleri
Türkiye Cumhuriyeti’nde, toplumsal olaylar karşısında, “ben ne yaptım, suçum ne?” diye düşünmek yok, her şeyi dış etkenlerin tahrik ve desteğine bağlanmak gelenektir. Bu geleneğin kaynağı Osmanlı ve özellikle de İttihatçılardır.

Kürdistan’da meydana gelen bütün tepkiler ve tabii ki Şeyh Said hareketi (1980’lerde de hep tekrarlandığı gibi) bu ezber üzerine mesele dış destek ile tahriklere bağlandı.

Resmi söyleme göre, Türt Devleti o dönem Musul ve Kerkük’ü sınırlarına katmak istiyor, ama Britanya vermiyor, dahası üstünü örtüp, Türt Devleti’nin bölgedeki gücünü kırmak, güçlenmesini önlemek için  Şeyh Said hareketini başlatıyordu.

Oysa, aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen, söylemi doğru çıkaracak hiçbir kanıt ortaya çıkmamış, ama Britanya’nın Kürtlere destek verdiği hayalhane ürünü çıkmıştır.

Ayrıca bölgeyi hesaplayıp, planlayarak parselleyen, Osmanlı kabuğu haritasından Türk Devleti dahil, 24 ayrı devlet çıkaran Britanya idi. Çizilen haritada Musul ve Kerkük Irak’a aitti.

Türk Devleti’ni kurup, haritasını, üstüne ek olarak iç hukukunun nasıl işleyeceğine dair düzenlemeyi de teslim eden Britanya, ne olmuştu da aradan iki yıl geçmeden yaptığına pişman olmuş, kurduğu devletin güçlenmesini istemez hale gelmişti?

Bu sorunun cevabı tarih belgelerinde yok, ama Britanya ve Fransa’nın Şeyh Said hareketi sırasında Türk Devleti’ne destek verdiği gerçeği var. Irak’ı yöneten Britanya, yardıma koşmak isteyen Barzanilerin üstüne uçaklarla bomba yağdırarak engellemişti.

Aynı destek Fransa’dan da gelmişti. Fransa, Suriye Kürtlerinin önünü kesmiş, ama Kürtlerin ardına asker nakli için, Suriye demir yolunu açarak, Türk Devleti’ye paha biçilmez değerde askeri yardım yapmıştı.

Garip, fakat bütün bu gerçeklere rağmen, Türk Devleti ısrarla Şeyh Said’in Britanya ve Fransa’nın desteğiyle ayaklandığını, resmi tarih söylemi haline getiriyordu.

Ürkütmeden tutuklamak

Türk Devleti toparlanmış, Kürdistan’ı fethedercesine yayılmış, her yere ordu birlikleri yığılmış, kendince gedikler tutulmuş, bu arada sıram sıram idam için İstiklal Mahkemeleri kurulmuştu. Ankara, artık kendini güçlü hissediyordu. Kimseye dokunulmayacak sözü, uçmuş, hatırlanmamak üzere unutulmuştu. Baskın, gücündü artık.

Olacakların ilk ayak sesleri, 13 Haziran 1925 tarihinde duyuldu. İnönü hükümeti, Sıkıyönetim komutanlıklarına gönderdiği bir genelge ile “ıslahat harekatına başlanacağını buna göre hazırlıklara başlanmasını” bildiriyordu. Genelgede, “Doğu’da ıslahata azmetmiş hükümetin yakında gerçekleşecek esas amacı için” halktan silah toplanırken, hükümete sadakat göstermiş kişilerin ürkütülmemesi isteniyor, insanların sükunet içinde, yavaş yavaş yakalanması emrediliyordu.

Silah arama birlikleri işbaşı yapıp, tutuklamalar başlayınca, önder konumundaki Kürtler, Ermenilere yapılanları hatırlayarak ortalıktan çekilmeye, fırsatını bulan yurtdışına kaçmaya başlamışlardı. Ermeniler konusunda da önce, “askerlik hizmetine” denilerek erkekler, ardından çakıya varana kadar silahlar toplanmış, ardından “harekat” başlamıştı.

Yeni yönetim İttihatçıların B takımı ve içlerinden pek çoğu Ermeni harekatının eylem adamlarıydı.

Yas günlerinde olmayan isyanı bastırma

Şeyh Said idam edilmişti. Kürdistan, devleti kızdırmamak için acısını saklıyor, gizlice Şeyh’in yasını tutuyordu.

Dağlar kıpırtısız ve sessizdi. İsyan ve dağda isyancı yoktu. Ama devlet, olmayan isyanı bastırma seferindeydi. Küçük birliklere ayrılmış askeri kollar, köylere dağılmış isyancı olmayan isyancıları, silahtan arındırıyordu. Ama Ankara’dan gelen emir üzerine, güler yüzlüydüler. İnsanları tedirgin edip, korkutma, dövme, onlara sövme yok, öldürme hiç yoktu. Genelgede kesici alet diye tarif edilen çakıdan, ağaç kesmede kullanılan balta, ot biçme aracı tırpan ve kazmaya kadar, gerektiğinde silah yerine geçebilecek ne varsa el konuyor, rica ile istenen av tüfekleri balyalanıyordu.

Fakat, bir süre sonra, “Şark Islahat Planı” uygulamaya konuyor, güler yüzlü askerler birdenbire çatık kaşlı kesiliyor, dağlar arasında kırım ve sürgün rüzgarları esiyordu. Islahat Planı geniş kapsamlıydı, Şeyh Said hareketine katılmamış, gönülden destek vermemişleri de kapsıyordu.

“Islahat (iyileştirme) Planı” uygulamasında, Ermenilerin kırım ve sürgünle yerlerinden sökülüp atılması gibi bütün Kürtler hedefti. Uygulamaya “tedip” (terbiye etme), “tenkil” (susturma, yok etme) adı veriliyordu. Köyler basılıyor, muhbir, milis ve klavuzların gösterdiği erkekler toplanıp, yaban hayvanları gibi birbirine bağlanarak götürülüyor, öldürülüyorlardı. Bu haliyle, her askeri birlik, birer bağımsız adalet dağıtıcıydı. İnsanlar sorguya çekilip, adları, kimlikleri deftere geçirilmeden öldürülerek adalet yerine getirilmiş oluyordu. İsimlerin kaydı bile yapılmadığı için, kaç kişinin katledildiği hiçbir zaman anlaşılamadı.

İnsanları diri diri yakmak

Ölümle adalet dağımının en korkunç şekli diri diri yakmaydı.

Gerçi, 1990’larda da tekrarlanıyor, ancak bu dönemde Kürtlerin diri diri yakılması olayları seyrekti. Genel olarak insanlar, işkence edilerek ya da kurşunlanıp öldürüldükten sonra yakılıyordu, 1990’larda.

İnsanların, 1925’ten itiraben hayali isyanları bastırma adına, kurşunlama yerine süngülenerek öldürülmesi, kurşun tasarrufuna bağlayanlar var. Öte yandan  süngülenerek ya da sapasağlamken diri diri yakılanlar...

İnsanların diriyken yakılmasında amaç, korkuyu hücrelere kadar yaymak, dehşet salıp insanları terörle titretmek mi, mermi tasarrufu mu bilemiyorum, ama 1925’te insanların diri diri yakıldığı sayısız olay var.

Ha Hitler Almanyası ile benzerlik mi? Hitler rejimi, kurbanları kendiliğinden öldükten ya da odalara katpatıp gazla zehirleyerek öldürdükten sonra, yani cesetleri yakıyordu. 1990’larda, “Kürt İsyanları” adındaki kitabımın hazırlık çalışmalarını sürdürürken, bu konuda pek çok tanık dinledim. Bunlardan biri de, Bingöllü bir ihtiyardı. Ailesine zarar verirler endişesiyle adının açıklanmasını istemeyen ihtiyar adam, Bingöl’e bağlı Valer ve Şemsan köylerinde yaşananları anlattı:

İki köy, aynı gün basılıp, evler ve insanların üstü aranarak soyuluyor, parasal değeri olan yükte hafif ne varsa alınıyor, sonra köyle yakılıyordu. İki köyden seçilen 22 kişi, bir ahıra kapatılıp, kapı dışarda kilitleniyor, sonra kapısına ot yığılarak ateşe veriliyor, içeride kapalı tutulan insanlar feryadı figan ede ede yanıyor, ruhlarını teslim edince sesleri kesiliyor, askerler de köyden çekiliyordu.

Milisler

Türk ordusunun bütün unsurları, Kürdistan’a doldurulmuştu. İhtiyaca göre takviye ediliyor, eksiklikler tamamlanıyordu.

Öte yandan, yerlilerden işbirlikçi şebekeleri kurulmuş, milis ağları oluşturulmuştu. Milisler muhbir ve dağlarda kılavuz olarak kullanılıyorlar, gücün “Ağa”, “Bey” ya da “Şeyh” payesi verdiği, ancak 1980’lerde oluşturulan “korucubaşı”na benzer yetkilere sahip kişiler yönetip, yönlendiriyordu.
 
 Feyzullah Koç anlatıyor:
‘13 yaşındaydım, o zaman. Her şeyi hatırlıyorum. 1925 yılının yazıydı. Hepsi gözlerimizin önünde oluyor, net görüyorduk. Askerler, emir üzerine, tüfeklerinin namlusuna süngü, kasatura geçirip, ahıra doluştular. Askerler, rastgele süngülüyor, içeriden ağrışmalar yükseliyordu. Sonra askerler dışarıya çıktılar. Kapısına ot yığıp, ahırı ateşe verdiler. Duman içinde kalmış ahırdan, feryatlar duyuluyordu’
Kürtler, en büyük zararı bunlardan gördüler. Bunlar, sevmedikleri aileleri, soyunu kuruturcasına ortadan kaldırarak, yörenin egemeni oldular. Daha sonraki süreçte, bir bakıma PKK hareketine kadar, dokunulmaz olarak kaldılar. “Korucubaşı” niteliğinde olan kişiler, verdikleri güvenin gücüyle daha sonra halkın temsilcileri sıfatıyla parlamentoya tayin edildiler. Çok partili sisteme geçildiğinde kimileri CHP’de kaldı. Ama çoğunluk olarak düzenin öteki partilerine dağıldılar. İçlerinden pek çok bakan çıktı. Bunlardan bazılarının torunları, 2012’de AKP’de milletvekiliydiler.

Hayali Raçkotan ve Raman isyanları

Kurmay Albay Reşat Hallı tarafından yazılan ve 1977’de, darbe hazırlığı içinde olduğu gerekçesiyle emekli edilerek ordudan atılan General Namık Kemal Ersun’un Korgeneral rütbesiyle Harp Tarihi Başkanı olduğu dönemde ön söz yazdığı, Genelkurmay Başkanlığı yayını “Cumhuriyet Tarihinde Ayaklanmalar” adındaki kitapta, 1925 yılındaki olaylardan biri “Raçkotan ve Raman tedip harekatı (9-12 Ağustos 125)” başlığıyla yer almaktadır.

Ancak, Genelkurmay’ın yayınına baktığımızda “tedip” (terbiye etme) var, ama isyanın var olmadığını görüyoruz. Çünkü, Genelkurmay “tedip”in sebebi olarak şunları açıklıyor:

“Her ne kadar Bitlis, Urfa, Malatya, Mardin, Erzurun ilinin Kığı, Hınıs ilçeleri ılımlı görünmekte ve buralarda kayda değer olaylar olmamakla beraber, hükümet otoritesinin tamamıyla yolunda olduğu anlaşılmamalı idi. Diyarbakır, Siirt, Muş, Genç, Dersim illeri ise daha ciddi şekavet (eşkıyalık) hassiyet ve ayaklanma belirtileri bakımından daha ciddi bir durum arzediyordu. Özellikle Beşiri, Silvan, Garzan, Kulp, Genç ve Lice hâlâ hassas ve faal durumda, devlete karşı yükümlülüklerini yerine getirmemekte, şekavet hadisleri devam etmekteydi.

Üstelik, hükümetin silah toplama, hükümlüleri yakalama ve göçürme propagandası karşısında, kendilerini çok tehlikeli bir durumun beklemekte olduğu düşüncesi iledir ki, birbiriyle bağlaşmak ve birleşmekte idiler. Beşiri bölgesinde Raman aşireti, Garzan ve Raçkotan aşiretleri Silvan ve Kulp’ün Bükran aşiretleri hâlâ direniyorlardı. (...) Silahlarının, düşmanlarına karşı varlıklarını korumak için lazım olduğunu ileri sürüyorlar ve silahlı kuvveti ile şimdiye kadar alıştıkları özerk idareyi ellerinden kaçırmamak, işi olurunda yürütmek ile vakit geçirmek, bir kısım aşiretler ise bazı olaylarda hükümete gösterdikleri fiili yardımlarla elde ettikleri zorbalık ve nüfuzu bırakmamak, iç ve dış siyası akımlara alet olmak isteğinde oldukları içindir ki, ne maksatla olursa olsun silahtan arındırılmaları ve özellikle hümümlü ve sanıkların hükümete teslimi keyfiyeti, bunları direnmeye sevk ediyordu.”

Genelkurmay’ın yayımladığı kitapta bile (ki her suçlu, kendini haklı göstermek için geçerli bahaneler uydurur) Garzan, Beşiri, Silvan, Kulp ve Sason bölgesinde isyanın var olduğu öne sürülemiyor. Ama bu bölgelerin “Tedip” ve “Tenkil” edilmeleri gerekiyor. Karar bu. İnsanlar, 1980 darbesinde tekrarlandığı gibi, satın aldıkları silahları teslim ediyor, buna rağmen kurtulamıyorlardı.

Genelkurmay’ın kitabına göre “Tedip” ve “Tenkil” için hazırlanan plan şöyleydi:

“Şiddetli bir tedip hareketi yapılacak. Direnme olursa, tedip yok etme derecesine varacak.” Genelkurmay’ın resmi tarih yerine geçen belgeye göre, 41. tümen Raman bölgesindeki 16 köyde hiçbir direnişle karşılaşılmadan “tedip” gerçekleşiyordu. Ama, bu terbiye taarruzunda kaç köyün yakıldığı, kaç kişinin öldürüldüğü kitapta yer almıyordu.

Bu arada, Türk ordusunun genel taarruza geçtiğini duyan köylüler, sürüleri ve taşıyabildikleri varlıklarıyla dağlara sığınıp, gizlenmeye çalışıyorlardı. Raman aşiretinin önde gelenlerinden Emin ve köylüleri, aileleriyle birlikte, 11 Ağustos 1925 günü, üç ayrı birlik tarafından, Hasankeyf yakınlarında kuşatılıyor, bunlardan kurtulan oldu mu resmi tarih kaydetmiyordu. Çünkü Emin ve akrabaları direnmişlerdi. Aynı günlerde Viranşehir’de Hançeran ve Emir Feddale kabileleri, Genelkurmay’ın deyimiyle “tard” ediliyordu. Sonbaharın ilk karlarına kadar Siirt, Garzan, Şırnak, Sason, Mutki, Şemdinli, Botan, Şirvan, Hizan, Midyat bölgeleri muhasara altına alınıyor ve tedip ile tenkil hareketine girişiliyordu. Yine öldürülen insan ve köy sayısı kayda geçmiyordu.

Bu arada, “çıban başı” diye nitelendirilen Dersim’e harekat planları ve yığınaklar, aynı yıl yapılmaya başlanıyor, ertesi yıl harekete geçiliyordu.

 
Babasının yakıldığını seyreden çocuk

1912 doğumlu Feyzullah Koç, 1925 yılında babasının yakılmasına tanık oluyor. Koç, Elazığ’a bağlı Palu ilçesinin daha sonra adı Gökdere olarak değiştirilen Erdürük köyündendi. Onunla,1990 yılında konuştum. En son 2000 yılında haber aldım. Elazığ’da yaşıyordu.

Feyzullah Koç’un anlattıklarını özetleyerek sunuyorum:

“13 yaşındaydım, o zaman. Her şeyi hatırlıyorum. 1925 yılının yazıydı. Askerler uzaktan göründüklerinde, köylülerden kimse kaçıp, saklanmadı. Buna gerek de yoktu. Çünkü bizim köyden kimse, Şeyh Said hareketine katılmamıştı. Babam, yalnız köyün değil, yakın çevrenin de önde gelenlerindendi. Askerler geldiğinde, bir sopanın ucuna beyaz bez bağlayıp, köyden birkaç kişiyi de yanına alarak, karşılamaya çıktı. Bütün köy uzaktan seyrediyordu. Gelen askerlerin yanında, başka köylerden toplanmış, urganlarla birbirine bağlanmış, kalabalıkça bir grup Kürt vardı. Köy içine geldiler. Silah istiyorlardı. Köylüler ellerinde ne varsa teslim ettiler. Sonra, babam ve amcamın da aralarında bulunduğu köyün önde gelenlerini yakaladılar. Onları da urganlarla birbirine bağladılar. Bağlı tuttukları esir sayısı, en az 200’ü bulmuştu. Hepsini, koyun sürüsü gibi önlerine katıp, köyden çıktılar. Ne yapacaklar, götürdüklerinin akibeti ne olacak endişesi ve merakla, uzaktan takip ederek peşlerinden gittik. Hor köyüne gittiler. Esirlerden bazılarını burada serbest bıraktılar. Ötekileri, topluca bir ahıra doldurdular. Babam ve amcam da ahıra kapatılanlar arasındaydı. Gizlendiğimiz tepe ahıra yakındı. Hepsi gözlerimiz önünde oluyor, net görüyorduk. Askerler, emir üzerine, tüfeklerinin namlusuna süngü, kasatura geçirip, ahıra doluştular. Askerler, rastgele süngülüyor, içeriden bağrışmalar, yalvarma feryatları yükseliyordu. Sonra askerler dışarıya çıktılar. Kapısına ot yığıp, ahırı ateşe verdiler. Süngü darbesi almamış ve yaralı kalmış olanlar vardı, içeride. Duman içinde kalmış ahırdan, feryatlar duyuluyordu. Askerler bekledikleri için gidemiyor, ağlayarak bakıyorduk. Ahır yanıp, sesler kesilince askerler çekilip gittiler. O zaman koşup, gittik. Köyün havası yanık et, yağ kokuyordu. İçeriye kapatılanlardan bazıları, duvarları elleri, tırnaklarıyla delip, dışarıya çıkmışlardı. Yarı yanmış, ama dışarıya çıkmayı başarmış ve hâlâ yaşayanlar vardı. Babam da çıkmış, duvar dibinde ölmüştü. Yanmış, damı çökmüş ahırın enkazından duman çıkıyor, ama sessizdi. Bizler, ölülerimizi toplayıp, köye döndük ve onları gömdük.”

Feyzullah Koç, annesi ve kardeşleriyle, birkaç gün sonra Niğde’ye sürgüne gönderilecekti. “Niğde’de Rum ve Ermenilerden kalma çok boş ev vardı. Bize bir ev verdiler. Ama yerliler bizden uzak duruyordu. Sıcak ilgi göstereni görmedik” diyordu.

Yarın: Yasak bölgede insan çığlıkları





HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 5

Ahmet KAHRAMAN
Güncellenme : 02.02.2012 09:07

Kırım tekerrür ediyor

1925 yılı yazında, iletişim ağları kısıtlı dünya büyük, Kürdistan “yasak bölge”ydi. İnsan feryatları, bir köyden ötekine, yolu düşen bir yolcunun ağzından ulaşabiliyordu. Uzak köşelere erişim ayları alıyordu. İnsanlar birbirinden habersizdi. Köylerin dışarıyla bağları kesik, yaylalara göç, her türlü seyahat yasak, yasağa uymayanlar için “vur” emri geçerliydi.

İsyan ateşi, dağlarda savaşan birlikleri yok, ama Kürtlerin adı isyancıya çıkmış, çepeçevre sarılmışlardı. Kimi tevekkül içinde kaderini bekliyor, kimileri kurtuluşu dağlara sığınmakta arıyordu.

Bir, iki, yüz, bin kişi değil, insanlar, çeperleri kurt sürülerinin hücumuna açık ağıllara kapatılmış koyun sürüleri gibi akıbetlerini bekliyorlardı. Ordu birlikleri, sonsuz toprakları parsellemişçesine dağılmış, her birlik kontrolü teslim edilmiş bölgede tedip ve tenkil rüzgarları estirerek ilerliyor, olmayan isyanları bastırıyor, kadını, çocuğu, genci, yaşlısıyla insanlar, arşu alaya akan, sonsuzlukta yankılanan yakarışlarla kurtuluş mucizesi arıyordu.
 
1925-1940 arasındaki süreçte, isteyen yönetici kendi isyanını başlatıyor ve ‘bastır’ emri üzerine, ordu birlikleri, kadınlara, çocuklara karşı harekete geçiyordu. 1980’lerde ‘Olağanüstü Hal Valiliği’nin adı, 1925’lerde ‘Umumi Müfettişlik’ti
Mesela Türk resmi tarihinde, 1925’ten 1930’a kadar süren diye kayıt altına alınmış bir “Sason Ayaklanması” ve “bastırma” seferleri vardır ki, tümüyle olmamış, kokusu bile çıkmamış uydurmalardır. Ama o karanlık dünyada, “masum ve mazlumlara kıymayın” diye haykırsanız duyan kim!..

Ankara bir kere “isyan var” demiş, gerisi nafile çığlık.

Resmi tarih yerine geçen Genelkurmay yazımına göre, “sergerde” köylüler itaatkarlık ediyorlardı. Nasıl bir itaatsızlık, kime, neye o da belli değil. Ama itaatsizleri, itaat altına almakla görevli ordu sefer halindeydi.

Remi tarih, 1925 yılında olmamış, ama var kabul edilmiş isyanın bastırılmasını şöyle anlatıyor: “Bölgenin taranmasında, 2002’den fazla silah toplanmış ve varılabilen köyler, evler tahrip edilmiş, kışın bastırılması nedeniyle harekat durdurulmuştu.”

Yine resmi tarihe göre Sason’un bir köyü, hayvan sayımına giden, (tavuklar hariç, her hayvan başı için devlet vergi alıyordu. Koyuna, keçi, eşek, katıra sahip olmak vergiye tabiiydi) kaymakam vekili, durup dururken “itaatsizliğin silahlı ayaklanma” şekliyle karşılaşmış, çıkan çatışmada vurularak öldürülmüş, köylülere dini telkinde bulunarak hak yoluna davet için yanına aldığı müftü de yaralanmıştı.

Oysa, resmi tarihin kaydettiği gibi değildi, hiçbir şey. General Cemal Madanoğlu bile resmi ağzı yalanlıyor, söylediğine “uydurma” diyordu, çünkü...

Madanoğlu ve Sason isyanının gerçek yüzü

Cemal Madanoğlu, Sason tedip ve tenkil harekatında, yüzbaşı rütbesinde kol başıydı. Sonra, Dersim’de kırıma katılacak, yıllar içinde rütbeler alıp yükselecek, Korgeneral rütbesiyle 27 Mayıs 1960 darbesinde yer alacak, ama saf dışı kalacaktı.

Daha sonra Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Senatörlüğe atadığı Madanoğlu, 12 Mart 1971 darbecileri tarafından, darbe hazırlığı içinde olmakla suçlanacaktı. MİT ajanı olduğundan habersiz, “manevi evladım” diyerek yanından ayırmadığı, bugün, AKP iktidarının “serden vazgeçmiş” kalem muhafızlarından Mahir Kaynak muhbiri, bu davada yazarlar İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu da suç ortağı kürsüsündeydi.

Madanoğlu, 1983 yılında cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen, ancak “devlet sırrını ifşa ettiği” gerekçesiyle yasaklanarak yayımı durdurulan, gazetede yayımlanan kısmı daha sonra kitap haline getirilen anılarında, Sason isyanı denilen olayın, köylülerin tecavüz girişimine tepkiden ibaret olduğunu söylüyordu.

Madanoğlu, kaymakam vekilinin yanına sivil memurları da alarak, bir yüzbaşının komutasında, Harbak köyüne gittiğini, muhafızlarına komuta eden yüzbaşının köyde, Teteri Bedik’e misafir olduğunu belirtiyor ve devam ediyor: “Teteri Bedik’in evinde erkek yok. (Korkudan köyü terk edip, kaçmış olmalılar. A. K.) Gelin, harıl harıl akşam yemeği hazırlıyor. Tam bu sırada yüzbaşı geline yaklaşmak isteyince, olay çıkıyor. Kadın direniyor. Başlıyor bağırmaya. Yüzbaşı kaçıyor. Peşinden koşanları korkutmak için, birkaç el ateş ediyor. Tepeye yerleşmiş birliğin yardımıyla canını kurtarıyor, ama olaydan habersiz kaymakam vekili ve diğerleri Harbaklılar tarafından öldürülüyor. Jandarma yüzbaşısı sonra olayı rapor ediyor. Ama gerçeği yazmıyor. İsyan çıktı, diyor.”

Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi’nden, 1980’lerde Diyarbakır milletvekilli ailesi de tedip ve tenkilden geçmiş Mahmut Altunakar, aslında “tecavüzcü”nün yüzbaşı değil, öldürülen kaymakam vekili olduğunu açıklıyordu.

Ama hangisi tecavüzcü tartışması bir yana, bir tecavüz girişimine gösterilen tepki hayali “isyan” sayılıyor, sonra, bütün bir bölgede tecavüzcü de olsa itaatkarlık harekatı başlatılıyor, ele geçen insanlar öldürülüyor, mallar talan ediliyor, taş üstünde taş kalmamak üzere köyler yakılıp, yıkılıyordu.

Ölüm ya da sürgün

Ancak Sason’un tedip ve tenkili, yıllara yayılarak 1936’ya kadar sürüyordu. Bu arada Bakanlar Kurulu kararıyla 2 bin 400 kişi de, aileleri de parçalanarak, topraklarından koparılıp Eskişehir, Bursa, İzmit, Zonguldak, Bolu, Çankırı, Afyon, Balıkesir, Denizli, Aydın, Manisa, Isparta ve Muğla illerine sürülüyordu.

Kaçıp, dağlara sığınanlar tenkil ediliyordu. Resmi tarih, öldürülenlerin sayısını rakamlardan tasarruf edercesine sunuyordu: “Harpak, Kozik, Norşîn, Melefan, kuzeyi Silent, Kerho bölgelerinde tarama yapılmış ve asi halktan 36’sı imha edilmişti.”

Türk Genelkurmay’ın yazdığı resmi tarihe göre, sürgün ve yerinde susturulanlara rağmen, dağlarda itaatsizlik direnme şeklinde devam ediyordu. Türk Genelkurmayı bu konuda, tarihe şu notu düşüyor: “Yapılan harekatta, jandarmadan 14 yaralı, nizamiye birliklerden 21 şehit, iki yaralı, halktan iki şehit (kılavuz) beş yaralı verilmiş, bir hayvan ölmüş, iki hayvan yaralanmıştı. Eşkıyadan da (o zaman terörist denmiyordu) 155 ölü, 24 yaralı verdirilmiş, 39 kişi yakalanmış, 879 kişi kendiliğinden teslim olmuş, bu arada 52 tüfek toplatılmıştı.”

1991’de, 1925’e dönüş

Kemalist devlet ideolojisinden (İttihat ve Terakki’den de diyebilirsiniz) Türk aydınlarının ağzına geçmiş, bir ezber tekerleme vardır: “Tarih, tekkerrürden (kendini tekrardan) ibarettir.”

İnsan oğlunun korkunç yanlış kabul ettiği olgu, bunların doğrusudur. Oysa insan oğlu kabulüne göre tarih, hatalarından ders alıp, kötülüğü mahkum edilen, bir daha asla tekrarlanmaması için toprağa gömülen olaylar, durumlar sahnesi bütünüdür. O nedenle, evrilmiş yer yüzü, tarihten dersler çıkarıp kendini yeniledi. Bir bakıma dünyalarını yaşanır hale getirdi. Özellikle ırkçılığı bataklıkta çürüterek...

Almanya, Hitler ırkçılığının tekrarına, aşılmaz duvarlar çekerek dünyayla bütünleşti. İtalya Mussolini dönemini toprağa gömdü. İspanya ve Portekiz de diktatörlerin yolunu, lanetli ilan ederek yeryüzünü, yeni bir yüzle selamladı.

Britanya, yüz yılların İrlanda sorununu kalıcı barışa evirerek, Fransa Korsika, İspanya Bask ülkesi konusunda tarihin kötü mirasını reddedip, çöplüğe atarak, huzur buldu.

Kürdistan meselesi, bu Avrupa ülkelerinin kendi etnik gruplarını ret süreciyle başlar. Kürtler reddin acılarının aktığı 1925-1940 köprüsünden geçtiler. Kürtler, kanlı nehirlerden geçtiler. Kan nehirleri sayısız aileyi yuttu. Ama geride kalan yaralı halk sevdasından vazgeçmedi.

Bu arada ezenler, vicdanı olan kullanılmışlardan, sayısız ruh yaralısı yarattı. Kuşaklara akıtılan kan, Kürtlere çektirilen acı bir suçlular toplumu da yarattı. Onlar, ellerinden akan kanla nasıl yaşadılar bilemiyorum, ama 15 Ağustos 1984 tarihinde PKK tarafından tetiklenen isyandan sonra, diyalog ve insanca çözüm mantığının eksikliğinden, tarih tekrarlandı.
Tekrar insanlığın kaybıydı sadece...

1983 yılında Başbakan, daha sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal, “tarih tekrardan ibarettir” ezber yolunun yolcusu bir Türk sağcısıydı. Vurup, ses çıkararak toplumu korkutacak, öldürerek gerillayı yok edecekti.

“Yardım ve yataklık ediyor” gerekçesiyle, sivilleri hedef alan ilk faili meçhul denilen, faili açık cinayetler onun döneminde başladı. Ardından Sansür ve Sürgün kararnamesi geldi.

Süleyman Demirel’in 1991’de Başbakan olması, Türk milliyetçisi müthiş ikilinin şiddet rüzgarlarına kural tanımazlığı ekledi. Devlet partisi CHP ikiliye katılınca, üçgen tamamlandı. Seçimde, Kürdistan yarasının derdindeki partiyle işbirliği yapmış, Kürt temsilcileri parlamentoya taşınmıştı CHP.

Bir süre sonra, Kürtlerin kendileri olarak parlamentoda bulunmaları fazlalık sayılacak, polise “yakala” emri verilecekti. Onlar işkencehane ve hapishaneye sürüklenirken, CHP “tarih tekkerrürcüsü” olarak, şiddet sistemiyle bütünleşmiş dilsiz, sağır, kör kalmıştı. Bu arada dağlarda top, tank ve uçak sesleri, tüfek cayırtıları kesintisizleşmiş, sivil Kürtler de hedefe oturtulmuştu. Artık, devleti devlet yapan hukuk kuralları, hatta rejimin kanunları da yoktu. Gizli kararlardan fışkıran emirler dönemiydi. Gece yatağından kaldırılan, gündüz yolunda çevrilen, polis kimliği, simgeleri gösterilerek işyerinden alınan Kürtlerin cesetleri yol boylarında, dağların kuytuluklarda toplanıyor, insanlar şehir sokaklarında enselerine sıkılan tek kurşun, boynuna vurulan tek satır darbesiyle katlediliyor, kovalanan katiller, devlete ait binalara girip, orada “gelmedi, görmedik” oluyorlardı.

Oysa onları herkes biliyor, tetikçileri birebir tanıyordu. Arabalarını gören, “kaçın azrailin celladı geliyor” diye bağırarak, saklanmaya koşuyordu. Onlar devletten maaşlı, devletçe silahlandırılmış özel ölüm timi personeliydi...

2012 yılında, 1925’in tekerrürü 1990’lar başka türlü yaşanıyordu. Ama uygulama farklılığıyla... Tetikçiler, insan avında değildi. Bu kez evinden, işyeri ve seçildiği makamdan alınan Kürt kadınları, erkekleri, okulda olması gereken çocuklar, polis ve adliye ringinden sonra “terörist” damgalı dosyalar eşliğinde toplama alanlarına dolduruluyor, yeni eklenenlerle, binlerle ifade edilen sayılar her gün artıyordu.

Bu arada kışla, karakol ve karargah arazileri kazılınca, 1990’lardan kalma cinayetlerin kalıntısı, insan kemikleri ortalığa saçılıyor, günün hükümet sözcüleri o dönemde mafyanın da devlet imdadına çağrıldığını yadsıyıp, zekamızla alay edercesine, “kim yaptı diye araştırıyoruz?” diyorlardı.

1990’lara göre göze çarpan bir fark daha: Çünkü, yeni dönemde, “ileri demokrasiye ileri” naraları atan bir Başbakan vardı. Bu Başbakan, içerideki teferruatla ilgilenemeyecek kadar, Araplara demokrasi getirmekle meşguldu. Kafası attıkça, Suriye Devlet Başkanı’na sesleniyor, “Devlet vatandaşını bombalamaz” diyordu.

Bu sırada, Anıl Çeçen adındaki bir Hukuk Fakültesi profesörü “Kürt göstericileri havadan bombalayın” önersinde bulunuyor, yine de şehirlerde zehirli gazla yetiniliyor, ama Uludere’de, sınır ticareti yapan çocuklar, vadide bir araya toplayıp uçaklarla, tepelerine napalm bombaları boca ediliyor, 34 kişi paramparça ediliyordu.

Evet, tarih tekerrürcülerin dünyasında, dağlarda hâlâ silah sesleri yankılanıyor, Kürt yarası 1925’teki gibi kanıyordu.

Hayali isyana bir örnek

Mahmut Altunakar, aynı zamanda tarih derlemecisi. Yani doğup, büyüdüğü toprakların bir amatör tarihçisi. Altunakar “Midyat İsyanı”nın da hayali olduğunu söylüyor. Yani önce insanlığa karşı suç işleniyor, sonra gerekçesi uyduruluyor. Altunakar’ın anlattıklarını, Evrensel Yayınlarınca yayımlanan “Kürt İsyanları” adındaki kitabımdan aktarıyorum: “Sene 1935. Midyat’ta Nahiye müdürü, aşiretler arası çekişmeleri fırsat bilip yükünü tutmuş. (Soyulan) bir aşiret, ya Ankara’ya şikayet edilecek veya öldürülecek diye hakkında karar vermiş. Karar Nahiye müdürünün kulağına gitmiş. Tek çare var: Kendini kurtarmak için, Ankara’ya telgraf çekiyor: İsyan var.”

Nahiye müdürünün başlattığı hayali isyan üzerine, Ankara “isyanın ibret verici şekilde bastırılması”nı emrediyor, Türk ordusu gücünü gösterip, gerekeni yapıyordu. Bölgede, bebeğinden ihtiyarına kadar insanlar, devletin “ibret verici” hışmına uğruyor, acı yangın ve kan sesi oluyordu.

Bir hayali isyan daha

1990’larda, Kürtlere ömür biçme, kaderlerini belirleme adaleti çavuşlara, onbaşılara, kiralık katiller, mafya çetelerinin tetikçilerine kadar inmişti. Mafya çetelerinin reisleri, insan kanı akan topraklarda “önemli şahsiyetler”di. JİTEM, MİT hesabına tetik çeken biri il güvenlik (Bingöl’deki toplantıya katılışı, parlamento faili meçhul cinayetleri araştırma komisyonu tutanaklarına da geçti) toplantısına katılıyor, bir öteki “Tamburalı Paşa” lakaplı Bölge asayiş komutanı Hasan Kundakçı ile sofraya (Abdullah Çatlı) oturuyor, sofrada çekilen hatıra fotoğrafı gazetelerde de yayımlanıyordu.

1925-1940 arasındaki süreçte, isteyen yönetici kendi isyanını başlatıyor ve “bastır” emri üzerine, ordu birlikleri, kadınlara, çocuklara karşı harekete geçiyordu. 1980’lerde “Olağanüstü Hal Valiliği”nin adı, 1925’lerde “Umumi Müfettişlik”ti.

Mahmut Altunakar, dönemin Umumi Müfettişi Abidin Özmen’in, Diyarbakır’ın ünlü ailelerinden Pirinççioğlu ile Cemiloğlu arasındaki bir anlaşmazlıktan, nasıl isyan üretip, bastırma emrini verdiğini şöyle anlatıyor: “Abidin Özmen, bunu (anlaşmazlık, çekişme) fırsat biliyor. Askeri harekatın gereki olduğuna Ankara’yı da inandırıyor. Gerekeni yap, talimatı alınca da düşman olduğu kişileri ortadan kaldırmaya başlıyor. Diyarbakır Milletvekili Mustafa Ekinci’nin tesbitlerine göre 93 kişi, fakat benim tesbitlerime göre 700-800 kişi sorgusuz sualsiz şekilde yok ediliyor. Diyarbakır’daki insanları, mahkemede sorun var diyerek Mardin’e, Mardinde’kileri Diyarbakır’a nakledip, yok ediyorlar.”

Kırımın gerekçesi isyan, yalandır

1925 baharında başlanan, 1927 yılı sonbaharına kadar kademe kademe uygulanan Mutki tedip ve tenkiline de isyan bastırma diyor, Türk resmi tarihi. Oysa Türk Genelkurmayı bile doğru dürüst bir gerekçe uyduramamış, buna. Genelkurmay tedip ve tenkilin, başka bir deyişle bölgeyi insansızlaştırmayı haklı göstermenin sebebini şöyle anlatıyor: “Sason’da yapılan Mehmet Ali Yunus tedibatı sırasında, bunlara yardımda bulunan Hersan ve Silent eşkıyasının silahları toplanamamıştı. Bu arada Bitlis valiliği, Mutki’deki 35 köyün naklini uygun görmekteydi.”

Resmi sebep bu. Ama söylem, isyan çıktı diyemiyordu. Türk ordusu, bu arada bütün bir bölgede yaşayan insan sayısını 15 bin kişi olarak tesbit ediyor ve 2. tümene bağlı tugaylar, alay ve taburlar, seyyar jandarma alaylarıyla takviyeli olarak tedip ile tenkile başlıyor.

Tümen komutanlığının emrine göre ekili ekinler tahrip ediliyor, köyler yakılıyordu. Öteki tedip ve tenkillerde olduğu gibi sivil taarruzlarda uçaklar da kullanılıyor, dağlara, mağaralara sığınan insanlar, çember içine sıkıştırılıp, imha ediliyordu. Türk Genelkurmay Başkanlığı, sivil halka karşı başlatılan Mutki harekatının 25 Ağustos 1927 tarihinde, başarıyla tamamlandığını haber veriyordu. Genelkurmay, tedip ve tenkil harekatının başında, kadın, çocuk, ihtiyar dahil bölgedeki insan sayısını 15 bin olarak veriyor, taarruz sonrasında ise çoğunun imha edildiğini açıklıyordu.

Genelkurmay’ın, başarısını anlatan açıklaması şöyle: “Birliklerin, emir esasları dahilinde ve eşkıya muharebeleri taktiğine uygun yaptıkları harekatta, asiler kısmen kaçmış, çoğu yok edilmiş ve bir kısmı da yakalanmış, ayaklanma bölgesinde taranmamış yer kalmamıştı.”

Yarın:
  • Murat vadileri ve tepelerinde kırım sesi




HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 6

Ahmet KAHRAMAN
Güncellenme : 03.02.2012 09:06

Kürdistan kırımla fethediliyor

Şeyh Said hareketinin başlayıp, yayıldığı Murat vadileri, Dicle havzası ile tepeleri, adeta kin ve intikam duygusunun hedefiydi. Yığınak ve köyler tek tek kuşatma altına alındıktan sonra, başlatılan tedip ve tenkil vuruşu 1927 yılı güzünde tamamlanıyordu.

Bu konuda da, artık sayıları tükenen tanıkların dışında, elimizdeki başlıca belge ve bilgiler, dönem muktedirlerinin gazetelere geçmiş konuşmaları, kendince sebepler, dayanak gerekçeleri yaratıp tenkilin tarihini yazan Türk Genelkurmayı’dır. Başkaca kaynak yok.

Doğru ve gerçekler, bir bakıma gönüllerinden kopanıyla, çıkar ve görüşlerine uygun olarak, kendi insaflarına tabii. Ama, kabul etmek gerekiyor ki bu söylem ve tarihi kayıtlar, 1984’ten sonrakiler ne kadar gerçek, ne oranda doğru ise bunlar da o kadar hakikate uygun.

Türk Genelkurmayı bu havzadaki vuruşa “Bicar tenkil harekatı” adını veriyor. Kapsadığı bölgeyi de Muş, Solhan, Karlıova, Varto, Bicar, Lice, Piran, Silvan, Gökdere, Hani, Genç, Çabakçur (Bingöl) Palu diye açıklıyor.

Ama harekatın olması için, bir isyanın icat edilmesi gerekiyordu. Oysa, Şeyh Said’in Diyarbakır önlerinden çekilmesinden sonra, katılanlar köylerine dönmüş, dağlar sessizlik ve hareketsizliğe bürünmüştü.

Önce “aranan isyanı icat” ediliyor, sonra tenkil başlıyordu. Resmi tarih 1927 yılındaki tenkilin sebebini, 1925 ve 1926 yıllarında yüksek dağlar ve sarp geçitlere ulaşamamak olarak açıklıyordu. Yani bastırılacak isyan yok, sindirilecek insan vardı. Bu amaç için 7 ve 8. kolordular görevlendirilmişti.

Genel taarruz, başladığında pek çok köylü, sürülerini de yanlarına alıp, dağların korunaklı sarplıklarına çekiliyordu. Türk resmi tarihine göre, köylülerin yoğun olarak çekildikleri alanlardan biri de Lis Dağı’ydı. Fakat, köylüler üzerlerine akan ölüm alayına direniyordu.

Genelkurmay, 5. jandarma alayının Lis Dağı’na yaptığı ilk saldırının sonuçlarını şöyle açıklıyor:

“Alay asilerin pususuna uğramış, bir avuç eşkıya karşısında perişan bir halde dağılmış, subay ve erlerden şehitler vermiş, birçok malzeme de asilerin eline geçmişti.”

Genelkurmay’ın açıklamasına göre Hüveydan bölgesine gönderilen tabur da Şeyh Fahri ve Fevzi ile arkadaşları karşısında yenilgiye uğramış, bazı askerler isyancılara katılmıştı.

1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizecek, tutuklanıp hapse atıldıktan sonra delirerek ölecek General Mustafa Muğlalı, Koçgiri Katliamı’ndan sonra ilk defa burada, albay rütbesiyle katliam sahnesine çıkıyordu. Muğlalı, tenkile (günün anlatım diliyle kırıma da diyebilirsiniz) yöreleri gezip, her aile hakkında ayrı ayrı bilgiler topluyor, Kürt memurları fişliyor, muhbir ve kılavuz ağları kuruyordu.

Kökleri kurutulanlar

Bu arada Ankara’dan gönderilen kırım planı, “çember yavaş yavaş daraltılarak, bunlar bunları tamamıyla imha etme fikri, esas kabul edilmişti” diye açıklanıyor.

Türk resmi kaynaklarına göre Lice, Hani, Çabakçur, Genç ve Hazro bölgelerinde sarıldıklarını anlayan köylülerin bir kısmı, çemberi yarıp başka dağlara sığınıyorlardı.

Genelkurmay çemberi yarıp, çıkamayanların akıbetini özetle şöyle anlatıyor:

“İçeride kalanlar, bunlara yataklık ederek hükümetin hükümranlığına meydan okuyanlar (...) kamilen imha edilmek suretiyle, kökleri ve kaynağı kurutulmak fırsatı elde edilmiş oldu.”

Ancak kökleri kurutulanların kaç kişiden ibaret ve bunlardan kaçının kadın, çocuk, bebek ve ihtiyar olduğu belirtilmiyor, bu konuda hiçbir rakam verilmiyordu.

Diri diri yanan insanlar

Genelkurmay katıtlarında Botyan, Mürtezan, Zengazor diye adlandırılan bölgedeki 22 köy yakılıyordu.

Türk Genelkurmayı anlatıyor:

“Yanan köylerde birçok fişek ve bombanın infilak ettiği görülüyordu. Kül haline gelen saman yığınları arasında, mukadder akıbetine uğrayan birçok eşkıya avanesinin cesetleri teşhis edildiği gibi, takip müfrezeleri buraya yaklaştığı sırada silahını atan birçok kişi hemen imha edildi.”

İnsan değil sivrisinek sanki

Türk Genelkurmayı’nın dili, insan değil sanki sivrisinek imhası gibi. Oysa yok edilenler insan. Üstelik, kinle “eşkıya” diye tanımlanıyor, beğenilmyen herkes. Ama onlar silahsız, masum insanlar.

Suçları Kürt olmak mıydı? Hepsine birden eşkıya ya da çete diyorlardı. 1980’lerden itibaren hedefteki herkesin “terörist” olması gibi...
 
Türk ordusu, Kürdistan’ı karış karış fethe çıkmış gibi  yerden ve havadan, bütün gücüyle taarruz halindeydi. Amaç isyan bastırma deniyordu, ama aradan aylar geçtiği halde, hâlâ Şeyh Said hareketinden haberi olmayan bölgeler vardı. Şeyh’in saflarına koşmak isteseler bile,    birleşecekleri gruplar kalmamıştı. Ama isyana destek, isyancılara     yataklıktan suçlu görülüyor, suçluların cezalandırılması için bahane aranıyor, gerekçe yoksa yaratılıyordu 1926 baharında büyük bir güçle Dersim’e giriliyordu.     Dersimliler, teslim olma yerine, yer yer direniyorlardı. Direnme alanlarından biri de efsanevi Ali Boğazı’ydı. Garip, 1926 yılında ilk defa uçakların hücumuna uğrayan Ali Boğazı fethedilememiş olmalı ki, 2000’lerde hâlâ, uçaklarla en çok bombalanan Kürdistan yörelerinden biriydi
Genelkurmay dağlara sığınmış kadın, çocuk, ihtiyar, çoğu silahsız her yaştan insana karşı kazanılan zaferi anlatmaya devam ediyor:

“Hartali Sabri de müfreze tarafından yakalanıp öldürülmüş, Süplük dağında Ömer Zaro çetesine mensup 49, Emin Miko çetesine mensup 6 silahlı, 39 silahsız, Kançevare ormanında 4 silahlı, 12 silahsız şaki (eşkıya) tutularak öldürüldüler.”

6O köy yakılıyor, 450 kişi katlediliyor

1927 yılının Ekim ayında, Murat ile Dicle nehri havzalarında sürdürülen 13 günlük baskında, öteki “harekatlarda” olduğu gibi insanlarla birlikte, bütün yer yüzü parçası hedef alınıyor, ormanlar, otlar, yaban hayvanları da yok ediliyordu.

Bu arada ele geçen silahsız sivil insanlar, sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyor, ya da süngüden geçiriliyordu. Faso Dağı’nda, Bicarlı Mustafa Beyin 29 akrabasının katledilmesi, fetih seferinin zafer savaşı olarak tarihe kaydediliyordu.

Türk ordusu adeta yan yana dizilmişçesine bütün bir bölgeyi araştırarak ilerliyor, önüne çıkanı süpürüyordu. Suçlu, suçsuz ayırımı yoktu. Sorguya da gerek duyulmuyordu. Bütün bir bölge insanı asi, eşkıya, eşkıyanın köyleri, tek tek evleri düşman hedef, malları da el konulmasını bekleyen, vaaddedilmiş ganimetti.

Türk Genelkurmayı sonrasını anlatıyor:

“Çetelo dağının en yüksek tepelerine kadar yapılan taramalarla, bütün meskün yerler araştırılmış, asilere yataklık ettikleri kesinlikle anlaşılan 60 kadar köy yakılmış, 450’ye yakın şaki öldürülmüş, bunlara ait bütün sürüler ele geçirilmişti.”

Kürdistan’ın fethi

Türk ordusu, Kürdistan’ı karış karış fethe çıkmış gibi yerden ve havadan, bütün gücüyle taarruz halindeydi. Amaç isyan bastırma deniyordu, ama aradan aylar geçtiği halde, hâlâ Şeyh Said hareketinden haberli olmayan bölgeler vardı.

Ağrı Dağı’nın yaylaları, Eruh tepeleri, Cudi Dağı’nın dorukları hareketi duyduklarında, Şeyh Said çoktan muhasarayı bırakıp, Diyarbakır önlerinden çekilmiş, sopalarla savaşmaya koşan köylüler dağılmışlardı. Hatta Şeyh idam bile edilmişti.

Dolayısıyla Şeyh’in saflarına koşmak isteseler bile, birleşecekleri gruplar kalmamıştı. Ama isyana destek, isyancılara yataklıktan suçlu görülüyor, suçluların cezalandırılması için bahane aranıyor, gerekçe yoksa yaratılıyordu.

Maksat fetih tamamlansın diye miydi?

Mesela 1926 yılı baharında, başlatılan Ağrı (Ararat-Agirî) dağı harekatı için aranan gerekçe, bu yörede barınan “eşkıya” özerk ve bağımsız Kürdistan hayali kurmalarıydı. Ayrıca 1926 Mayıs ayı başlarında Yunus Taşo ve arkadaşları bir miktar hayvan çalıp, dağın yükseklerine çıkmıştı. Devlet, adalet ve hukuka bağlılığının gereğini yerine getirmeli, Taşo’yu yakalamalı, hayvanları da sahibine teslim etmeliydi.

Adalet arayıcısı Türk askeri alayı, 17 Mayıs günü, gördüğü bir gruba saldırmış, ancak silah seslerini duyan bir grup, hatta İran’da oturan Sakanlı, Kızılbaş aşiretleri hücum edince, verdiği kayıplarla perişan hale düşmüştü.

Ordu daha sonra takviye güçle hücuma geçecek, 1927 yılında da, 9. kolordu kendisine bağlı tümen, tugay ve alaylarla Agirî bölgesinde taarruz tazeliyordu. Ancak daha sonra Ağrı İsyanı’nın başlıca liderlerinden olacak Bıro Hussıkê Telle, artık dağdaydı. Silahı var ve savaşmasını biliyordu.

Dolayısıyla Ağrı Dağı’nda tedip ve tenkil mümkün değildi. Ama düzlükler, yaylalarda yaşayanlar, o kadar şanslı değildi. Ama öldürülen insan ve yakılarak yok edilen köy sayısı kayıtlara geçmediği için bilinmiyor.

Ali Boğazı 2012 yılında hâlâ bombalanıyordu

1927 yılında, kara ve hava gücüyle bütün türk orduları Kürdistan dağlarına yığılmıştı. Ancak fetih hamleleri tamamlanmamış olacak ki 1984 Ağustosu’ndan itibaren aynı bölgelerden, yeniden silah sesleri duyulmaya başlayacaktı.

Mesela halkı itaat altına alınacak hedeflerden biri de, Dersim’di. 1926 baharında büyük bir güçle Dersim’e giriliyordu. Dersimliler, teslim olma yerine, yer yer direniyorlardı. Direnme alanlard
an biri de efsanevi Ali Boğazı’ydı. Garip, 1926 yılında ilk defa uçakların hücumuna uğrayan Ali Boğazı fethedilememiş olmalı ki, 2000’lerde hâlâ, uçaklarla en çok bombalanan Kürdistan yörelerinden biriydi.

Bu arada işgal edilen gomlar, ahırlar, köylerin, bayrak dikilen tepelerin, kontrol altına alınan geçitlerin isimleri tek tek sayılıyor, ele geçen ganimet hayvanların miktarı da not ediliyor, ama öldürülen insanların sayısından söz edimiyordu.

Türk ordusu kar yağışı ile Dersim’den çekilirken, Genelkurmay Başkanlığı elde edilen başarıyı rakamsal olarak şöyle açıklıyordu:

“31 er şehit, bir subay, 53 er yaralı verilmiş, ayrıca 10 er kaybolmuş ve buna karşılık asilere hayli zaiyat verilmiş ve 1084 küçük baş, 342 büyük baş hayvan ganimet alınmıştır.”

Bir isyan da Tendürek’te

Kürdistan’ın tarumar edildiği birinci vuruş yıllarında şef devlet, devlet şefti. Buna rağmen “tenkil”e gerekçe bulup, “isyan vardı, vurduk, bastırdık” demeye gerek var mıydı? Yoktu tabii ki...

Ama yine de, tarihe “isyan” notunu düşmüşler. Tıpkı Ermenilere yapılanların manzarasına yapıştırılan, ancak daha sonra işe yaramayan etiket gibi...

Ve olmamış, ama kanla bastırılmış bir isyan da Tendürek dağlarında patlamış. İsyan ve sebebi mi?

Yazın Tendürek yaylalarında yaşayan Şeyh Abdülkadir, devlete itaatsiz davranışlarda bulunuyormuş. Şeyh Abdülkadir’i itaate zorlamak için hazırlanan ve hücum alay ile taburlarına verilen emirnamede şöyle deniliyordu:

“Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve kanunlarına vefası ve itaati olmayan Kandil, Tüdeki Ulya, Hacı Halit dolaylarındaki Abdülkadir ve aşiretini tamamıyla dağılmış bir hale getirip ezmek ve ellerinde tek silah bırakmamak ve kimsenin firarına meydan vermemek...”

Şeyh Abdülkadir, kırımı önlemek için oğlunu, Karaköse’deki (Ağrı) karargahına gönderiyor, fakat kararı da yazılmış vuruşu önleyemiyordu. Tendürek yaylalarındaki çadırlar, içinde kim var, kimler yaşıyor denmeden uçaklarla bombalanıyor, sonra karadan taarruz başlıyordu.

Köylüler ellerindeki imkanla direnişe geçiyor, bu arada fırsatını bulan sürülerini bırakıp İran’a sığınarak kurtuluyor, bir kısmı da ordunun girmeyi göze alamadığı sarplıklara saklanıyodu. Ordu, 27 Eylül 1929 günü yaylalardan çekiliyor, ama kazanılan zaferde kadın ve çocuğun öldürüldüğü asla açıklanmıyordu.

1925’te başlayan fetih harekatları, “terbiye etme ve yerinde sonuna kadar susturma” olarak bütün Kürdistan’ı kapsıyordu. Topluca ya da tek tek katledilen insan sayısı, çok seyrek olarak ordu raporlarında yer alıyordu. Genel olarak, katliama uğramış insan ve yakılan köy sayısı kayıtlara geçmiyordu.

Ağrı Dağı direnişinden sonra tarihinin en vahşi katliamlarından birinin yaşandığı Zilan’da öldürülenlerin gerçek sayısı da meçhul.

(Yarın: Ağrı Dağı’ndaki direniş ve Zilan’da kırım)







HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 7

Ahmet KAHRAMAN
Güncellenme : 04.02.2012 09:11

Zilan Deresi kan ağlıyor...

1925 baharında, karlar eriyip, yollar ve ırmaklar geçit verdiğinde, başlatılan taarruz, merkez tarafından ayrıntılarıyla planlanmış Kürdistan’ın fethiydi. Türk ordusunun bütün kara ve hava gücüyle katıldığı harekat, Sivas’tan başlamış, yayılarak doğu sınırlarına dayanmış, bu arada topyekün Türkleşmeye engel görülen herkes hedef haline gelmişti.

Savur, Oramar, Şemdinli, ColemÍrg’de de, daha düne kadar rejime hizmet eden, Celali Aşireti’nin önde gelen adamlarından Bazidli (Doğubeyazıt) Biro İbrahimÍ HussikÍ Telle gibi geçmişte, Rus işgaline karşı destanımsı kazanımlar elde etmiş kişiler de “tenkil”ine karar verilen kişilerdi.

Osmanlı yönetimini, bir darbeyle ele geçiren ırkçı İttihat Terakki örgütü, 1914 yılında Almanya saflarında Birinci Dünya Savaşı’nı başlatmış, bu arada Rusya’yı fethedip, “Kızıl Elma”ya erişerek, “Turan” dedikleri Türk imparatorluğunu kurma hayaliyle Sarıkamış’a 120 bin kişilik ordu yığmıştı. Ancak, beslenip kış şartlarına uygun gidirilemeyen ordu, durduğu yerde bit istilası, salgın hastalığa uğramış, buna rağmen 22 Aralık 1914 günü Rusya’ya hücum emri verilmişti. Fakat askerlerin 90 bini gece donarak ölmüş, böylece hücuma geçerken kendiliğinden imha olup, saf dışı kalan, yer yüzünün ilk ordusu olmuş, engelsiz kalan Rus ordusu da Kürdistan’ı işgale başlamıştı.

Komutan Biro’nun başına gelenler
Ancak Kürtler, Rusları çiçek ve armağanlarla karşılamadılar. Ellerindeki imkanlarla örgütlenip, direndiler. Bu direniş sırasında, destanımsı bir üne kavuşan Zipkan Aşireti’nin önderi Mecit Bey, oğlu Halis Bey (Öztürk), öteki Bazid’de Celali aşiretinden BiroÍ HussıkÍ Telle’ydi. Halis Beyle Biro’nun yolu, daha sonra Türk ordusuna karşı, Ağrı (Agirî) direnişinde kesişecekti.

Türk ordusunun, her bahar aynı gün, çarpışa çarpışa Beyazıd’ı Rus işgalinden kurtarılması kutlanıyor. Ama gerçek öyle değildir. Ordu hiç görünmemiş, dolayısıyla çarpışmamış, olmayan çarpışmada Beyazd’ı da kurtarmamıştır. Varsa kurtarıcı Biro ve akrabası Gur Husen’dir.

İkili halkı örgütleyerek, Rusların Bazid’e girmesini engelliyor, daha sonraki bir çatışmada, Hussen hayatını kaybediyor, komutan Biro ise koruduğu şehri, yıllar sonra Osmanlı üniformalı askerlere teslim ediyor, ticaretle uğraşmaya başlıyordu.

Biro ve aşireti Celaliler, Şeyh Said’e arka çıkmadıkları gibi, İran’a geçen Şeyh’in oğlu Ali Rıza’ya da engel olmaya çalışmıştı.

Sonrasını, Ağrı Dağı direnişinin lideri İhsan Nuri (Paşa), anılarında anlatıyordu: “Türk devleti, Kürt önderleri aileleriyle birlikte, Batı Anadolu’ya sürgün etmeye başladı. Biro’nın dostları, kendisinin de listede olduğunu söylüyorlardı. O, söylenenlere kulak asmıyor, ‘devletin dostuyum, beni niçin sürsünler ki’ diyordu. Fakat düşünmüyordu ki, Türklerin gözünde Kürtler, ister hizmetkar ister asi olsun, yine de Kürt’tü.”

İhsan Nuri’nin anlattığına göre, Biro’nun biri köyde, biri de Bazid’de iki evi vardı. 1926 yılının ilk aylarında Biro köydeyken, Bazid’deki evi, bir askeri müfreze tarafından basılıyordu. Artık, kendisini neyin beklediğini biliyordu. Ölüm ya da sürgüne teslim olma yerine, dağı tercih ediyor, elde tüfek Ağrı’ya çıkıyordu.

Teslim olmayanlar
 
Çavuş Dursun Çakıroğlu, katıldığı bir katliamı anlatıyor: Komutanımız Deli Kemal Paşa. O askere, ‘çök’ emri verdi. Diz çöktük. Deli Kemal Paşa, ‘ateş serbest’ diye bağırdı. Rastgele verdik kurşunu. Feryat, figan, koşuşan vardı. Her şey çok kötüydü. Çok kanlı oldu. Çok kişi öldü. Dört saat taradık. Sonradan 600 ölü dediler. Bence daha çoktu. Bebekler, çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar sıra sıra ölüydü. Yayladakilerin suçu neydi bilmiyorum. Kürt diyorlardı
İşlenen zulümler artık biliniyor, her yerde konuşuluyordu. Teslim olmak, ölüm ya da sürgüne razı olmaktı. İki seçeneğin ötesi dağa çıkmaktı. Karaköse (Ağrı), Beyazıt, Malazgirt, Bulanık ve bu yörelerin çevresinde sayısız kişi ve aile, korunma çaresi olarak dağlara çıkmıştı.

Dağlara çekilenler arasında en örgütlü olanlar ise daha önceki saldırılara direnip teslim olmayan Şeyh Abdülkadir ile Sipkan, Heyderan, Milan, Hesenan, Zirkan, Cibran aşiretleriydi. Bu aşiretlerden silahı olanlar, zaman zaman çatışmaya da giriyorlardı.

Xoybun

1925’de kırım ve sürgün başlayınca, pek çok tanınmış Kürt Irak, Suriye, İran, Ürdün ve Lübnan’a sığınmışlardı. Eski valilerden Memduh Selim, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza, Şükrü Sekban, eski yüzbaşı İhsan Nuri, Berazi aşiretinden Mustafa, Haco Ağa, Paris’te yaşayan eski elçilerden Şerif Paşa, Mısır’da bulunan Celadet ve Kamran Bedirxan kardeşler bunlardan bazılarıydı.

Bu kişilerden bazıları, 1926 yılında Kürdistan’ın geleceğini konuşmak üzere bir araya geliyor, katılımlar çoğalınca 5 Ekim 1927 tarihinde, Lübnan’ın Bihamdun kasabasında Kürdistan kongresini topluyordu. Kongrede Xoybun adıyla partileşme kararı alınıyor, başkanlığa da Celadet Bedirxan getiriliyordu. Bu arada Kürdistan’ın kurtarılması amacıyla ordulaşma kararı alınıyor, Yüzbaşı İhsan Nuri komutanlığa Paşa rütbesiyle baş komutan atanıyordu. İhsan Nuri, bir grupla birlikte dönüyor, Biro İbrahimÍ HussıkÍ Telle’nin üs tuttuğu Ağrı Dağı’na yerleşiyor. Biro, Halis Bey, Ferzende gibi aşiret önderleri, Hamidiye döneminin tanınmış kişilerinden, ama saf değiştrmelerle Kürtler nezdinde güvenilmez adam olan, TC’nin siparişiyle sonra öldürülen Kör Hüseyin Paşa’nın oğulları Nadir ve Memo’nun aralarında bulunduğu bir komuta heyeti kuruyordu.

Ankara harekete geçiyor

Ankara, 1927’de üslenmeyi haber alınca derhal harekete geçiyor, tedip ve tenkil harekatlarının en deneyimli komutanlarını, 19 bölgeye gönderiyordu. Daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak General Salih Omurtak baş komutandı. 1920’deki kanlı Koçgiri olaylarından sonra, 1937 ve 1938’deki Dersim katliamıyla tarihin kaydettiği unutulmaz zalimlerden biri haline gelen General Abdullah Alpdoğan, bir başka zulümkar yüz olan Mustafa Muğlalı buradaydı. Arap İbrahim Tali Öngören de sivil komiser niteliğinde umumi müfettiş...
Türk ordusu, Ağrı Dağı’nı karadan ve havadan bombalarken İbrahim Tali, köylülerden destek almak için Kürt kıyafeti içinde yöreyi dolaşıyor, daha sonra direnişçileri teslime ikna çabalarına giriyor, karşılıklı suçlama ve propaganda bildiri savaşları başlıyor, yer yer çatışmalar yaşanıyordu. Türk hükümeti, ertesi yıl barışçı görünüyor, İbrahim Tali, İhsan Nuri ile buluşup, direnişten vazgeçmeye karşılık para, paye ve rütbe teklif ediyordu. Ancak İhsan Nuri sunulanları reddediyordu.

Hükümet, bu arada Kürtlerin direnişçilere desteğini kırmak için yurtdışında olanları da kapsayan bir genel af ilan ediyor, ancak dönenlerden Kör Hüseyin Paşa öldürtülüyor, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza dahil, birçok kişi tutuklanıyor, Şeyh Said hareketinde öne çıkanlardan Bingöl’ün Karlıova ilçesine bağlı Sağnisli SaidÍ Telhe idam ediliyordu. Affın tuzak olduğu ortaya çıkıyordu.

İran’a toprak veriliyor

Türk hükümeti, 1929 yılında, bölgede yığınak yapmaya ağırlık veriyor, bir yandan da Emin Karaca’nın “Ağrı Eteklerindeki Ateş” adındaki kitabında ayrıntılarıyla yazdığı üzere, askeri destek için İran ve Rusya (dönemin Sovyetleri) ile görüşmelere başlıyordu. vuruyordu. Sovyet lideri Stalin Kürtlerin ezilmesinden yanaydı. İran’ı da ikna için çaba gösteriyor, tehdit ediyordu. Fakat İran, askeri desteğe karşılık, Ağrı Dağı’nın doğusundaki verimli ovaları istiyor, pazarlık İran’ın istediği biçimde yürüyüp sonuçlanıyordu.

Moskova, destek için Ermenistan sınırına askeri yığınak yapıyordu. Bu birlikler daha sonra Aras Nehri’ni geçip, doğrudan çatışmalara katılacak, İran da top atışlarıyla doğrudan saldıracaktı. Irak’ta yönetimi elde bulunduran Britanya, Suriye’deki Fransa da sınırları tutup, Kürtlerin irtibatını ve yardım yollarını kesecek, Türk ordusu 1930’da topyekün hücuma geçecekti. Yeri gelmişken, benzer ittifaklar 1990’larda da kurulacak, Amerika’nın öncülüğünde NATO ülkeleri ve onun dışındaki İsrail de TC’ye askeri yardım sunacaktı...

Sivil katliama rağmen

İlk çatışmalarda Kürtler üstünlük sağlıyordu. Ermeni asıllı Garo Sasoni, “Ulusal Kürt hareketleri ve Ermeni-Kürt İlişkileri” adındaki kitabında yazıyor:

“Türkler, temel güçlerini Zilan ve Erciş bölgelerinde topladılar. Savaş kızıştı. Kürtler, 7 Türk uçağını düşürdüler. Binlerce kurban verdirttiler. Fakat cephaneleri bitince Ağrı Dağı’na döndüler. Türkler, öçlerini silahsız sivil Kürtlerden aldılar. 5 bin kadar kadın, çocuk ve ihtiyarı katlettiler. 200 kadar köyü, talandan sonra yaktılar. Yüzlerce Kürdü toplayıp, Van Gölü’ne döktüler. Çarpışmalar bir yerde sönerken, bir başka yerde patlak veriyordu. Hükümet, erimiş birliklerini takviye için kısmi seferberlik ilan etti. Avrupa basını, 15 Temmuz 1930 tarihinde, Ağrı Dağı çevresindeki bölgede 60 bin kişilik ordu ve 100 uçağın toplandığını yazıyor. Türkler temmuz ayında Beyazıt, Iğdır ve İran sınırlarından taarruza geçtiler. Fakat, büyük kayıplar verip yenildiler. Kürtler, zaman zaman Iğdır’a hakim oluyor, Türk birliklerini Sovyet Ermenistanı’na sığınmaya mecbur ediyordu. Türkler çaresiz kaldılar. Çok sayıda uçak kaybettiler. Salih Paşa’nın birlikleri, Beyazıt yakınlarındaki bataklıkta kısmen yok edildi. Kısmen de esir alınarak büyük bir yenilgiye uğratıldı. Bunun dışında Van, Çatak, Hakkari, Hınıs ve Malazgirt bölgelerinde çarpışmalar sürüyordu. Şeyh Barzani (Mele Mustafa) sınırı geçerek, Hakkari çarpışmalarına hız verdi. Ankara-Moskova işbirliği uzun zaman gizli kalamadı. Kızılordu birlikleri Aras Nehri’ni geçip, Kürtleri boğmak üzere Türklere yardıma koştu. Moskova bununla da kalmadı. İran’ı, Türkiye ile işbirliğine zorladı ve ikna etti.”

Salih Paşa zaferini ilan ediyor

Garo Sasoni’nin yukarda anlattığı temmuz ayındaki manzarasına karşılık General Salih (Omurtak) yayımladığı bildiri ile zaferini ilan ediyordu. General 15 Temmuz 1930 tarihinde Türk kamuoyuna yayımladığı bildiride şöyle diyordu: “Eşkıya çeteleri, çok perişan ve münhezin (hazin) bir halde Zilan ve Hacıdırı derelerine sığınmışlarsa da; ordumuzun bu dereler etrafında tedricen sıkışan çemberi içinde, hiç kurtulmamak şartıyla yok edilmiştir.” Generalin “kurtulamayanlar” dediği, Sasoni’nin sözünü ettiği sivil katliam olmalı.

‘Zilan Deresi cesetle dolmuştur’

Moskova, İran ve TC ittifakı, eylül ayı başlarında, üç koldan Ağrı Dağı üssüne saldırıyordu. Biro İbrahim’in direniş liderlerine, unutulmayan “gözümüzün arkada kalmaması için kadınlarımızı vuralım, sonra hepimiz çarpışa çarpışa ölelim” önerisini bu sırada yaptığını yazıyor, İhsan Nuri Paşa. Fakat, bu öneri reddediliyor, çarpışa çarpışa dağdan çekiliniyor, bu yenilgi oluyordu. İhsan Nuri Paşa, daha sonra yayımlanan anılarında, Ağrı Dağı’nı 300 kişiyle savunup, direndiklerini yazıyor, “500 kişilik ek gücümüz olsaydı, Türk ordusuna yenilmezdik” diyor. Avrupa ve Amerikan basını Türk ordusunun 100 bin kişi ve 1400 uçakla saldırdığını yazıyor.

16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi yazıyor: “Ağrı eteklerinde eşkıyaya katılan köyler yakılarak, ahalisi Erciş’e sevk ve orada iskan olunmuştur. Zilan harekatında imha edilen eşkıya miktarı, 15 binden fazladır. Yalnız bir müfreze önünde ölenler, bin kişi tahmin ediliyor. Zilan Deresi’ne sıvışan 5 şaki teslim olmuştur. Buradaki harp, çok müthiş bir tarzda devam etmiştir. Zilan Deresi lebalep, cesetlerle dolmuştur.”

Geli’de sivil katliam

Zilan söylendiği gibi bir dere değildir. Onlarca kilometre boyunca daralıp, genişleyerek uzanan, yer yer derinliği yüzlerce metreyi bulan, sarp bir Kanyon (Geli)’dur. Burası Osmanlı döneminden beri, saldırılarda binlerce kilometre karelik alanda yaşayan Kürtler için tabii sığınak, korugan ve savunma mevzii idi. Ağrı direnişinden sonra, tarafsız kalmışları, gençleri savaşa gidenleriyle sayısız köy korunup, saklanma düşüncesiyle Geli’ye sığınmıştı. Geli’ye akan insan sayısını kimse bilmiyor, ama çoklukla kadın, çocuk, savaşacak gücü olmayan yaşlılardı.

İran ve Rusya’nın yardımıyla 25 Eylül 1930 tarihinde (Türk Genelkurmayı 16 Eylül diye kaydediyor) başlayan ve Ağrı Dağı’nın düşmesiyle sonuçlanan taarruzdan sonra GeliyÍ Zilan açık hedef haline geldi. Geli havadan uçaklarla bombalandı. Karadan top atışına tutuldu. Girilebilen her yerdeki insanlar mitralyözlerle tarandı. Bu tarihteki en büyük sivil katliamlardan biriydi. Ama katledilen insan sayısı gerçeği meçhul kaldı. Sivil soykırım yalnız Geli’de yaşanmadı. Bütün direniş bölgesini kapsadı, kırım ile kann sesi. Muş, Malazgirt, Bulanık, Hınıs Van, Zilan, Erciş Karaköse, Iğdır yayla ve köylerini...

Bir karikatür ve Atatürk’ün kutlaması

Ağrı Dağı’nın düşmesinden sonra, dönemin yandaşlarından Cumhuriyet gazetesinde dağa işlenmiş bir mezarın taşına, “Kürdistan hayali burada yatıyor” cümlesi yazılmış, bu arada Cumhurbaşkanı Atatürk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a bir kutlama mesajı göndermişti.

Atatürk şöyle diyordu: “Doğu sınırlarımızda genel asayişi ve milli birliği bozmak işteyen şaki ve asileri imha edenleri takdir ve tebrik ederim. Harekatı, her zamanki yüksek vukuf ve liyakatla yürüten Genelkurmayımıza ve kuvvetlerin sevk ve idaresinde gösterdikleri başarıdan dolayı kolordu komutanından kurmay heyetine, harekata katılan komutanlarla subaylarına ve erlere teşekkürlerimin iblağını (bildirilmesini) rica ederim.”

O gün ve bugün

Atatürk de, bugünküler gibi “birlik” diyor ve “birliği bozmak isteyen şaki”lerden söz ediyor. Oysa o zaman da “birlik” yok, Kürtlerin ayrılıp kurtulma mücadelesi vardı. O dönem, “şaki” eşkıya diye tanımlanan Kürtler, günümüzde “terörist”ti. Ve Atatürk yetkilerini elinde bulunduran Başbakan Recep Erdoğan, hâlâ başarılı vuruşlar yapan generalleri kutluyordu.

Bir katliamcı anlatıyor

1906 yılında Trabzon’da doğmuş Dursun Çakıroğlu, askerliğini çavuş olarak yapmıştı. Zilan’da sivil katliama çıkmış bir birlikte askerdi. Onu, bir dostumun aracılığıyla, 1990 yılında Ankara’nın Söğütözü gecekondularında buldum. Mahalle camiin müdavimlerinden. Cami arkadaşı ihtiyarlar ona Laz Hoca diyorlardı. Katledilen kadın, çocuk ve bebeklerin de Müslüman olduklarını söylediğimde, “onlar günahsız, ama biz de emir kuluyduk” cevabını vermişti. Laz Hoca katliama çıktıkları yaylanın adını bilmiyor, ama, “Zilan Deresi’nin yukarı tepelerindeydi” diyordu.

Ve işte anlattıkları: “Büyük bir düzlük çadırlarla doluydu. Yüzden çok kara çadır vardı, sürüleri çoktu. Atları, eşekleri de çoktu. Onların hepsine el koyduk, sonra. Zaten koyun çoktu oralarda. Her taraf sahipsiz koyunla doluydu. Asker et yemekten bıkmıştı. Geceden sardık o yaylayı. Sabah erkenden yaylada bir hareketlilik başladı. Her nasılsa bizi fark etmişler. Göçe hazırlanıyorlar. Görünürlerde çok az erkek vardı. Kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar vardı. Bizi karşılarında görünce bir feryattır başladı. Komutanımız Deli Kemal Paşa. O askere, ‘çök’ emri verdi. Diz çöktük. Deli Kemal Paşa, ‘ateş serbest’ diye bağırdı. Rastgele verdik kurşunu. Hiç karşılık veren olmadı. Feryat, figan, koşuşan vardı. Kötüydü. Her şey çok kötüydü. Çok kanlı oldu. Çok kişi öldü. Dört saat taradık. Sonradan 600 ölü dediler. Bence daha çoktu. Bebekler, çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar sıra sıra ölüydü. Her yaştan insan. Hangi yaştan varsa işte. Yayladakilerin suçu neydi bilmiyorum. Kürt diyorlardı. Devlete isyan etmişlerdi. Çadırlara girdik ki, her taraf ölü. Bazıları birbirine sarılı. İyi değildi, tabii. Emir işte.”

Yarın:
  • Dersim’de kırım





HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 8

Ahmet KAHRAMAN
Güncellenme : 05.02.2012 09:13

Dersim Kürt olmanın bedelini ödüyor!

Atatürk’ün “çıban başı” olarak tanımladığı Dersim, 1930’larda kaderinden habersiz, Türk devletinin Kürdistan’ı fetih taarruzlarına tepkisiz, 1926 yılındaki vuruşun acılarını da unutmuşçasına sessizdi.

Oysa Dersim, Kürdistan’da fethi düşünülen son kaleydi. Sadece planlamadaki sırasını bekliyordu.

Kürdistan’ın fethi projesindeki planlamada tasarlanan akıbet bu, ama Dersimli önder çoğunluğuna göre tedirgin olmaya gerek de yoktu. Çünkü, Kürdistan mücadelesinde, Türk devletini kızdırıp, gazabını çekecek aktif rol üstlenmemiş, tersine yansız, kendi halinde sessiz kalmışlardı.

Yansız kalan, hatta yardıma koşup, yanlarında yer alanların başına gelenlere dair anlatılanlar, hatta yanıbaşlarındaki Karakoçanlı Necip Ağa’nın akibeti pek çok kişinin umrunda değildi. Günü gelince, Dersim’in de hedef tahtasına oturtulacağını söyleyenler, pek çok Dersimli bilmiş önder tarafından boşboğaz, hatta bozguncu diye dışlanıyordu.

Kabahatleri neydi ki, devlet sefere çıksındı!..
 
Dersim’de isyan, bir palavra, masa başı uydurulmuş, yalandan bir suç örtüsüdür. Dersim olayları dediğimiz, devlet tarafından tasarlanıp, inceden inceye planlanarak işlenmiş cinayetler serisi, bir soykırımdır. Dersim Kürt olduğu için kırılmıştır. Başkaca bir sebebi yoktur
Mesela Şeyh Said, Kürdistan’ın geleceğini belirlemede yer almasını sağlamak için, 1924 yılı Ağustos ayında Dersim’e gitmiş, Çarekanlı Mustafa Paşa’yı Pülümür dağlarındaki Ağuyasini yaylasında ziyaret etmiş, burada Seid Rıza’nın da aralarında bulunduğu önde gelenlerle toplantı yapmıştı. Ama Şeyh, Seid Rıza ve birkaç kişiden başka kimseden destek sözü duymamıştı.

Dersim’in Koçgiri’ye arka çıkmadığını da, devlet biliyordu. O halde tedirgin olmak gereksiz, yersizdi.

Koçgiri’de katliam

Koçgiri olayları, Kemalist rejimin Kürtlere bakış açısının ilk işaretidir. Bir yönüyle başlangıç... Kemalistler, Osmanlı’ya alternatif olarak parlamento kurmaya karar verdiklerinde temsilcilerin seçimle belirleneceğini açıklıyor, ama buna rağmen, birçok yerde kendi adamlarını seçilmiş gösteriyorlardı. Koçgiri Kürtlerinin önderi Mustafa Beyin oğulları Haydar ve Alişan Beyin kendi yörelerinde seçimde direnmesi, Kemalistler tarafından “Kürtlerin isyanı”  olarak kabul ediliyor, daha sonra İzmir’i yakma ve gazeteci Ali Kemal’i askerlere linç ettirmekten başka türlü ünlenen, Dersim kırımının baş komutanı Hüseyin Abdullah Alpdoğan’ın kayın babası General Sakallı Nurettin ile Karadeniz’de Rumlara karşı eşkıyalık yaparken Binbaşı rütbesiyle Atatürk’e baş yaver olan Topal Osman, isyanı bastırmakla görevlendiriliyordu.

İkili, Koçgiri’de adeta soykırım provası yapıyordu. Nitekim, Erzincan Milletvekili Emin Bey, olayın parlamentoda konuşulduğu 3 Ekim 1921 tarihinde şöyle diyordu: “Şimdi rica ederim. Biz asi diyoruz. Halbuki, hükümetin teslim ol çağrısını kabul etmişler. (Nurettin Paşa) Tuttuğunu öldürmeye, ırza geçmeye, namuslara taarruz etmeye kalkışıyor. Rica ederim bunları yapanlara nasıl kurşun atmazsınız?”

Emin Bey, katliamda 18 milyon liralık talan yapıldığını, Topal Osman’ın tek başına 30 bin altın çaldığını söylüyor, devam ediyordu: “Servetine tamah edilerek karısı cebren alınmış, mal ve mülkü yağmalandıktan sonra adam öldürülmüştür.”

Dersim temsilcisi Mustafa (Mıço) Bey de, aynı oturunda, işlenen cinayetleri, köylerin yakılmasını anlatıyor, Topal Osman ve çetesinin talan ile hırsızlıklarını anlatırken, “halıları Erzurum’a doğru göndermişlerdir” diyordu.

Koçgiri, Dersim’e bitişik, birçok aile ve aşiret akrabaydı. Ama Koçgiri yanarken, katliamlar, talan yapılırken, Dersim’den çok az yardım görüyordu. Katliamdan kaçanlar ise Seid Rıza’nın israrı üzerine kabul görüyorlardı.

Birçok kişi, Koçgiri ve Şeyh Said hareketindeki tarafsızlıkları nedeniyle dokunulmaz olduklarını sanıyordu. Ama yanıldıklarını katliamla öğreneceklerdi.

Dersim’i ‘tedip’ raporları
Dersim, 1925’ten beri Ankara’nın gündemindeydi. 1926 yılında, ilk vuruşunu yapmış, fakat o dönemde Ağrı Dağı’nın fethi önplanda olduğu için, sefer yarım kalmıştı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Ağrı Dağı’nın düşmesinden sonra, Kürdistan’a verilecek şekil için bir geziye çıkmış (1930), dönüşte Cumhurbaşkanı Atatürk ve Başbakan İnönü’ye verdiği raporda, özellikle “Dersim tehlikesi” üzerinde durmuştu. Çakmak’a göre, Dersim Kürtleri (CHP’li Kamer Genç ve yandaşları Kürtlüklerini kabul etmese de Çakmak’tan sonra Atatürk ve İnönü de Dersim’e Kürt diyor, Kürt tehlikesini önleme harekatı başlatıyolardı) Kürtleri hızla çoğalarak Erzincan Ovası’na yayılıyordu. Vakit varken önlem alınmazsa, Erzincan yakında bir Kürt şehri olacak ve elden gidecekti.

Atatürk ve İnönü, bundan sonra meseleye öncelik veriyor, Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı’dan da yerinde inceleme ürünü bir rapor isteniyordu. Bardakçı raporunda, Dersim’de Kürt tehlikesi olduğunu kabul ediyor, ama isyanın sözkonusu olmadığını belirtiyordu.

Bu rapor üzerine İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dan, soruna çözüm olacak formül isteniyordu. Kaya gidip, yöreyi dolaştıktan sonra, Atatürk ve İnönü’ye verdiği raporda, Dersim’in Türkleşmesi için, ilk hamlede halkın elindeki silahların iyilik ve güzellikle toplanmasını, ikinci hamlede de başta Seid Rıza 347 ailenin, geri gelmemek üzere Dersim’den sürgün edilmesini öneriyordu. Bu ailelerin nüfus toplamı, 3 bin 470 kişiydi. Bunların sürgününden sonra, başsız kalan Dersim’in “tedibi” (terbiye edilmesi) kolaydı.

İnönü’nün insansızlaştırma planı

En son, Başbakan İsmet Paşa (İnönü) 1935 yılı yaz aylarında Van, Bitlis, Diyarbakır, Mardin, Urfa ve Elazığ’ı kapsayan bir inceleme gezisine çıkıyor, Atatürk’e 21 Ağustos 1935 tarihini taşıyan raporunu sunuyordu. Bu rapor, Genelkurmay Başkanı Çakmak ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya raporlarının sentezi, öbür yanıyla eylem planıydı. Açıkçası Dersim için vur emri...

Raporun dikkat çekici bir başka özelliği ise ırkçı görüşleri uygulamaya koymasıydı. Paşa, Muş, Van ve Erzincan ovalarının Kürt yayılmasına açık ve karşı önlemlerin kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Paşa’ya göre Erzincalı toprak beyleri, Dersimlileri çalıştırmakla hem himayelerine giriyor, hem de yayılmalarına yardımcı oluyorlardı.

İnönü şöyle diyordu: “Az zamanda, Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla, asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.”

İnönü’nün raporu başından itibaren ırkçı bakış ve bu bakışın önerileriyle doludur. İnönü, Kürtler için okul yaptırmada yarar değil, zarar gördüklerini söylüyor, ilkokulların, çocukları Türklüğe çekmek için kullanılmasını istiyordu. İnönü, Dersim için ön gördüğü programı, “Dersim’in ıslahı” diye adlandırıyor, aşama aşama yapılacakları sıralarken, olacakları haber veriyor, şöyle diyordu: “Dersim vilayetini, yeni yöntemle yapılandıracağız. Bir kolordu komutanı vali ve üniformalı subaylar ilçe kaymakamı olacaktır. Memurlardan hiçbiri yerli olmayacaktır. Askeri valilik, kolordu karargahı gibi çalışacak, fakat aşayiş, yol, maliye, ekonomi, adliye, kültür, sağlık şubeleri olacaktır. (Dersim, vurulurken yapılanma böyleydi) İdama kadarki infazlar valilikte bitecektir. Yargılama usulü basit, özel ve kesin olacaktır. Valiliğin emrinde en az yedi seyyar jandarma taburu olacaktır. 1935 ve 1936’da karayolları yapılacaktır. 1937 ilk baharına kadar hazır olursa, düzenlenmiş ve seferber iki fırka (asker birlik) kuvvet, valilik emrine verilecektir. Bütün Dersim silahtan arındırılacak, valiliğin planladığı icraat yapılacaktır. Bundan sonra Dersim’e verilecek şeklin safhası başlayacaktır. Bütün tasavvurlar (planlar) gizlidir.”

Atatürk onaylayınca

İnönü’nün raporu, Çakmak ve Kaya’nın görüşlerini zenginleştiren taaruz planıydı. Atatürk’ün onayından sonra yürürlüğe konuyor ve Zilan Katliamı’ndan tanıdığımız Korgeneral Hüseyin Abdullah Alpdoğan, idamları onaylama dahil, her türlü olağanüstü yetkiyle donatılmış olarak karargahını kurup görev başı yapıyordu. 1935 yılında, dağları, geçitleri aşan askeri yollar, köprüler, kışlaların inşaatına başlanıyordu. Dersimliler inşaat seferberliğini, devletin Dersim’e medeniyet getirme iyiliği olarak görüyorlardı.

Çünkü öyle anlatılmıştı. Yollar, köprüler bölgeleri birbirine bağlayacak, binalar da okul ve fabrika olacaktı. Adı medeniyet getirmeydi. Yollar, insanların geçişi içindi. Binalar da okul ve fabrikaydı.

Dersim’de sevinç vardı. Devletin şefkatli eli, sıcak kucağı sayesinde yoksulluğun beli kırılıyordu. Hatta, kimi Dersimliler, kendi yörelerinde az yatırım yapıldığını şikayet eden dilekçeler vermişlerdi, Türk devleti yetkililerine. Bir yandan da, müfreze kolları köyleri dolaşıyor, halkın elinde silaha benzer ne varsa topluyordu. Kimde ne varsa itirazsız teslim ediliyordu.
Seid Rıza ölümün ayak seslerini duyuyor

Seid Rıza ve yakın dostu Alişer, Kürdistan’ın diğer parçalarında, taarruzdan önce girişilen hazırlıkların benzeri uygulamadan rahatsızdı. Yapılanların Dersim’in iyiliğine olmadığını, ölümün ayak seslerini duyar gibi olduğunu söylüyor, tuzağa dikkatleri çekiyorlardı. Fakat, pek çok Dersimli yol ve bina inşaatında çalıştığı, hatta Seid’le birlikte idan edilenlerden bazıları taşeron olarak iş aldıkları için, çoğunluğa söz geçiremiyordu.

1936 yılında yollar, binalar tamamlanacak, asker ve cephane yığınağı yapılacak, 1937’nin baharı (Dersimli yerel tarihçilere göre Kürtlerin Newroz günü 21 Mart’ta) Seid Rıza’nın Tujik Dağı eteklerindeki Ağdat köyünde bulunan evi, havadan bombalanarak taarruz başlatılıyordu.

Karadan yürütülen taarruz ağının yanında, Elazığ’daki Vertetil havaalanından kalkan uçaklar, Dersim köylerini bombalıyordu.

Atatürk’ün manevi kızı (Hırant Dink onun Hatun adında bir Ermeni yetimi olduğunu açıklayacaktı) Sabiha Gökçen, savaş pilotu olarak bu dönemde basında, “Türk Amazonu” lakabını alıyordu. Çünkü Atatürk tarafından yolcu edilen ve uçağının düşmesi halinde Kürtlere esir düşmektense, intihar etmesi için özel tabancasını verdiği Sabiha Gökçen, basının yazdığına göre köylere 50 kiloluk bombalar atıyordu.

Atatürk Bakanlar Kurulu’nda
Öte yandan TC, askeri personeli artırmak için, genel seberberlik ilan etmişti. 4 Mayıs 1937 günü yapılan Bakanlar Kurulu’na ise Atatürk başkanlık ediyordu. Başbakan İnönü, toplantıdan sonra General Alpdoğan’a çektiği telgrafta, taarruzun genişletilmesini istiyor, şu notu iletiyordu: “Sadece taarruz hareketiyle ilerlemek ile iktifa ettikçe, isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri bütünüyle tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu bulunmuştur.”

Seid direniyor

Seid Rıza, ailesiyle dağa çıkıyor, taarruzlara direniyordu. General vali ise Seid’in teslim olması halinde, Dersim harekatının duracağını ve dağlara sükun geleceğini ilan ediyordu. Birçok Dersimli, bu nedenle Seid’i sorumlu tutuyor, hatta kimileri ödül için peşine düşüyordu. Bunlardan biri de öz yeğeni Reber’di. Reber, amcasının kafasını koparamayacak, ama sunduğu hizmetlerden ötürü güven içinde gittiği askeri kışlada, başına çuval geçirilerek öldürülecekti. Seid’in en yakın dostu, Alişer ise Kirvesi tarafından vurulacak, başı ödülle değiştirilecekti.

Seid, küçücük torunlarının dahil, ailesinin kırılmasından sonra, Atatürk’le görüştürüleceği ve Dersim’de kanın duracağı sözü üzerine teslim oluyordu.

Fakat verilen söz tutulmuyor, Seid Rıza tutuklanıp cezaevine konuyor, daha sonra da doğru dürüst yargılanmadan, annesi tarafından tedavi edilmek üzere teslim ettiği oğlu Reşik Hüseyin ve altı arkadaşıyla birlikte Elazığ’da idam ediliyordu.

Kırım yılı

Seid’in idamından sonra, kan sesinin duracağı umulmuştu. Çünkü, istedikleri Seid Rıza’nın hayatıydı. Onu da almışlardı. Ama, her şey tam tersineydi. 1938 baharında başlatılan taarruz, bir önceki yılı aratıyordu. İnsan duygu ve düşünceleriyle vicdanını donduran bir uygulama vardı. İnsan canlıdan sayılmıyordu. Bebek, çocuk, kadın, ihtiyar, dost, düşman, yardım eden ya da karşıt ayırımı da yoktu. Bütün Dersim akıbetini hak etmiş Kürt’tü.

Söz gelişi, Diyap Ağa Dersim eski Milletvekiliydi. Atatürk, otomobiline alıp gezdirecek ve bu sırada çekilen fotoğrafı okul kitaplarına girecek kadar rejim yanlısıydı. Ama ailesi bebeği, ihtiyarıyla kurşuna dizilerek yok edilecek, bir tek Perihan adındaki torunu kurtulacaktı. O da o sırada evde olmadığı ve dağda saklanmayı başardığı için...

Perihan hanım hâlâ yaşıyor. “Dedenizin Atatürk’e yakınlığına rağmen” dedim ona. Şu cevabı verdi, Perihan hanım: “Dedem, 1935’te öldü. Aslında Atatürk, ölümünden önce ona, aileni al ve Dersim’den çık demiş. Ama dedem, zulmün bu kadar olacağını hesaplayamamış.”

Yaban hayvanlar gibi birbirine bağlanan her yaştan insanlar, tepelerin ardı, derelerin içinde kurşuna diziliyor, ölüleri kurda, kuşa, yılana yem olarak bırakılıyor, kurtuluş umuduyla mağaralara sığınmış insanlar, dönemin polis şeflerinden İhsan Sabri Çağlayangil’in deyimiyle fareler gibi gazlarla zehirlenerek öldürülüyor, mağara girişlerine beton dökülerek, dimanitle dağ çökertilerek içerdekiler yok ediliyordu.

Dersim’in kızları, kadınları, hayvanı, ev eşyasıyla bütün varlığı ganimetti. Ganimet kızlardan bazıları, 2012 yılında hâlâ hayatta ve insanın hiçbir canlıya reva göremeyeceği vahşeti anlatıyorlardı. Dersim’in gerçek nüfusu hakkındaki bilgiler net değildir. Öldürülen insan sayısı da... Kimine göre aile ocağı söndürülen, soyu kurutulan insan sayısı 50 bindir, kimine göre 70 bin...

Başbakan Erdoğan, en son yaklaşık olarak 14 bin diye açıkladı. Ama bir gerçek var: Kırım durduğunda Dersim dağlarında kalan insan sayısı 15 bin kadardı...

Yazarın notu:

Dersim’de isyan, bir palavra, masa başı uydurulmuş, yalandan bir suç örtüsüdür. Dersim olayları dediğimiz, devlet tarafından tasarlanıp, inceden inceye planlanarak işlenmiş cinayetler serisi, bir soykırımdır. Dersim Kürt olduğu için kırılmıştır. Başkaca bir sebebi yoktur.

Dersim adının, rejim dokunulamazı, yanına yanaşılamaz yasaklarından, adı anılmaz tabularından biriyken, soykırımın ayrıntılarını araştırıp, yetişebildiğim belge ve bilgileri Evrensel Yayınlarca da yayımlanan Kürt İsyanları adındaki kitabımda anlatmıştım.

İnsanı insan olmaktan utandıran trajediler zincisi ayrıntılarda, ama bu yazı dizisinin dar çerçevesine sığdırmam mümkün değildi. Sadece kırımın tasarlanmış, inceden inceye planlanarak yürütülmüş bir devlet projesi olduğunu anlatmakla yetindim.

Yarın:
  • Rakamların dili ve son isyan


HAYALİ İSYANLAR GÖLGESİNDE KÜRT KIRIMI 9

Ahmet KAHRAMAN
Güncellenme : 06.02.2012 09:16

Öncüsünü bulmuş halkın başkaldırısı
Türk kaynakları ve Kürtlerin edinebildikleri rakamlarla, kırımın insani boyutları tesbite çalışıldı. En son Nuri Fırat, Xoybun cemiyetinin verilerine dayarak soykırımın bir tablosunu çıkardı. Xoybun’ın açıklamasına göre, yalnız bir yılda (1930) 15 bin 206 kişi katledildi, 213 köy yakılıp, yıkıldı...

2012 yılına gelindiğinde, hareketin kitle tabanı meydan gösterilerinde yüz binleri buluyor, Kürdistani parti 3 milyon seçmenin oyunu alıyordu. TC, son çare olarak bir yanda dağlara kimyasal bombalar boca ediyor, öbür yanda değiştirdiği taktikle artık mafyanın da kullanıldığı insan kaçırarak cinayetler işleme yerine, toplu tutuklamalar yapıyordu
 
Sekiz günlük yazı serisinde, bir halkı, planlı bir kaos ve kırım darbeleriyle sindirerek, susturmayı amaçlayan, 1920’de Koçgiri’de başlayıp, Kürdistan’ı baştan başa dolaştıktan sonra 1940’da Dersim toprağına dökülen 20 yıllık kanlı bir nehri özetlemeye çalıştım.

Kanlı nehir, planlı bir Kürdistan fethi projesiydi. “İsyan” yalanıyla örtülü ve içinde soykırım barındırıyordu.

İnsanları kurşunlayarak, süngüden geçirerek, yakarak bitirmeye kalkışmak soykırımdır. Ama ağır cezaların dayatımıyla bir halkın dilini yasaklamak da soykırımdır.

Kürtler, disiplinle örgütlenmiş, çağ teknolojisinin son ürünü silahlarına sahip, donanımlı bir ordu tarafından kuşatılmıştı. İnsanlığı utandıran bir ölüm çağıydı. Kuşatılmışlık içindeki her köy, dağın her kıvrımı yangın yeriydi. Yanan, tek tek insan ve giderek insanlıktı. Hâlâ sorgulanmamış, hesap defteri açılmamış...
Yirmi yıl boyunca akmış kan nehrinin çağıltıları, yeni doğmuş bebeklerin, henüz konuşmaya başlamamış çocukların, analar, babalar, ihtiyarların son iniltileridir. Doğmamış bebeklerin ruhu çırpındı yüzeylerinde...

Sekiz günlük kırım tarihi özetinde, insanlık yangını kurbanlarının trajedisini örneklerle ifade etmek imkansızdı. Bu anlatım, daha çok romancılara düşüyor. Özellikle, kan kokan havada doğan, dağlara sinmiş acıların ağıdını içlerinde hisseden Kürt yazarlara...

Diri diri yakma

Daha önceki bölümlerde de değindik. Kürdistan taarruzu bir savaş değildi. Sivil kırımdı.

Savaşlar, öteden beri “şövalyelik” kabul ediliyordu. Karşı karşıya gelen savaşçılar boğazlaşsalar da, elinde silah olmayan sivil insanlar savaş dışı, bebekler, kadınlar, ihtiyarlar dokunulmazdı.

Hatta, savaşların da bir kuralı, hukuksal vicdanı vardı. Ama Kürdistan kırımında vicdanın sesi de yoktu. Doğa düşman, insan büsbütün düşmandı.

Türk Genelkurmayı’nın yayımladığı kitapta yakılan evlerin alevleri arasından fırlayan insanların kurşunlanarak öldürüldükleri yazılıyor. Birinci ve İkinci dünya savaşlarının tarihinde, benzerinin yaşandığı kaydedilmiyor.
Hitler mi? Hitler rejimi kurbanlarını öldürdükten ya da gazla zehirledikten sonra cesetlerini yakıyordu. İnsanların diri diri yakıldığı notu, burada da yok.

Vagonlar

Yerlerinden yurtlarından edilerek, dilini bilmedikleri, geleneklerine, yaşama biçimlerine yabancı oldukları uzaklıklara sürgüne gönderilen ailelerin, insanların sayısı da bilinmiyor.

Sürgün kafileleri bir araya toplanıp, yazın sıcakta, kışın soğukta bazan günlerce tutulduktan sonra, penceresiz, kapısız, tuvaleti olmayan kara vagonlara doldurularak, günlerce süren yolculuklarla naklediliyordu. Açlık bir yana, kadını, erkeği, bebeğiyle bir arada olan insanların tuvalet sorunu utanç, ama varsa onuru başkasına aitti, bu.

Bunların sürgün yerlerinde huzur buldukları, vicdanın sıcaklığıyla karşılandıkları söylenemez. Alay ediliyor, hakaret görüyorlardı.

Şeyh Said ailesinden Melik Fırat’ın anlatımıyla, bazı yerlerde paralarıyla ekmek bile alamıyorlardı.

Rakamların dili

Öte yandan, sistematik kırım kurbanlarının tam da değil, yaklaşık sayısı hep meçhul kaldı. Çünkü katledenler, sayısız yerde insanları rakam olarak da kayda geçmeyi değersiz buldular. Tutulan rakamlar ise geneli ifadeden yoksundur. Bazı bölgelerdeki kurban sayısı hiç kayıtlara geçmedi.

Daha sonraki aşamalarda Türk kaynakları ve Kürtlerin edinebildikleri rakamlarla, kırımın insani boyutları tesbite çalışıldı. En son Nuri Fırat, Xoybun cemiyetinin verilerine dayarak soykırımın bir tablosunu çıkardı. Xoybun’ın açıklamasına göre, yalnız bir yılda (1930) 15 bin 206 kişi katledildi, 213 köy yakılıp, yıkıldı.

Dizi sürecinde, Şeyh Said’in idamından hemen sonra kırıma geçildiğini söylerken, hareketin başladığı bölgeden adeta intikam alındığını yazmıştık. Nuri Fırat, Xoybun cemiyetinin verilerini dayanak yapıp, Lice örneğini vererek söylediklerimizi doğruluyor

Lice’nin isimleri tek tek sıralanan 30 köyü 1925’ten 1928’e kadar saldırıya uğruyor, toplam 6 bin 803 kişinin yaşadığı bu köylerde, yalnızca 239 kişi kurtulabiliyordu. Biştet, Herak, Matmor, Derçem, Cemalaş, Fıtetir, Engul, Marki, Gulli ve Ferhat köylerinde ise bir tek insan canlı kalmıyordu.

Hani’de öldürülen insan sayısı bin üçyüz elli yedidir. Elyanda 1706, Genç’te ise 1094’tür.

Yanmış yıkılmış Kürdistan’da terör

İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleriyle, Kürdistan’da taarruzlar durdu. Fetihçilere göre zaten halk ezilmiş, öldürülmesi gereken yok edilmiş, her yer yakılmıştı. Fethedilmiş Kürdistan duman tüten enkazdı.

Ülke “yasak bölge”ydi. Askeri kollar dolaşıyordu. Dövme, süvme var ama, artık kırım sesi yoktu. Geride kalanlar, kayıplarının yasını tutarak, hayata yeniden tutunmaya başladılar.

Artık Kürt yoktu. Sözü bile ağır cezalık suç, ama olmayan Kürtler sıkı takip altındaydı. Kürt sözü ilk defa, Musa Anter tarafından, 1958’de Diyarbakır’da yayımlanan “İleri Yurt” gazetesinde telafuz edilince, Türk basını “tehlike çanları” çalmaya başladı. Basının “Kürtçülük uyanıyor” yayınları üzerine, DP iktidarı, rastgele bir hamleyle, çoğu birbirini de tanıyaman 50 Kürt gencini “Kürt devletini kurmaya kalkışma” suçlamasıyla tutukluyor, bunlardan biri cezaevinde ölüyor, dava “49’lular olayı” olarak tarihe geçiyordu.

Bu devlet terörünün yeni yüzüydü.

1962 yılında, İnönü başkanlığındaki koalisyon hükümetinde, Diyarbakırlı Yusuf Azizoğlu Sağlık Bakanı’ydı. Aynı hükümetin İçişleri Bakanı CHP’li Hıfzı Oğuz Bekata, Azizoğlu Kürt öğrencilerinin kurdukları derneklere yardım ederek, Kürt illerine yatırım yaparak Kürtçülüğü teşvik gerekçesiyle suçluyor, yeni bir terör dalgası bılklanıyordu. Bu arada, Türk ırkçılığının teorisyenlerinden Nihal Atsız, Kürtlere sınır ötesini gösterince, üniversiteli bir grup Kürt, karşı bildiriyle protesto ediyordu.

Ama bu dönemde Kürt kelimesinin telafuz edilmeye başlaması Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile oldu. İlk defa (1968) “Doğu Mitingleri” düzenlendi. Bu mitinglerde, “cezaevi değil fabrika” sloganlarının yanında, Kürtçe kelimeler de duyulmaya başlandı.

İlk kitlesel kaynamaydı, bu. Demirel hükümeti, ertesi yıl “komando harekatı” ile cevap verdi. Ordu birlikleri silah toplama adı altında köyleri ablukaya alıyor, evleri arıyor, insanlara eziyet ediyor, dövüyordu. İhtiyarların çırılçıplak soyulup, erkeklik organlarına ip bağlayarak köy meydanlarında dolaştırılması, bu dönemde yaşandı.

Bu olaylar, özellikle üniversitede okuyan Kürt öğrenciler arasında, yeni devinmelere neden oldu. Devrimci Doğu Kültür Derneği’nin kurulması bu süreçtedir. Artık Kürdistan meselesi Türk sol örgütlerinin içinde de tartışılıyordu. TİP, kongre bildirisinde Kürtlerin varlığını kabul ediyordu. (Parti, bu yüzden daha sonra mahkemece kapatılacaktı)

Ve PKK

1970’lerin başında, üniversitelerde okuyan Kürt gençleri, daha çok Türk sol örgütleri içinde aktifti. Yeri geldiğinde, ya da fırsatını bulduklarında Kürdistan meselesini dillendiriyor, ama genel olarak “sosyalizm gelecek Kürtler de baskıdan kurtulacak” cevabıyla susturuluyorlardı.

Daha sonra Tansu Çiller’e danışman olacak kadar savrulan, isteyen bütün ırkçı partilere danışmanlık hizmeti veren, eski dostumuz Erhan Göksel, o tarihlerde TİP’liydi. Kemalist çizgiye daha yakın olan Behice Boran fraksiyonundaydı.

Erhan Göksel anlatmıştı:

“Bizler, Ankara Devrimci Yüksek Öğrenci Derneği’ndeydik. Abdullah Öcalan da bizimleydi. Fakat toplantılarda Kürt meselesini devamlı olarak gündeme getiriyordu. Bunun üzerine, Behice Boran onu dernekten atın dedi. Attık.”

Kürdistan meselesini, Türk solunun içinde de özgürce ifade etme imkanı yoktu.

Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Abdullah Öcalan, bundan sonra yanındaki bir-iki kişiyle, ayrı bir örgütlenme için arayışa
 geçiyor, bir araya getirilebilen bir avuç öğrenciyle, 1974 yılında ilk toplantıyı gerçekleştiriyordu. Bu ilk nüve, çekirdek kadro ve başlangıçtı. Daha sonra Ankara dışına taşıyor, dar kapsamlı da olsa, bulunan taraftarlarla, Kürdistan’da örgütlenme başlıyor ve 1978 yılında kongre yapılıyor, Partiya Karkerê Kurdistan (PKK) şekilleniyordu.

PKK, 1978 yılında çıkışını ilan ediyor, ama Kürtler mesafeli bakıyor, hatta uzak duruyorlardı. Çünkü, Türk sol hareketleri örneği vardı. Onlar yanıp sönen kıvılcım niteliğinde kalmış, Kürtlere bakış açılarıyla da olumlu bir izlenim bırakmamışlardı. Acaba PKK de bunların bir versiyonu muydu?

Öte yandan devlet, Kürtlerin ilgisini köreltmek amacıyla, dini ve ırkçı motifler de kullanarak, basın yoluyla ağır bir karalama propagandası yürütüyordu. Ermeni örgütü ASALA’nın ortaya çıktığı süreçti. Ermenilik, hakaret ve küfür unsuruydu. PKK’yi ASALA ile bağdaştırıyorlardı.

Bir yandan da mezhep olgusunu öne çıkarıyor, Sünni Kürtlerin ilgisini kesmek, hatta Alevi Kemalistleri bile karşı çıkmaya iten söylemle “Öcalan Alevidir” diyorlardı. 12 Eylül rejimi ise uçaklarla yağdırdığı propaganda afiş ve broşürleriyle, PKK’nin dinsizliğini işliyor, ASALA ile bütünleştiriyordu.

Oysa PKK hareketi, Şeyh Said’in el atıp, başarmaya fırsat bulamadığı bir olguyu ilk defa gerçekleştirmiş Alevisi, Sünnisi, Yezidisiyle her inançtan Kürtleri bir araya getiren Kürdistan çatısı altında toplamayı başarmıştı.

Ancak karşı propaganda, 15 Ağustos 1984 tarihinde Eruh’ta patlayan ilk tüfek ve onu izleyen süreçte etkisini kaybetmeye başladı. Kürt gençleri ilgi duyuyorlardı, artık. Katılımlar çoğalıyor, sıradan Kürtlerin ilgisi değişiyordu.

Türk Devleti, beklenmeyen büyüme karşısında adeta şaşkındı. Umutsuz bir çırpınışla, sivil halkı da hedef alan 1925 uygulamalarına dönmüş, 1925’in “Umumi Müfettişliği”ni, Olaganüstü Hal Valiliği adıyla geri getirmiş, yine o dönemin benzeri Asayış Bölge komutanlıklarını ihdas etmişti.

1990’a gelindiğinde PKK, binlerce gerillayı barandıran, kitle tabanı yer edip, yayılmış bir hareketti. Bir bakıma bu, öncüsünü bulmuş halkın isyanıydı. Genel başkaldırı...

Türk Devleti ise kendi kanunlarını da geçersiz kılmış, Anayasa’daki mülkiyet hakkını ortadan kaldırmıştı. Kürt köyleri ateşe verilip, insanlara “nereye isterseniz gidin” denilerek yol gösteriliyordu. 2000 yılına gelindiğinde enkaz haline gelmiş köy sayısı 4 bindi. 4 milyon Kürt kendi ülkesinde, ya da dünyanın dört bir yanında mülteciydi.

Ama mücadele yayılarak sürüyordu.

Bu arada mafyanın da devreye sokulduğu, ölüm timlerinin şehir ve kasaba sokaklarında insan avladığı dönemdi. Faili meçhul adıyla sokaklarda cinayetler işleniyor, evlerden, işyerlerinden alınan Kürtler işkenceden sonra katlediliyor, kimilerinin cesedi de bulunmuyor, ama halk desteğinin önüne geçemiyordu. Türk Devleti, dağlarda ise gerillanın tüfeğine karşılık top, tank, uçak ve helikopterlerle savaşıyor, buna rağmen, hedeflediği mevzileri ele geçiremiyordu.

Öte yandan TC, yayılan başkaldırıyı bastırmak için, başta Amerika ve NATO ülkeleri olmak üzere uluslararası destek alıyordu. İsrail’den de destek satın alınıyor; hareketin lideri Abdullah Öcalan, bu sayede ele geçiriliyordu.

Bütün Kürt hareketleri, liderle sınırlı kalmıştı. Baş koparıldıktan sonra, hareket sönmüştü. Yine öyle sanılarak, liderin peşine dönmüş, ancak bu defa hesap tutmamış, hareket canlılığını sürdürmüştü.

2012 yılına gelindiğinde, hareketin kitle tabanı meydan gösterilerinde yüz binleri buluyor, Kürdistani parti 3 milyon seçmenin oyunu alıyordu. TC, son çare olarak bir yanda dağlara kimyasal bombalar boca ediyor, öbür yanda değiştirdiği taktikle artık mafyanın da kullanıldığı insan kaçırarak cinayetler işleme yerine, toplu tutuklamalar yapıyordu. 2012 yılının başında seçilmişi, harekete destek vereniyle 8 bin Kürt toplama kampları niteliğinde cezaevlerinde toplatılmıştı.

Dağlar hâlâ bombalanıyor, ama Kürtler için kazanımsa eğer, artık Kürdüm demek suç değildi. Kürdistan ve Kürtlerin statüsünde henüz hukuksal bir değişiklik yok, ama Türkler bile istemeseler de Kürtçe avazlar, kılamlar dinliyorlardı...

BİTTİ

NOT: Hayali İsyanlar Gölgesinde Kürt Kırımı dosyanın önceki gün yayımlanan “Zilan Deresi kan ağlıyor...” başlıklı bölümü, yanlışlıkla 6. bölüm olarak geçmiştir. Doğrusu 7. bölümdür. Düzeltir, okuyucularımızda özür dileriz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder