Sayfa - Rûpel

Bölümler - Beş

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Şeyh Sait’in yaşayan tek çocuğu isyanı anlatıyor



HINIS (23.05.2007)- 1925 Kürt isyanı ve lideri Şeyh Sait hakkında bu güne kadar çok şey söylendi, yazıldı. Şeyh Sait’in amacı neydi, isyan neden başarıya ulaşmadı ve ulaşsaydı sonuçları neler olacaktı? Tüm bu soruların yanıtını bu kez, Şeyh Sait ailesinin bir üyesinden, Şeyh Sait’in yaşayan tek çocuğu, 86 yaşındaki Şeyh Ahmet Fırat’tan dinledik. Sürgün yaşamından dolayı çok iyi Türkçe konuşan ve ilerlemiş yaşına rağmen güçlü bir hafızaya sahip olan Şeyh Ahmet Fırat, bizi Erzurum’un Hınıs ilçesindeki mütevazi evinde kabul etti. İşte Şeyh Sait’in en küçük çocuğu Ahmet Fırat’ın gözünde babası Şeyh Sait, 1925 isyanı, sürgün anıları, siyasetle ilişkileri….



* Kaç yaşındasınız?

Rumi takvime göre 1337 yılında doğdum. Miladi takvime göre 1921 yılına denk geliyor.

* Kaç çocuğunuz var?

2 evlilik yaptım, ilk hanımım öldü. 7 çocuğum var.

*Ailenizde Melik Fırat, Ali Rıza Septioğlu, Abdulillah Fırat gibi Şeyh Sait’in torunları veya akrabaları olarak tanınan kişiler var. Siz ise Şeyh Sait’in oğlu olmanıza rağmen kamuoyunda, hatta Kürtler arasında bile pek bilinmiyorsunuz. Bu sizin özel bir tercihiniz miydi?

Ben ailenin en küçük çocuğuyum. Büyüklerim varken ben pek siyasete karışmadım, o yüzden pek tanınmıyorum.

* Kaç kardeştiniz?

Hepsi erkek 5 kardeştik. Biri Trakya’da vefat etti, benden bir yaş küçüktü. Diğerleri benden büyüktü. Şu an bir tek ben hayattayım.

* Babanızı hatırlıyor musunuz, kendisine ilişkin hafızanızda kalan bir şey var mı?

Hayır, babam idam edildiğinde ben 4 yaşındaymışım, bir şey hatırlamıyorum.

SÜRGÜN ANILARI

* Hareket sonrasında aile olarak sürgünler yaşadınız. O günlere dair neler hatırlıyorsunuz?

Şeyh Sait Efendi, Varto’da yakalandıktan sonra Diyarbakır’da idam edildi. Ailemizi Hınıs’taki kendi evimizde hapsettiler. Güz oldu, kar yağdı, bizi Isparta Eğridir’e sürdüler. 3 sene orada kaldık. Atatürk 1928’de umumi af (genel af) çıkardı, memleketimize döndük. Evimiz yanmış, bir şey kalmamış. Tekrar ev yaptık. 1934’te bizi tekrar sürgün ettiler.

* Ne gerekçeyle?

Mecburi İskan kanunu gerekçesiyle ama asıl nedeni asimilasyondu.

* Nereye sürgün edildiniz?

Trakya’ya, Kırklareli Vize ilçesi, Sergen Nahiyesine. Orda 13 sene kaldık. 1946’da demokrasiye geçildi, partiler kuruldu. Velhasıl mecburi İskan Kanununu kaldırdılar, biz de 1947 yılında tekrar memlekete geldik.

* Sürgünde neler yaşadınız, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Bizi kaymakamlığın bahçesinde arabadan indirdiler. Oranın halkı etrafımıza toplandı, elleri arkalarında bizi temaşa ediyorlardı. 5 aile reisi vardı. Ben, Şeyh Rıza Efendi ve Gıyasettin ağabeyimi ayırdılar, bir köye verdiler. Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz bilmiyoruz. Bizi köy muhtarına teslim ettiler. Samanlık gibi bir yer verdiler bize, orda kaldık. Pekmez, turşu gibi yiyecekler verdiler, biz yiyemedik onların verdiklerini. Ağabeyim Şeyh Rıza Efendi, sizin yemeklerinizi yiyemiyoruz, boşuna getirmeyin dedi. Köyden yağ falan getirmiştik, et, tavuk satın alıyorduk. 5 ay orda kaldık. Vize ilçesinde iki nahiye vardı. Biri Karadeniz sahilindeki Midye nahiyesi, diğeri Istranca Dağının eteklerindeki Sergen nahiyesi. Kardeşleri birbirinden ayırıp, bu iki nahiyeye verdiler. Sıtmaya yakalandık, perişan olduk. Şeyh Rıza’nın büyük oğlu sıtma oldu, 4-5 günde vefat etti. Kimse yok, yabancıyız. Cenazemizi kendimiz gömdük. Çok sefalet çektik. Müracaat ettik, bizim memleketimiz havadardı, biz burada yaşayamayız dedik, doktorlar da rapor verdi. Bizi Segen’e verdiler, 13 sene orda kaldık.

* Hükümet herhangi bir yardımda bulunuyor muydu?

Kerpiçten iki göz bir ev ve yarım dönüm arazi, tüm yardım buydu.

* Peki nasıl geçiniyordunuz?

Kendi imkanlarımızla kıt kanaat geçiniyorduk. Memleketteki evimizi de müsadere ettiler. Malımızın, sürümüzün bir kısmını saklamıştık, akrabalarımız onların yağını, peynirini bize gönderirlerdi.

* Akrabalarınız ziyaretlerinize gelir miydi?

Yok gelmezlerdi. Yalnız Trakya’da askerlik yapan doğulu gençlerden tek tük gelen olurdu. İşitmişlerdi, bizi ziyarete gelirlerdi.

* Sonraki sürgünü ise 1960’da yaşadınız değil mi?

Evet, 1960’ta ihtilal oldu. Ağabeylerimle birlikte daha ilk gün tutuklandık. ‘Hükümet kurulup, her şey normale dönünce sizi bırakırız’ dediler. Ailede erkek kalmayacak şekilde hepimizi alıp Sivas kampına götürdüler.

* Orada neler yaşadınız?

Askeri kamptı. Tahta kurusu vardı. Askeri karavana verirlerdi. Sonra müracaat ettik, yiyemiyoruz, parasını ödeyip kendimiz yapalım diye. Bir subay tayin ettiler. Et, zerzevat, ne sipariş ettiysek, parasını verirdik, Sivas’tan getirirlerdi. 7-8 ay kaldık. Sonra Kurucu Meclis kurulunca bizi dağıttılar. O zamanın Dahiliye Vekili Muharrem İhsan Kızıloğlu, Tümgeneraldi. Bazıları, para vererek rapor alıp memlekete döndüler. Bizim hakkımızda ise hep şikayet vardı, bunlar şeyhtir, zekat toplarlar, fitre toplarlar, hükümet kurarlar, kendileri de reis olurlar diye…

* Sürgüne gerekçe olarak ne dediler?

‘Emniyet mülahazasıyla sizi götürüyoruz’ dediler. ‘Sizi öldüren olur, korumak için’ dediler. Yoksa herhangi bir suçumuz yoktu.

ŞEYH SAİT İSYANININ AMACI

* Şeyh Sait hareketine dönersek, size göre isyan nasıl gelişti?

Cibranlı Halit Bey ve Bitlisli Yusuf Ziya Şeyh Sait Efendiye gelip, ‘biz bir Kürt Cemiyeti kuracağız, halk sana hürmet eder’ deyip kendisini başkan yaptılar. Hınıs’lı Kürt Rüştü, hükümetin adamıymış, böyle bir teşebbüste bulunuyorlar diye ihbar etmiş. Şeyh Sait Efendiyi kışın Bitlis’e ifade vermeye götürmek istediler. O zaman vesayet yok, ‘kışın at üstünde gidemeyeceğim, ifademi buradan alın’ dedi. Varto’ya kadar gitti, ifade verdi geri döndü. Sonra Karlıova, Genç üzerinden Lice Piran’a gitti. Rus hicretinde üç kardeşi oraya yerleşmişti. Onların yanına gitti. Çevre köylerden işitenler ziyarete gittiler. Kalabalık içinde hükümetin aradığı 3 kişi de varmış. Bunlar ihbar edilince, bir müfreze geliyor, bir çavuş, beş on tane de asker, ‘o 3 suçluyu yakalayacağız’ diyor. Şeyh Sait Efendi de, ‘bu kadar insan birikmiş, bir olay çıkarsa önünü alamazsınız, biz gidelim ondan sonra hangi evdeyse yakalarsınız’ demiş. ‘Yoksa kargaşa çıkar, bize de hükümete de felaket olur’ demiş. Asker, ‘imkan yok, avımızı bırakmayız, teslim olun’ der. O arananlar ateş açıp bir iki jandarmayı öldürüp, diğerlerini teslim alıyorlar. Derhal Diyarbakır’a tel çekip isyan oldu diyorlar.

* Yani isyana yönelik bir hazırlık yok muydu?

Hayır, o yönlü bir hazırlık yoktu. Yalnız Şeyh Efendi, rejim hakkında “buna itaat lazım gelmez, çünkü Allah’ı tanımıyor, milletin de o idareye karşı çıkması lazım” diyordu. ‘Allah’a isyan edene millet de isyan etsin’ diye bir hadisi şerif var, onu söylüyordu.

* Rejimin hangi uygulamalarından dolayı böyle düşünüyordu?

Şeriatı kaldırdı, Kuran hükmünü kaldırdı, rakıyı, faizi serbest etti. Bunlar hep Allaha isyan etmektir. Hadise göre, bunları kabul etmeyeceksin. Şeyh Sait Efendinin fikri buydu.

* Rejimin değişmesini, eskiye dönülmesini mi istiyordu?

Evet, rejimin değişmesini istiyordu.

* Bunu nasıl başaracağını düşünüyordu?

Herkes kendi mıntıkasında, vilayetinde birbirini tanıyacaktı, müzakere edecekti, haberleşeceklerdi, hazırlanınca da kendi nahiyesini, kendi kazasını, kendi vilayetini işgal edecekti. Plan buymuş.

* İsyana yönelik bir hazırlık varmış öyleyse…

Hayır, kafalarında bu var, niyetleri bu ama fırsat bırakmadılar, bastırdılar.

* Hareket sadece dini amaçlar mı taşıyordu. Kürtler’in ulusal hakları için bir şey istemiyorlar mıydı?

Müritlerinin hepsi Kürttü. Eğer başarılı olsalardı, kurulacak devlet Kürt Devleti olacaktı. Hatta, Genç’in o zamanki ismi Darahani’ydi. Orası Kürtler tarafından işgal edildi. Faki Muhammed Muğdan kaymakam tayin edilmiş, 3 ay Kürt idaresi yapılmış, şeriat usulü bir idare kurulmuştu.

* Yani isyan başarıya ulaşsa, şeriatla yönetilen bir Kürt Devleti mi kurulacaktı?

Evet, öyle olacakmış.

* Peki bu isyan düşüncesinde, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı öncesi Kürtlere özerklik benzeri hakları tanıma sözü verip sonra bundan vazgeçmesinin bir payı var mı?

Ataürk o zaman demiş ki, düşmanı birlikte kovmuşuz, zaferi birlikte kazanmışız, siz de bizim haklarımıza sahipsiniz. Fikri öyleymiş. O zaman Diyarbakır’dan Ankara’ya hemen bildiriyorlar, Dicle’de Şeyh Sait isyan etti diye. O zaman İttihat ve Terakki Fırkası Başkanı Fethi Okyar beşvekilmiş, Atatürk Reisicumhur, İsmet İnönü de Cumhuriyet Halk Fırkası başkanıymış. Fethi Okyar’ı sıkıştırıyorlar, ‘idarei örfi (sıkıyönetim) ilan edeceksin, orduyu gönderip Kürtleri mahvedeceğiz’. ‘Ben yapamam’ diyor, ‘adli zabıta vakasıdır. Hükümetin kolluk kuvvetleri vardır, bir kazanın jandarması yetmezse, 2-3 kazanın jandarması daha gelir, olayı bastırır. Yaşananlar ferdi vakadır, bastırabiliriz, idarei örfi ilan etmeye gerek yoktur. Bunun vebalini alamam’ der. Atatürk’le İnönü kendisini sıkıştırıyor, ya istifa edeceksin ya da idarei örfi ilan edeceksin. Neticede bakıyor imkanı yok, istifa ediyor. İnönü başvekil olunca derhal sıkıyönetim ilan ediyor.

* İngilizlerin Şeyh Sait’le görüştükleri, hatta destek verdikleri iddiasına ne diyorsunuz?

O Hükümetin propagandasıdır. İngilizler o zaman demiryollarını açtılar, Diyarbakır’a askeri kuvvet gelsin diye. İngilizlerle asla bir görüşme olmadı. İngilizler Şeyh Sait’e karşıydı.

ERMENİ KATLİAMINA TAVRI

* Ermeni katliamına karşı tavrı nasıldı?

Şeyh Sait Efendi, gayrımüslümlerin öldürülmesine karşıydı. Gittiği yerlerde hükümet bunları haksız yere öldürüyor, vebali hükümetindir diyormuş. Çok Ermeni öldürüldü, hükümet bu işte Kürtleri de kullandı.

* Hamidiye alaylarının rolü neydi?

Hamidiye alaylarını Rusya’ya karşı kurmuşlardı, Rusya’dan bir şey gelirse, evvela bunları öldürsünler, bir de Ermenilere karşı kurdu Sultan Abdulhamit Hamidiye alaylarını.

MENDERES’LE GÖRÜŞME

* Çok partili siyasi hayata geçiş sonrası, ailenizden kimseye siyasete girme teklifi geldi mi?

Şeyh Rıza Efendiye geldi. O zamanki DP mebusları mektup göndermişti, ben de okumuştum mektubu. Senin gibi alim biri gelip bize rehberlik etsin, Meclise gel, senin dediğini yaparız deniyordu. Çevresiyle istişare etti, avukata sordu, hocaya sordu, köylüye sordu. Kimi mebus ol, kimi olma dedi. En sonunda ekseriyet, madem bu fırsat veriliyor, ol dediler. DP’den aday oldu. Sonra Erzurum mebuslar şikayet ettiler, Şeyh Sait’in oğludur, fikri hayindir, hükümete karşı gelir diye…

* Kaç yılında oldu bu?

1956 yılında oldu. Tekman’da bir davete gitmişti. İki üç ciple, Bir binbaşı, birkaç subay ve asker gidip, cebri olarak (zorla) vilayete götürüyorlar. ‘Sen adaylığını koymuşsun, istifa et’ diyorlar. ‘Ben vatandaşım, benim de mebus olma hakkım vardır, bu hakkı kullanmama mani bir suçum da yoktur. Aday olurum, millet rey verirse olurum, vermezse evime giderim’ demiş. ‘Yok, olmaz istifa edeceksin’ demişler. Vilayeti idare eden üç kuvvet var, Vali, emniyet amiri bir de ordu paşası. Bu üç kuvvet de istifanı istiyor demişler. Bunun üzerine istifa etti.

* Siz aday olmayı düşünmediniz mi?

Yok ben olmadım. Şeyh Rıza istifa edince Şeyh Melik efendi aday oldu. Şeyh Rıza efendinin haberi yoktu. Öğrenince karşı çıktı, sen daha çocuksun, kimseyle istişare etmedin, mebus olursan seni çekemeyenler iftira atar, siyasette işimiz yoktur dedi. Velhasıl neticede gençtir, hevesi kırılmasın dedik, bıraktık, bu şekilde aday oldu. Sonra Menderes Vali’ye emrediyor, Şeyh Rıza gelsin görüşelim. Hakkında çok şey duymuş, kimi zekidir, alimdir, siyasetçidir demiş, kimi Şeyh Sait’in oğlu olduğu için meşhur olmuş demiş, kimi de Kürtler cahildir, bu da onlardan biridir demiş. Menderes’e çok rivayetler gitmiş. Menderes gelsin bir göreyim demiş. Randevu verdiler, Erzurum’a gitti, oradan Ankara’ya. Görüşmede Menderes’e demiş ki, sen bu kahri eksereiyetle iktidarı ele geçirdin, CHP’yi devirdin, peki din için ne yaptın? Menderes de, ben ne yapsam Halk Parti önüme engel çıkarıyor. Ya genci kışkırtıyor, ya orduyu kışkırtıyor, ya da profesörleri. Bırakmıyor din için, vatan için bir kanun çıkartayım.

* Daha sonra bir görüşme oldu mu? Menderes bir istekte bulunmuş mu?

Yok sadece, konuşmuş. Ama biz destek verdik.

* El konulan mallarınız ne oldu, geri alamadınız mı?

Hayır geri vermediler, hala hazinededir.

* Geri almak için başvurdunuz mu?

Başvurduk, ‘vergisini vereceksiniz’ dediler. Milyarlar tutuyordu veremedik. Aile de dağınıktı, toplanıp vergisini ödeyemedik. Tek tek bazıları ‘biz vergimizi ödeyelim, arazimizi geri verin’ dediler. Kabul edilmedi, ‘olmaz, hepiniz birlikte gelin’ dediler. Velhasıl öyle kaldı. Şimdi hazine malıdır.

* Peki mallarınızı geri almak için yeni bir girişimde bulunmayı düşünüyor musunuz?

Bulunabiliriz ama vermezler. Hatta Darahani’yi Kürtler işgal ettiği zaman bankada o zamanın değeriyle 500 lira para varmış. Bu parayı dağıtmışlar, artık kim dağıtmışsa. Trakya’da bu parayı da bizden, Şeyh Said’in varislerinden istediler. Biz zaten geçimimizi yapamıyoruz, bu parayı nasıl ödeyelim, imkanımız yoktur. Sonra yine bizden aldılar.

* Nasıl aldılar?

Hınıs’ta şimdi PTT binası olarak kullanılan bir bina var, Şeyh Sait Efendi Ermenilerden satın almıştı. 2 katlı güzel bir bina. Onun tapusunu çıkarıp, 500 liraya Posta İdaresine satıyorlar. O parayı da bankaya veriyorlar.

MOLLA SAİDİ KÜRDİYLE GÖRÜŞME

* Saidi Nursi’yle tanışıyor muydunuz, hiç görüştünüz mü?

Küçükken Isparta’da 3 yıl iskan ettiler. Saidi Nursi’yi de Eğridir kazasına yerleştirmişlerdi. O zaman ona Molla Saidi Kürdi derlerdi. Annem, “Molla Said’i ziyaret et, sana dua etsin” dedi. Beni yanına götürdü. Bir ev tutmuş, bir hizmetçisi vardı, küçük bir odada bir yatağın üzerindeydi, evde yemek yapmak için kap kaçak vardı. Ben elini öptüm, “Bu Şeyh Said’in küçük oğludur” dediler. “Eyvah, eyvah” dedi, “ailenizin durumu nasıl, geçiminiz nedir?” diye sordu. Bana dua etti, sonra bir altın verdi. O zaman 5 yaşlarındaydım.

* Daha sonra bir görüşmeniz oldu mu?

Yok ben bir daha görüşmedim ama ağabeyim Şeyh Rıza randevu almış, Ankara’da görüşmüş. Vefatından önce de, 1960 ya da 61’de Urfa’da görüşmüş. Ağabeyim, Molla Said’e, “risalelerinde küfür olan şeyler de var, bunu nasıl yazarsın?” diye sormuş. Aynen şu cevabı vermiş: “1950’ye kadar yazılan risaleler benimdir. O tarihten sonra hafızama güvenemediğim için yazmadım, şakirdlerim yazmıştır, onlar benim değildir.”

* Molla Said’in hangi sözlerinden dolayı Şeyh Rıza öyle bir tepki göstermiş?

Mesela, “Allah yer ve göğün nurudur”. Bu sözü Molla Said’e mal ediyorlar. Bu Allah’a küfürdür. Nur olsun, nur olsun, Bitlis’in nuru olsun, kendi köyünün nuru olsun. Yani güya kendisi için bunu söylemiş. Cenabı Allah nasıl yerin ve göğün nuru olabilir? Bunu şakirdleri yazmış.

ŞEYH SAİD’İN MEZARI NEREDE?

* Babanızın mezarının nerde olduğunu biliyor musunuz?

Mezarın muhiti bellidir. Diyarbakır Dağkapı’dadır. 1928’de af çıktığında, kışın yollar kapalı olduğu için 2-3 ay Diyarbakır’da kaldık. O zaman Dağkapı’dan 150-200 metre kuzeye gidildiğinde 37-38 mezar yan yana diziliydi. Ben 6-7 yaşlarındaydım. O mıntıkayı biliyorum ama bir kısmı askeriye oldu, bir kısmı sinema oldu.

* Yeri belliyken, 1928’de mezarı gördüğünüzde almak için girişimde bulunmadınız mı?

Almak istedik ama vermediler. Hatta Şeyh Rıza Efendi Demokrat Parti zamanında “soyadımızı değiştirelim, Fırat soyadını Şeyhsaitoğulları yapalım” dedi. Bunu da kabul etmediler. Resuloğlu var, Evliyaoğlu var, her şey var, Şeyhsaitoğulları niye olmasın? “Yok, olmaz” dediler.

* Fırat soyadını kendiniz mi seçtiniz, devlet mi verdi?

Yok biz seçtik. Soyadı Kanunu çıktığında Şeyh Rıza Efendi kendi seçti.

* Eğitim düzeyiniz nedir? Resmi okullarda mı okudunuz, yoksa Medrese eğitimi mi aldınız?

Medresede de okudum, devlet okulunda da. Trakya’da sürgündeyken ilk mektebe yazdılar, bütün sınıfları iftiharla geçtik. Ama ortaokula yazılmamıza izin vermediler. İskan yerini terk etmememiz gerekiyormuş. 1947’den sonra medrese eğitimi aldım. Sonra alimlerin yanında da kaldım, onlardan çok şey öğrendim, Farsça eğitim de aldım.

* Askerliğinizi nerde yaptınız?

İzmit Sapanca’da askerlik yaptım. Bize üç buçuk yıl askerlik yaptırdılar.

* Şeyh Said’in oğlu olmanızdan dolayı bir ayırımcılıkla karşılaştınız mı?

Orda da baskı gördük. Kırklareli Emniyeti bizim Tabura yazı yazmış, “Şeyh Said’in oğludur” diye. Sabah akşam göz önünde talim, nöbet. Onbaşı seçilecekti, ben de top nişancısıydım. Okuma yazmam var, hevesliyim de. Ben de aday oldum. Sabah baktım bütün arkadaşlar onbaşılığa terfi etmiş, ben hariç.


________________________________________

Şeyh Said’in yaşayan tek çocuğu isyan günlerini anlatıyor -II


HINIS (24.05.2007)- Kürtlerin tarihi acılar ve yıkımlarla doludur. Biten yüzyılın başları da Kürtlerin en büyük yıkımlarına tanıklık etti. Peki tarihi kimler yazar? Tarihçiler mi, 'kazananlar' mı? Bugünün tarihi yalnızca 'kazananlar'ın eseri. Ne yazık kı, 'kaybedenler'in tarihini de 'kazananlar'dan öğreniyoruz. Bunun nedeni belki de 'kaybedenler'e konuşma fırsatı verilmediği içindir.


'Şeyh Sait İsyanı'na katılanların tanıklığına başvurmak için bugün artık çok geç. Bastırılan bu isyanın sonuçlarını hayatının her anında yaşayan Şeyh Sait'in yaşayan tek oğlu Şeyh Ahmet Fırat ise söyleyeceği ve anlatmak istediği çok şey olmasına rağmen yıllarca suskun kaldı.. Bu suskunluk, kendi tercihi değildi elbette, yüz yıllık yalnızlığın, şartlar ve engellerin yarattığı bir sonuçtu.

Suskunluğunu ANF’ye bozan Şeyh Ahmet Fırat, 86 yaşında ama anlattıklarıyla, olaylara hakimiyetiyle, en küçük ayrıntıları hatırlamasıyla bilincinin yerinde olduğunu kuşku götürmez bir biçimde gösteriyor. Böylesine önemli bir tarihin canlı tanığı olan Şeyh Ahmet Fırat’ın ağzından çıkan her söz, tarih kitaplarına, belgesellere, romanlara konu olacak kadar önemli ve tarihi değerde. Birinci bölümünü dün verdiğimiz söyleşinin ikinci ve son bölümünü de bugün yayınlıyoruz.

* El konulan mallarınız ne oldu, geri alamadınız mı?

Hayır geri vermediler, hala hazinededir.

* Geri almak için başvurdunuz mu?

Başvurduk, ‘vergisini vereceksiniz’ dediler. Milyarlar tutuyordu veremedik. Aile de dağınıktı, toplanıp vergisini ödeyemedik. Tek tek bazıları ‘biz vergimizi ödeyelim, arazimizi geri verin’ dediler. Kabul edilmedi, ‘olmaz, hepiniz birlikte gelin’ dediler. Velhasıl öyle kaldı. Şimdi hazine malıdır.

* Peki mallarınızı geri almak için yeni bir girişimde bulunmayı düşünüyor musunuz?

Bulunabiliriz ama vermezler. Hatta Darahani’yi Kürtler işgal ettiği zaman bankada o zamanın değeriyle 500 lira para varmış. Bu parayı dağıtmışlar, artık kim dağıtmışsa. Trakya’da bu parayı da bizden, Şeyh Said’in varislerinden istediler. Biz zaten geçimimizi yapamıyoruz, bu parayı nasıl ödeyelim, imkanımız yoktur. Sonra yine bizden aldılar.

* Nasıl aldılar?

Hınıs’ta şimdi PTT binası olarak kullanılan bir bina var, Şeyh Sait Efendi Ermenilerden satın almıştı. 2 katlı güzel bir bina. Onun tapusunu çıkarıp, 500 liraya Posta İdaresine satıyorlar. O parayı da bankaya veriyorlar.

MOLLA SAİDİ KÜRDİYLE GÖRÜŞME

* Saidi Nursi’yle tanışıyor muydunuz, hiç görüştünüz mü?

Küçükken Isparta’da 3 yıl iskan ettiler. Saidi Nursi’yi de Eğridir kazasına yerleştirmişlerdi. O zaman ona Molla Saidi Kürdi derlerdi. Annem, “Molla Said’i ziyaret et, sana dua etsin” dedi. Beni yanına götürdü. Bir ev tutmuş, bir hizmetçisi vardı, küçük bir odada bir yatağın üzerindeydi, evde yemek yapmak için kap kaçak vardı. Ben elini öptüm, “Bu Şeyh Said’in küçük oğludur” dediler. “Eyvah, eyvah” dedi, “ailenizin durumu nasıl, geçiminiz nedir?” diye sordu. Bana dua etti, sonra bir altın verdi. O zaman 5 yaşlarındaydım.

* Daha sonra bir görüşmeniz oldu mu?

Yok ben bir daha görüşmedim ama ağabeyim Şeyh Rıza randevu almış, Ankara’da görüşmüş. Vefatından önce de, 1960 ya da 61’de Urfa’da görüşmüş. Ağabeyim, Molla Said’e, “risalelerinde küfür olan şeyler de var, bunu nasıl yazarsın?” diye sormuş. Aynen şu cevabı vermiş: “1950’ye kadar yazılan risaleler benimdir. O tarihten sonra hafızama güvenemediğim için yazmadım, şakirdlerim yazmıştır, onlar benim değildir.”

* Molla Said’in hangi sözlerinden dolayı Şeyh Rıza öyle bir tepki göstermiş?

Mesela, “Allah yer ve göğün nurudur”. Bu sözü Molla Said’e mal ediyorlar. Bu Allah’a küfürdür. Nur olsun, nur olsun, Bitlis’in nuru olsun, kendi köyünün nuru olsun. Yani güya kendisi için bunu söylemiş. Cenabı Allah nasıl yerin ve göğün nuru olabilir? Bunu şakirdleri yazmış.

ŞEYH SAİD’İN MEZARI NEREDE?

* Babanızın mezarının nerde olduğunu biliyor musunuz?

Mezarın muhiti bellidir. Diyarbakır Dağkapı’dadır. 1928’de af çıktığında, kışın yollar kapalı olduğu için 2-3 ay Diyarbakır’da kaldık. O zaman Dağkapı’dan 150-200 metre kuzeye gidildiğinde 37-38 mezar yan yana diziliydi. Ben 6-7 yaşlarındaydım. O mıntıkayı biliyorum ama bir kısmı askeriye oldu, bir kısmı sinema oldu.

* Yeri belliyken, 1928’de mezarı gördüğünüzde almak için girişimde bulunmadınız mı?

Almak istedik ama vermediler. Hatta Şeyh Rıza Efendi Demokrat Parti zamanında “soyadımızı değiştirelim, Fırat soyadını Şeyhsaitoğulları yapalım” dedi. Bunu da kabul etmediler. Resuloğlu var, Evliyaoğlu var, her şey var, Şeyhsaitoğulları niye olmasın? “Yok, olmaz” dediler.

* Fırat soyadını kendiniz mi seçtiniz, devlet mi verdi?

Yok biz seçtik. Soyadı Kanunu çıktığında Şeyh Rıza Efendi kendi seçti.

* Eğitim düzeyiniz nedir? Resmi okullarda mı okudunuz, yoksa Medrese eğitimi mi aldınız?

Medresede de okudum, devlet okulunda da. Trakya’da sürgündeyken ilk mektebe yazdılar, bütün sınıfları iftiharla geçtik. Ama ortaokula yazılmamıza izin vermediler. İskan yerini terk etmememiz gerekiyormuş. 1947’den sonra medrese eğitimi aldım. Sonra alimlerin yanında da kaldım, onlardan çok şey öğrendim, Farsça eğitim de aldım.

* Askerliğinizi nerde yaptınız?

İzmit Sapanca’da askerlik yaptım. Bize üç buçuk yıl askerlik yaptırdılar.

* Şeyh Said’in oğlu olmanızdan dolayı bir ayırımcılıkla karşılaştınız mı?

Orda da baskı gördük. Kırklareli Emniyeti bizim Tabura yazı yazmış, “Şeyh Said’in oğludur” diye. Sabah akşam göz önünde talim, nöbet. Onbaşı seçilecekti, ben de top nişancısıydım. Okuma yazmam var, hevesliyim de. Ben de aday oldum. Sabah baktım bütün arkadaşlar onbaşılığa terfi etmiş, ben hariç.


KEMAL AVCI - ANF

FOTOĞRAFLAR: Ergülen Toprak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder