Osman Sebri üzerine yazdığım yazı serisine kaldığım yerden devam edeceğim. Fakat, okuyucuları daha fazla sıkmamak ve 1930 sonrası döneme ilişkin daha detaylı yazmak için esas yazı serisi dışında yine Osman Sebri'ye, düşüncelerine ve siyasal duruşuna ilişkin bazı kaynakları aktarmak gerekiyor..
Bu kaynaklar olmaksızın Osman Sebri'ye anlamak çok zor.
Özellikle Kuzey Kürdistan'da son 30 yıl içinde ödenen büyük bedellerden sonra Kürd Ulusal taleplerininin esası bir kenara bırakıldığı , küçük, muğlak ve hergün değişen „kültürel istemlerin“ gündeme damgasını vurduğu bir ortamda Osman Sebri'yi yeniden okumak acil bir zorunluluk haline gelmiştir.
Ayrıca bazı çevreler şu veya bu neden dolayı Osman Sebri'nin siyasal duruşunun içini boşaltmaya ve onuda sisteme adapte etmeye giriştikleri bir sırada Apê Osman'ı yeniden okuma gerekliği var.
Apê Osman, siyasal istemleriyle, büyük bedellerle(yazı serisinde değineceğim) yürütüğü mücadelesiyle, yazdığı eserlerle tarihe mal olmuş ve Bağımsız Kürdistan mücadelesinin en kararlı ve en tavizsiz önderlerindendi.
Hatta Apê Osman ile siyasal mücadele içinde olan bir çok Kürd şahsiyeti hem onu „çok sert ve tavizsız“ bulmuşlar ve hemde onun bu kararlı tutumuna saygı göstermişler...
Dediğim gibi Apê Osman hep bağımsız Kürdistan için mücadele etti ve ömrünün sonuna kadar hep o çizgide kaldı.
Geçen yüzyılın otuzuncu yıllarında Türk devleti, yurtdışına çıkan bir çok Kürd şahsiyetini çıkardığı uyduruk „Af ilanları“yla yeniden sistemine entegre etmeye çalışmıştır. Bu konuda bir hayli de başarılı olmuştur.
Apê Osman bu yönde kendisine gelen öneri, telkin ve ilişkileri tümden reddetmiş, hatta Türk devleti ile ilişkiye geçen yada geri dönenleri „hain“ ilan eden bir şahsiyetir.
Apê Osman'ı Kürdlerin „APO“su yapan onun bu kararlı ve sistemli duruşudur.
O, bağımsız Kürdistan iddialı için tüm yaşamını feda eden ve belkide 20.yüzyılda en fazla acı, hapis, işkence ve sürgün gören Kürd şahsiyetidir.(Yazı serisinde değineceğim)
Apê Osman'ın, 1966 yılında kaleme aldığı ve „Çira Dergisi“nde yayınladığı „Çar Leheng“ adlı eseri okunduğu zaman, onun gerçek duruşu ortaya çıkıyor. Apê Osman, 1984 yılında yeniden yayınladığı bu kitabın önsözünde duruşunu bir daha net bir şekilde ortaya koyuyor.
Apê Osman, Kürdistan'ın bağımsızlığı için çok ciddi, kararlı, tavizsiz bir silahlı mücadelede yanadır.
Zaten Apê Osman, bu kitabını „Bağımsızlık için silaha sarılan Kürdlere sunuyor“
O, bağımsızlık için silaha sarılan Kürdlere „Dört Kahraman „ dediği, Ferzende, Seyidxan, Ramazan ve Adil Bey'i örnek almalarını öneriyor.
Apê Osman, kitabının giriş bölümünde „ unutmayalım ki kardeşlerimiz Türk, Irak ve İran zindanlarında boyun eğmiyorlar. Zalim düşmanlara karşı halkının davasını savunyorlar. Bu da bir çeşit kahramanlıktır. Gönül ister ki yiğitlerimiz kolay bir şekilde boyunlarını düşmanlarına kaptırmasınlar. Zindanlarda kalleşçe öldürüleceklerine ülkenin dağlarında ve kayalıkları içinde düşmanlarını öldürsünler ve ölsünler“ diyor.
Bunun için Apê Osman yukarıda isimlerini verdiğim „Kürd Ulusal Kahraman“larının yaşamlarında anekdotlar vererek amaçını net bir şekilde ortaya koyuyor.
Bir de Apê Osman bu eseriyle bu „Ulusal Kahramanları“ Kürd milletinin ulusal hafızasına bir daha unutulmamak üzere yerleştirme istemindedir..
Apê Osman için „Birinci Ulusal Kahraman“ Ferzendedir. ( Ben burada Ferzende'nin yaşamı ve mücadelesini anlatmayacağım.bu konuda ayrıca bir yazı yazmak gerekiyor)
Apê Osman'ın Ferzende'nin katıldığı bir çatışma hakkında verdiği bilgileri aktaracağım..
„1929 yılında Ağrı Savaşı yavaş yavaş tırmanmaya doğru gidiyordu. Kürd savaşçıları ülkenin her tarafından yönlerini Ağrı'ya veriyor ve devrim komutanı İhsan Nuri Paşa'nın çevresinde toplanıyorlardı. O dönem dağın sınırılarını savunmak ve hızlı haberleşmek ve imdada yetişmek için suvariler gerekiyordu.. Dağda çok az at vardı. Komutan İhsan Nuri Paşa, Ferzende'yi 60 suvari ile birlikte Serhat aşiretlerine at bulmak için gönderdi. Her zengin köyden bir yada iki at kendisinden isteniyordu.. Atları toplamak hükümetten gizlenecek bir iş değildi. Türk hükümeti kısa sürede bu gelişmeden haberdar oldu.. Türk ordusunun Doğu Komutanlığı 2 suvari alayını Ferzende'ye karşı gönderdi. Birbirlerinden uzak olmayan 2 alay farklı kollarda atların toplatıldığı yere yürüdüler. Geliyê Zîlan'ın önlerinde bir alayları Ferzende ile karşılaştı. Fakat, Türk alayı tek başına Ferzende ile çatışmaya girmek istiyordu. Çünkü Ferzende'nin kim olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı yavaş davranıyor ve diğer alayın kendilerine yetişmesini istiyorlardı.
Fakat, Ferzende'de onların ne düşündüğünü biliyor ve iki alayın birleşmesini istemiyordu. Ferzende topladıkları atları 10 suvariye teslim etti.. Ferzende 50 suvari ile Türk alayına saldırdı. Savaş yıldırım hızıyla başladı. Kürd savaşçıları kurşun sıkmadan Bavê Efrasiyab'ın( Ferzende'nin Efrasiyab adlı bir oğlu vardı.. Bundan dolayı kendisine Efrasiyab'ın Babası derlerdi) peşinden Türk alayının merkezine saldırdılar. Tufenglerinin namlusu minetsiz düşmanlarının bedenlerine yetişiyordu. Kürd savaşçıları koyun sürüsü içine giren bir çeşit ağzı kanlı kurt gibiydiler. Türkler böyle bir çeşit savaş görmemişlerdi, bedenlerini Kürd Şahsuvarilerinin tufenglerinin karşısında koruyamiyorlardı. Kürdler, ellerinde tüfenglerle düşmanlarının bedenlerine vuruyorlardı. Türk askerleri ağaç yaprakları atlarda düşüyordu. Fazla sürmedi düşman güçleri birbirlerini bırakarak her biri bir tarafa kaçmaya başladı. Türkler savaş meydanından kaçmaya başladılar. Ferzende yiğit savaşçılarıyla onların peşlerine verdiler. Türk atları fazla revan değillerdi. Kürdler çok kolay bir şekilde yetişiyor ve onları atlardan indiriyorlardı. Bir saat sürmedi savaş meydanı Türk askerlerinin cesetleriyle dolmuştu.. Bir çok at ve silah sahipsiz kalmıştı.
İkinci Türk alayı savaş meydanına vardığı zaman, Ferzende ve suvarilerinin dışında kimseyi görmediler. Askerler tam önlerine bakmadan önce Ferzende bir kartal gibi karga sürülerine dalarcasına onlara saldırdı ve birer birer atların sırtından indiriyordu. Sanki Türklerin elleri bağlıydı, yalnızca Kürdleri silah sesleri geliyordu. Bundan dolayı savaş uzun sürmedi, ikinci Türk alayı Kürdleri bırakarak kaçmaya başladı..
Kürdlerin atları yorgun olduğundan dolayı düşmanı arkadan takip etmediler ve savaş meydanına döndüler. Türk askerleri 250'den fazla ölü vermişlerdi. Kürdlerde ise yalnızca 3 yaralı vardı, yaralarıda hafifti.
Böyle bir olayın anlatılması ve yazılması kolay, ama inanılması biraz zor. Fakat, o gün bu olay meydana geldi. Savaşın bitiminden sonra Ferzende ölülerin atları ve tüfenglerini toplayarak Ağrı'ya yöneldi. Bu savaştan 4 yada 5 gün sonrasına kadar 2 Türk alayı dağılan suvarilerini bir araya toplayamiyordu.. Türk alayları bir araya gelip, aldıkları zararları tespit ettikten sonra Ferzende ve 50 Kürd suvarisinden aldıkları yenilgiden utandıklarından dolayı, iki alay komutanı ordu yönetine yalana dayalı bir rapor gönderdiler. Bu raporda Geliyê Zîlan aşiretlerinin hepsi Ferzende'ye yardım ettiklerini ve bundan dolayı bazı askerin öldürüldüğünü yazmışlardı.
Bu rapora bağlı olarak Türk hükümeti Geliyê Zîlan'da kadın, çocuk ve yaşlılarla birlikte 80 köyü yaktı. Ferzende'nin bu başarısı 80 köyün yakılmasına neden oldu!!
Ferzende'nin yiğitliği sadece bu olayla sınırlı değil, bir çok savaşta buna benzer yiğitlikler göstermiştir. Bizim bu konudaki bilgilerimiz sınırlıdır.
Ağrı'daki büyük savaşta(1930) Türkler Ferzende'nin bulunduğu mevziyi tespit ediyorlar. Türkler onun bulunduğu sipere 200 tane top mermisini atıyorlar, siperi yıkılıyor. Ferzende yaralanıyor. Bazı arkadaşları Ferzende'yi biraz nefes almak için yıkılan duvardan uzaklaştırmak istediler. Fakat Efrasiyab'ın Babası onların istemlerini reddederek şöyle diyor: „Eğer Romlar Hesananların bir Torunu(Kürd aristokratları) bir mevziden iki adım geri gittiğini duysalar, bunu kendi zaferlerini sanarlar. Ben ölürüm, ama bunu yapmam diyor.
O, savaş duruduğu akşam saatlerine kadar kendi mevzisinde kaldı.
Allahın rahmeti üstüne olsun!
Ferzende Kürdistan Kahramanlarının önderiydi ve ömrü boyunca kaçmayi tanımadı“
Osman Sebri'nin Ferzende hakkında yazdığı kısaca bu kadar..
SEYÎTXAN
Osman Sebri'nin 4 kahramanından Ferzende'den sonra gelen Seyidxandır..
Osman Sebri Seyidxan ilgili şöyle yazıyor:
Seyidxan'ı nasıl tanıdım? Anabaşlığı altında Osman Sebri:
„1926 yılının mayis ayının sonlarına doğru Ben Amed zindanına vardım. O zaman Amed zindanı şeyhlerle, beylerle, ağalarla ve yiğitlerle tıka basa doluydu. Her gün tutukları gruplar halinde İstiklal Mahkemesine götürüyorlardı. Hiç kimsenin mahkemesi 2 günden fazla sürmüyordu. Mahkemeye götürülen tutuklular ya idam ediliyor, ya ağır cezalar alıyor ve çok enderde hiç bir suçu olmayan serbest bırakılıyordu.
Tutuklular mahkemeden geri geldikleri zaman zindandaki tutuklular kimin idam ve kimin hapis cezasını aldığını öğrenmek için kapıya doğru gidiyorlardı. O gün bende mahkemeden dönecek olan tutukluları görmek istiyen halkın içindeydim.
Mahkemeden dönen tutukluların önünde uzun boylu ve güler yüzlü bir genç içeri geçti. Gözlemcilerden biri sordu:
'Seyidxan!!! Sana kaç yıl verdiler?'
Seyidxan gururla onun cevabını şöyle verdi:
'Onların babalarının mezarına..... Ben onlardan 11 kişi öldürdüm, onlar bana 10 yıl hapis verdiler. Bir tanesi beleşe gitti.' dedi.
Ben Seyidxan'ı böyle gördüm.. Bir daha onu görme imkanım olmadı. Ceza alanları diğer gelecek tutuklulara yer açmak için çok kısa zamanda Türk zindanlarına gönderiyorlardı.
Biz iki yıl zindandan kaldıktan sonra çıkan af yasasından sonra ülkemize geri döndük. Seyidxan'ın nasıl yeniden mücadeleye katıldığını bilmiyorum. Fakat onun yolunu Suriye'ye verdiği zaman ben Hesike'deydim. Herkesten fazla onun arkadaşlarıyla birlikte o savaşın olaylarını öğrenmek için bekliyordum.
O dönem bana nasıl anlatılarsa aynen o şekilde yazıyorum.. Bu kahramanın Kürd mücadele tarihinde hak ettiği yeri alması gerekiyor..
İkinci Kahraman: Seyidxan
1930 yılında Türk Hükümeti 120.000 asker Ağrı Dağına gönderdi. Türk hükümetin amacı o topraklarda İhsan Nuri Paşa önderliğindeki Kürd Devriminin kökünü kazımaktı. Savaş 3 ay sürdü. Xoybun Partisinin önüne koydu plan başarılı olmayınca Devrim kolay bir şekilde yenilgi aldı. İhsan Nuri Ferzende ile birlikte İran'a sığındılar.. O dönem ülke içinde çeşitli alanlarda bazı yiğitler silahlarını bırakmamış ve zorba Türklere boyun eğmemişlerdi. Serhat'ta Seyidxan ve Alican'nın her biri yanına 15 yada 20 suvari alarak düşmana karşı savaşıyorlardı. Bu iki şerefli insan için durabilecekleri sabit bir nokta yoktu. Onlar, avcı şahinlerle gibi nerede Türk askerlerini görüyorlarla yıldırım gibi çarpıyorlardı ve diğer bir alana geçiyorlardı.
Onlar Türk hükümetini çok yordular. Türkler bir askeri alayı onların peşine takmıştı, fakat bu alay ne onlarla savaşabiliyordu ve ne de onların eylemlerininin önünü kesebiliyordu.
Onlar Erzurum, Muş ve Bitlis vilayetleri arasında gelip gidiyorlardı.
1931 yılında Alican bir savaşta öldürüldü ve Allah'ın rahmetine kavuştu. Onun suvarileri de Seyidxan'a katıldılar.
Türk devleti savaşçılara ulaşmayınca bu sefer bölgedeki köylere eziyet etmeye başladı..
Bundan dolayı Seyidxan Suriye'ye geçmek istemişti.
Türkler ihbarcıların aracılığı ile Seyidxan'ın yönünü Suriye'ye verdiğini öğreniyor. Zaten bir Türk alayı onların takip ediyordu. Her ne kadar onlara bir şeyler yapamıyorsada onların hareketlerinden haberdar oluyordu ve hükümete gereken bilgileri veriyordu. Hükümet, Seyidxan ve 37 suvarinin Suriye'ye doğru harekete geçtiğini öğrenince, Mardin dağında iki derenin dışında başka bir geçiş yolunun olmadığını biliyordu. Seyidxan ve arkadaşlarının gelişlerinden 3 gün önce Türk devleti bu iki derede pusu kurmak amacıyla bir askeri tümeni gönderdi.
Bu derelerden biri 12 km uzunluğundaydi. Türk hükümeti toplarla birlikte 2000 askeri bu dereye yerleştirdi.
İkinci dere ise 50 km uzunluktaydı.. Bu dereye ise 9000 asker yerleştirerek Seyidxan'ı beklediler. Bir gün sabahın şafağında Seyidxan suvarileriyle birlikte 3 gün önce Türklerin iki tarafına siper kazdığı ve 9000 askeri yerleştirdiği büyük derenin başına vardılar. Derenin başında 10 Türk askeri onların gelişini gözetlemek için gözcü olarak dikilmişti.
Seyidxan ve yanındaki Kürd suvarileri onlarla yüz yüze geldiklerinde onlara hiç bir imkan vermeksizin hepsini esir alıp, silahsızlandırdılar. Fakat bu 10 askerin büyük pusunun gözcüleri olduğunu bilmiyorlardı. Belki de dünya tarihinde bu kadar az savaşçıya karşı böyle büyük bir pusu kurulmamıştır.
Güneş doğmadan önce çatışmalar başladı. Derenin iki tarafından onlara karşı kurşunlar dolu gibi yağıyordu. Kürd savaşçıları ağzı kanlı kurtlar gibi düşmanlarının mevzilerine saldırdılar. Türk askerleri onlara karşı duramıyordu. Kürdler nerede mevzi gördülerse saldırdırdı ve onları kaçırtılar Her pusuyu aştıklarında başkasıyla karşılaşıyorlardı.. Dere çok uzundu ve baştan sona kadar pusu kurulmuştu. Yoldan çıkmakta imkansızdı. Atların gidebileceği başka yolda yoktu. Seyidxan'da atları Türklere bırakıp yayan olarak dağın yüksek yerlerine gitmek istemiyordu. Gün boyunca savaş doruğa daha başka bir şekilde ifade etmek gerekirse gökyüzüne ulaştı. Sonra akşam oldu, hep savaş, öldürme ve vurmaydı. Böylelikle güneşin batışından bir sonrasında derenin sonuna vardılar. Orada düşmanın 10 yada 15 zırhlı arabası Kürd savaşçılarını bekliyordu. Onlar, Kürd savaşçılarını gördükleri zaman savaşmadan kaçtılar.
O zamana kadar Seyidxan'ın suvarilerinden yalnızca 2 tanesi yaralanmıştı. Biri onun amcası oğlu Suleyman Ağaydı, diğeri ise kardeşinin oğlu Mustafa...
Her ikisi de düşmanın içinde kalmıştı. Sonra onların durumuna dönceğiz.
Seyidxan geriye kalan 35 suvari ile dereden çıktıktan sonra Mardin ovasına vardılar. Çok yorulmuşlardı, açlıktan ve susuzluktan halden düşmüşlerdi. 13 saat boyunca 9000 düşman askeriyle savaşmak kolay değildi. Onlarda bu pusudan nasıl kurtulduklarını anlamıyorlardı.
Mardin ovasının başında bir köye vardılar. Kürd savaşçıları köye gidip su içmek istiyorlardı. Fakat, Türk ordusuna ait zırhlı araçların bu köye gittiğini bilmiyorlardı. Köye yaklaştıklarında atların ayak seslerinin ortamında köyden mavzerle bir kurşun sıkıldı ve Seyidxan'ın alnına isabet etti.. Seyidxan bu kurşunla Allah'ın rahmetine kavuştu. Gece olduğundan dolayı köydekiler Seyidxan'nın ölümünü görmediler. Kürd savaşçıları Seyidxan'ın cesetini götürüp vatanın o temiz topraklarına gömdüler ve Suriye'ye yöneldiler. Onlar geldiği zaman ben Hesike'deydim. Kendi gözlerimle gördüm, Kürd savaşçılarının her biri kendilerinin silahlarının dışında öldürdükleri Türk askerlerinin de ikişer silahlarını beraberlerinden getirmişlerdi.
Türk Genelkurmay Başkanı Salih Paşa savaşın başladığını duyunca uçakla Ankara'dan Diyarbekire ve ordan bir gün sonra Mardin'e savaş alanına geliyor.
O öyle sanıyordu ki Kürd savaşçılarının cesetlerini görecek, fakat öyle olmadı. Oradaki ordu yetkilileri Salih Paşa'ya yalnızca şunu diye bildiler. 'Bizim elimize yalnızca bir yaralı düştü, onuda iki asker ile birlikte Mardin'e gönderdik“ dediler.
3 gün boyunca Türk tümeninin askerleri Kürdlerin cesetlerini aradılar. Fakat, bir tane ceset dahi bulamadılar. Salih Paşa bu yaşananlardan sonra çok sinirleniyor, tümenin tüm subaylarını askeri mahkemeye veriyor.
Bu subaylardan bir tanesi Suriye'ye kaçıp gelmişti. Ben bu subayın gelişini duyar duymaz Hesike'den onun yanına gittim. Ben ondan Türk ölülerinin sayısını öğrenmek istiyordum. Ben ona bu yönde bir soru yoneltiğim zaman, utanarak bana:
'Yaralıların dışında 90 asker öldürüldü. Kürdlerden de yalnızca Seyidxan....'
Seyidxan'ın kardeşi oğlu Mustafa yaralı olduğu zaman bir kurşun darbesinin etkisiyle attan düşüyor. Böylece Türkler tarafından kolay bir şekide yakalanıyor. Savaş bittikten sonra Mustafa'nın ellerini bağlayarak bir ata bindiriyorlar ve iki askerle birlikte Mardin'e gönderiyorlar. Yol boyunca yavaş yavaş aklı başına geliyor. Mustafa önünde ölümden başka bir şeyin olmadığını çok iyi biliyor. Mardin'e varmadan önce Mustafa elleri bağlı olmasına rağmen ayaklarıya atını şaha kaldırırarak kaçıyor. Her ne kadar askerler kendisine kurşun sıkmalarına rağmen Mustafa arayı açıyor. İki asker dağın tepesine vardıkları zaman Mustafa ortadan kaybolmuştu. Mustafa uzun bir süre kaçtıktan sonra bazı Kürd yolcularıyla karşılaşıyor. Yolcular Mustafa'nın ellerini açıyor ve böylelikle Suriye'deki arkadaşlarının yanına geçiyor.
Şimdi diğer yaralıya Suleyman Ağa'ya geçelim. Kurşun Suleyman Ağa'nın sağ memesinin altında girmiş ve kaburgalarına aşarak çıkmıştı. Onun yarası ölümcül olmamasına rağmen ağırdı. Kurşun yediği zaman attan düşüyor. Arkadaşları onu yeniden ata bindiriyorlar. Bu sefer Türkler onun altındaki atı vuruyorlar. Ve o yine yere düşüyor. Onun söylediklerine göre yarası çok ağırıyordu, umutsuzluğa düşüyor ve arkadaşlarına :
'Çok acım var. Ben yarama karşı umutsuzum. Sizin kendinizi benim için öldürtmenize değmez. Alın benim silahımı ve beni bırakın' diyor.
Arkadaşları onun bu acılarla atın sırtında duramayacağını anlayınca, onun istemi üzerine silahını alıyorlar ve onu orada bırakıyorlar. Suleyman Ağa bana şöyle dedi: ' Arkadaşlarım beni bırakıp gittikten 2 yada 3 saat sonra yaramın acısı azaldı. Güneş batmak üzeriydi. Karanlık çökseydi, ben savaş alanından uzaklaşıp, kendimi saklayabilirdim'
Suleyman Ağa bölgeye yabancı değildi. O Seyidxan'nın önünde büyük dereye girmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Serhed halkı muhacir durumuna düştüğü zaman, Suleyman Ağa Mardin dağına gelmiş bir köyün sahibi olan ağanın yanından muraba olmuştu. 4 yada 5 yıl o köyde kalmıştı. Osman ağa derenin çevresindeki dağları ve köyleri iyi tanıyordu.
Akşam karanlık bastıktan sonra Suleyman Ağa, savaş meydanın doğusunca akan küçük bir ırmağa ulaşıyor. Irmağa varır varmaz gönlünce su içiyor. Irmağın iki yakası söğüt ağaçlarıyla doluydu. Askerler geldiği zaman kendisini suyun içine atıp, başını ağaçların dalları arasından dışarı çıkarabilirdi. O gece Irmağın yanında kaldı. Ertesi günü Türk askerleri savaş alanına ve çevresinde Kürd ölü ve yaralıları arıyorlardı. Suleyman Ağa askerleri gördüğü zaman daha önce düşündüğü gibi suyun içine girdi ve başını söğut ağaçlarının dalları arasından dışarı çıkararak nefes almaya çalışıyor.
Askerler gittikten sonra Suleyman ağa sudan çıkarak, elbiselerinin suyunu sıktı, kuruladı ve giydi. Daha sonra iki gün boyunca askerler gelerek bölgede aramalar yaptılar.. Suleyman ise daha önce yaptığı gibi suyun içine iniyor ve ağaların yaprakları arasından nefes alıyordu.
Bu arada Suleyman ağa 4 gün boyunca aç kaldı. Yazın sıcaklığından dolayı Suleyman ağanın yarasına kurt girmişti. 5.gün askerler o bölgeye uğramadılar. O günün öğle saatlerinde bir çoban sürüyü oraya getirdi. Suleyman Ağa çobanın yanına gidiyor. Çobanın ekmeği vardı. Çoban koyunları sağıyor süt ve ekmekle Suleyman karnını doyuruyor. Daha sonra çobana daha önce murabalık yaptığı köyün sahibini sordu. Çoban Suleyman Ağa'ya 'O yaşıyor ve durumu iyidir' diyor.
Suleyman Ağa çobana: 'Kardeş sen benim durumumu görüyorsun. Sen köyün sahibine ulaşıp şunu söyleyebilirmisin: „Senin eski muraban Suleyman yaralıdır. Gelip beni bir yerlere götürebilirmi?“
Çoban 'başımın üstüne!!! Ben akşam koyunları köyün önünde konaklayacağım. Çok çabuk bir şekilde onun köyüne gideceğim ve senin durumundan haberdar edeceğim. Yarında buraya geleceğim ve senin yerini ona göstereceğim.'
Ertesi günü çoban yine sürüsü ile oraya geldi. Suleyman'a ekmek ve yemekte beraberinden getirmişti. Çoban Suleyman ağa'ya: 'Gece onun köyüne gittim ve onu gördüm. Güneş batmadan önce buraya gelecek ve ona yerini göstereceğim. Karanlık çöktükten sonra seni atına bindirip götürecek.
O gün akşam saatlerinden ağa atıyla geldi. Karanlık çöktükten sonra Suleyman ağayı atına bindirip götürdü. İki gün sonra Hesike'ye getirdiler. O yaralarına rağmen aslan gibi yürüyordu.Ben de oradaydım.. Ben ile Ekrem Cemil Paşa iki gün ona hizmet ettik.. Sonra ameliyet edildi ve iki tarafından altı kaburgasını kestiler. 10 daha yaşadı.
Bu kahramanların hayatları birden fazla filme,romana vb... konu olmalıydı
YanıtlaSil