27 Kasım 2011 Pazar

1934 İskân Kanunu Ve Kürtler

Ayşe HÜR/ 1925 tarihli Şeyh Said İsyanı'ndan sonra hazırlanan Şark Islahat Planı'nın bir parçası olarak 1927'de çıkarılan bir sürgün kanunu ile Diyarbakır ve Bayazit (Ağrı) Vilayeti'nden 1400 kişi batıdaki illere sürülmüş




bunların yerine Dobruca'dan, Bulgaristan'dan, Kıbrıs'tan, Kafkasya'dan gelen Müslümanlar yerleştirilmişti. Aynı yıl bir çeşit 'olağanüstü hâl valiliği' olan 'Umumi Müfettişlik' kurumu oluşturuldu ve ülke beş müfettişlik bölgesine ayrıldı. Başlarına da rejimin en has adamları atandı. Ama bu 'tedbirlere' rağmen 1927-1930 arasında Ağrı İsyanı önlenemedi. İsyanın kanlı biçimde bastırılmasından sonra hem 'Kürt Meselesi'ni halletmek hem de Türkiye'ye dalgalar halinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için bir 'İskân Kanunu" hazırlandı. Tasarı ilk kez 5 Mayıs 1932'de TBMM'ye sunuldu. Tasarı üzerinde tartışmalar yapıldıktan sonra 'Muvakkat Encümen'e havale edildi, altı ay sonra encümen raporunu Meclis'e sundu.


Türk ırkının hasletleri

Raporda ve tasarı üzerinde yapılan konuşmalarda 1930'lara damgasını vuran Türk Tarih Tezi'nin temaları egemendi. Yani "Türk soyunun özlü ve köklü yaratılışında 'Efendi yaşamak' düsturu" vardı. "Başkalarının esiri olmamak, başkalarına boyun eğmemek Türk ırkının iki asli özelliği" idi. "Türk ırkı gittiği her yere medeniyet ışığı götürmüştü." "Türkiye Cumhuriyeti de aynı ırkın kafa gönül ve dil birliğine sahip çocukları olarak gördüğü Türkleri yüceltmeyi ülkü edinmişti."

Bu nedenle "Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmişti. Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun onlara verdiği her türlü hakları kullanmakta olanları, Türkiye Cumhuriyeti uygun göremezdi. Bunun içindir ki, bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermişti. Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıydı. Burada devlet, hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemezdi!"

Tasarıya nihai şekli altı aylık bir çalışmadan sonra verildi. 27 Mayıs 1934'te Dâhiliye Vekili Şükrü (Kaya) Bey, TBMM üyelerine yaptığı konuşmada kanunun dört amacından söz etmişti. Bu amaçlardan birincisi nüfusla, ikincisi muhaceretle, üçüncüsü içerdeki seyyar aşiretlerle, dördüncüsü ise topraksız ve başkalarının toprağında çalışan topraksızlarla ilgiliydi. Şükrü Bey sözlerini "Bu kanun tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır" diyerek yoğun alkışlar içinde noktalamıştı.

'Soy' değil 'ırk'

TBMM'deki uzun görüşmeler sırasında milletvekilleri de basın da, kanunun içeriği üzerinde durmadı. Tartışmalar daha çok terimler üzerinde (örneğin 'muhacir' yerine 'sığnak', 'kültür' yerine 'ekin', 'iskân' yerine 'yerleştirme' mi demeli gibi) oldu. Bu anlaşılırdı çünkü o yıllarda öztürkçecilik modası vardı. Terim tartışmalarından en önemlisi ve içerikle ilgili tek tartışma, ise 'soy' ve 'ırk' kelimeleri üzerinde oldu. Kemalist rejimin ilk siyasi etnologu sayılabilecek Muş Milletvekili Hasan Reşit (Tankut) Bey, kanunun 12. maddesi tartışılırken "Bu çok mükemmel kanunda 'soy' kelimesi birkaç defa tekerrür etti (tekrarlandı). Bendenizin anladığıma göre soy kelimesile 'ırk' demek isteniyor. Eğer böyle ise bu kelimenin burada kullanılmamasını rica ederim (...) Türkiye hududu haricinden Türkiye'ye gelen ve Türk harsına (kültürüne) tabi olmayan insanlar ırkan Türk demektirler. Fakat Türk kültürüne tabi olmadıkları için Türkçe konuşmuyorlar. Esasen bunlar bizim öz kardeşimiz demektir. Rica ediyorum soy kelimesi yerine Türk dili ve Türk kültürü kelimesi konulsun."

Dâhiliye Vekili Şükrü Bey geri adım atmadı çünkü kafası gayet netti: 'Soy'dan kastın 'ırk' olduğunu, çünkü 'soy'un aile anlamına geldiğini, bu yüzden 'soy' yerine 'ırk'ı kullanmanın daha doğru olacağını söyledi. Oylamada Hasan Reşit Bey'in 'soy' yerine 'Türk kültürü, Türk dili' terimlerinin kullanılması teklifi reddedildi ve 'ırk' kelimesinin kullanılması kararlaştırıldı. Dahası, kanunun başka yerlerinde geçen 'soy' kelimeleri de 'ırk' olarak değiştirildi. Yani Hasan Reşit Bey'in iyi niyetle başlattığı tartışma ırkçıların pozisyonlarını tahkim etmeleriyle sona erdi. Böylece, 1924 Anayasası'nın 88. maddesindeki "... herkes Türk ıtlak olunur" ifadesindeki Türk'ün neyin adı olduğu bir kez daha anlaşıldı.

Memleketimiz üçe ayrılır

14 Haziran 1934'te kabul edilen bir hafta sonra Resmî Gazete'de yayımlanan 2510 Sayılı İskân Kanunu 52 maddeden oluşuyordu. Kanunun en önemli maddelerine gelince;

2. Madde'de iskân bölgeleri tarif edilmişti: "Dâhiliye Vekilliği'nce yapılıp, icra vekilleri heyetince tasdik olunacak haritaya göre, Türkiye, iskân mıntıkaları bakımından üç nevi mıntıkaya ayrılır. 1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü (yoğunlaşması) istenilen yerlerdir. 2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir. 3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak edilen yerlerdir."

Buradaki 'temsil' terimi günümüzdeki 'asimilasyon' terimine karşılık geliyordu. Latince 'benzer' anlamına gelen similis kökeninden gelen asimilasyon, sosyolojide "çoğunluk veya iktidar sahibinin baskısıyla, farklılık gösteren grupların, bunların kültür birikimleri ve kimliklerinin, baskın yapı içinde eriyerek yok olması/edilmesi" anlamına gelir. Temsil ise Arapçada 'benzetme, bir şeyin aynını yapma' anlamına gelen 'misl' kökünden gelir.

Zamana ve ihtiyaca göre

Parantezi kapatıp devam edersek; bu mıntıkaların nereleri olduğunu 1935 yılının Dâhiliye Vekilliği Nüfus Umum Müdürlüğü raporundan okuyalım: "Bir numaralı mıntıka Erzincan, Malatya, Gaziantep vilayetleri, Kars Vilayetinin Iğdır, Tuzluca, Kağızman, Sarıkamış kazalarını, Erzurum Vilayetinin Hınıs, Pasinler, Çat, Tercan kazalarını, Sivas Vilayetinin Zara, Hafik, Kangal, Gürün, Divriği kazalarını, Kayseri Vilayetinin Pınarbaşı kazasını ihtiva etmektedir." (Bu bölgenin çok ayrıntılı tarifi 1939 yılında yapıldı.)

"Diğer vilayet ve kazalar da iki sayılı mıntıkayı teşkil etmektedir. İki sayılı mıntıkada en ziyade faaliyet gösterilmesi icabeden saha Trakya Umumi Müfettişliği sahası yani Tekirdağ, Çanakkale, Edirne ve Kırklareli vilayetleridir."

Üç numaralı mıntıka ise "zamana ve ihtiyaca göre taayyün edebileceğinden (belirleneceğinden) bunu ilerde lüzum hasıl olacak çağlara bırakmak gerekli" görülmüştü. Devletin gizli belgelerine göre bu mıntıka Ağrı, Dersim, Kars ve Diyarbakır'ın bazı kesimleri, Bingöl, Bitlis, Muş, Sason'dan (bugün Batman iline bağlı) oluşuyordu.

Anarşistler, casuslar, Çingeneler

Kanun bu mıntıkalarda oturacakları da üçe ayırmıştı: "Türk kültüründen olanlar ve Türkçe konuşanlar" (Anadolu'nun etnik olarak Türk olduğu düşünülen ve Türkçe konuşan ahalisi ile Türkçe konuşan göçmenler), "Türk kültürüne bağlı olan ama Türkçe konuşmayanlar" (esas olarak Kürtler), "Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türkçe konuşmayanlar" (Araplar ve gayrimüslimler).

3. Madde'de kimlere muhacir, kimlere mülteci denileceği tarif ediliyor ardından "Kimlerin ve hangi memleketler halkının Türk kültürüne bağlı sayılacağı İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu) Heyeti kararı ile tespit olunur" deniyordu. Yani görünüşte 'bilimsel' olmaya bile gerek görülmüyordu, 'siyasi' kriterler yeterliydi.

4. Madde'de "A: Türk kültürüne bağlı olmıyanlar, B: Anarşistler, C: Casuslar, Ç: Göçebe Çingeneler,D: Memleket dışına çıkarılmış olanlar, Türkiye'ye muhacir olarak alınmazlar" denerek 'ötekilere' yeni gruplar ekleniyordu.

Güya feodalitenin tasfiyesi

Resmî tarihçilerin kanunun 'feodaliteyi tasfiyeyi amaçladığını' söyledikleri 10. Madde ise şöyleydi: "A: (...) Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunların herhangi bir vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilât ve taazzuvları (organları) kaldırılmıştır.

B: Kanunun neşrinden önce, herhangi bir hüküm veya vesika ile veya örf ve âdetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine ait olarak tanınmış kayıtlı-kayıtsız bütün gayrımenkuller devlete geçer. Bu kanun hükümlerine ve devletçe tutulan usullere göre bu gayrimenkuller muhacirlere, mültecilere, göçebelere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanır (...)

C: Bu kanunun neşrinden önce aşiretlere reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapmış olanları ve yapmak isteyenleri ve sınırlar boyunda oturmasında emniyet ve asayiş bakımından mahsur bulunanları, aileleri ile birlikte münasip yerlere naklettirip yerleştirmeye, icra vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili selâhiyetlidir.

Ç: Türk tebaasından olup da, Türk kültürüne bağlı bulunmayan aşiretler fertlerinin dağınık olarak 2 numaralı [Şark Vilayetleri dışında kalan] mıntıkalara, Türk tabiiyetli ve Türk kültürlü göçebe aşiretler fertlerini sıhhat ve yaşama şartları elverişli yerlere nakledip yerleştirmeye, Türk tebaası olmayan ve Türk kültürüne bağlı bulunmayan göçebe aşiretler fertlerini icaba göre Türkiye dışarısına çıkarmaya Dâhiliye Vekili selâhiyetlidir."

Topraksız çiftçiler beklesin

Modern öncesi dönemlere ait ceberut yöntemlerle feodaliteyi tasfiye etme iddiasının kofluğu bir yana, bu tasfiyenin olmazsa olmaz şartı olan 'topraksız çiftçiyi topraklandırma' meselesi 'bir başka kanuna' bırakılmıştı. Bu kanun ise ancak 11 yıl sonra çıkarılabildi. (1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nu önümüzdeki haftalarda ele alacağım.) Öte yandan nedense Kemalist rejim, Türk asıllı reislere, ağalara, şeyhlere karşı değildi, sadece Kürt asıllı reisler, ağalar, şeyhler hedef tahtasındaydı. Aslında bu da doğru değildi, sadece siyasi talepleri olan Kürt ağalara karşıydı, çünkü 1923'ten itibaren tüm seçimlerde işbirlikçi Kürt feodalleri bizzat Mustafa Kemal tarafından CHP listelerine milletvekili adayı olarak konmuşlar ve seçilmişlerdi.

Vatandaşlıktan çıkarmak serbest

'Türk ırkından olmayanları nelerin beklediği anlatan 11. Madde "A: Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri [tekeline almaları] yasaktır.

B: Türk Kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk Kültürüne bağlı olup ta Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında, harsî, askerî, siyasî, içtimaî ve inzibatî sebeplerle, icra vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili, lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan olmamak şartı ile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan ıskat etmek [çıkarmak] de bu tedbirler içindedir.

C: Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırları içindeki bütün nüfus tutarının yüzde 10'unu geçemez. Ve ayrı mahalle kuramazlar."

12. Madde bu tedbirleri biraz daha açıyordu: "1 numaralı mıntıkalara [Doğu vilayetlerine]: A: Yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez.

B: Bu mıntıkalarda ırkan Türk olup dilini unutmuş veya ihmal etmiş bulunan köyler ve aşiretler efradı ahalisi Türk kültürüne bağlı köyler ile nahiye, kaza ve vilâyet merkezleri civarında yerleştirilir."

Asimilasyon için 10 yıl

Ama 29. Madde önemliydi çünkü hükümetin 'serpiştirme', 'sürme', 'vatandaşlık ve ülkeden çıkarma' vb. yollarla 'asimilasyon' için ne kadar süreyi yeterli gördüğüne dair ipucu veriyordu: "A: Hükümetçe iskân edilen muhacirler, mülteciler, göçebeler, ve 1 numaralı bölgelere hükümetçe yerleştirilen kimseler, yerleştirildikleri yerde en az 10 yıl oturmağa mecburdurlar. Bunlar Dâhiliye Vekilliğinin izni olmadıkça başka yerlerde yurt tutamazlar. Başka yerlere izinsiz gidip yurt tutanlar ve tutmak isteyenler yerleştirildikleri yere döndürürler." Ancak aynı maddenin B bendi ki doğrudan Kürtlere ilişkindi, daha da sertti: "1 ve 3 numaralı mıntıkalardan 2 numaralı mıntıkada 9, 10, 11. maddelere göre bir yerden başka bir yere nakledilenler 10 yıl sonra dahi İcra Vekilleri Heyeti kararı olmadıkça başka yerlere gidip yurt tutamazlar."

İskân Kanunu'nun bundan sonraki maddeleri teknik konulara dairdi. Kanunla birlikte bütçeden 29.651.200 liralık tahsisat ayrıldı, Umumi Müfettişliklere tebligatlar yapıldı ve çalışmalara başlandı. (Çalışmaların seyri hakkında İsmet İnönü'nün 1935 yılı baharında yaptığı Şark seyahati bir başka yazının konusu olabilecek kadar ilginçtir.)

DP imdada yetişiyor

Kanuna yıllar içinde çeşitli ekler yapıldı. Bazı maddeler, fıkralar çıkarıldı. Bunların çoğu Balkan ülkelerinden gelen muhacirlerle ilgiliydi. Tek Parti döneminin sonlarında, CHP iktidarı Kürtlere daha yumuşak davranmak ihtiyacı duydu çünkü hem 1937-1938 Dersim katliamlarından beri Kürt siyasal hareketi sindirilmişti, hem de Kürt asıllı seçmenler kendilerine yeni bir mecra arıyordu. Bu atmosferde 1947 yılında çıkarılan 5098 sayılı kanun ile sürgünlerin iskân edildikleri yerde oturma zorunluluğu kaldırıldı. Aynı kanunla, ülkeyi üç mıntıkaya ayıran maddeler kaldırıldı. Bu sayede 4.128 hanede yaşayan 22.516 kişi Şark vilayetlerindeki eski yurtlarına döndüler. 1948 yılında çıkarılan 5227 sayılı kanun ile 917 hanede 4607 kişi daha Doğu Anadolu'ya döndü.

1950 seçimlerinde ezici çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti (DP) bir adım daha attı ve 1951 yılında 5826 sayılı yasa ile Tunceli, Van, Siirt, Bitlis, Ağrı ve Kars'ta yasak bölge ilan edilen yerlerde yerleşme serbest bırakıldı ve tapuya bağlı olarak devlete geçmiş olan taşınmazlar eski sahiplerine geri verildi.

27 Mayısçılar güncelliyor

Ancak devletin Kürt paranoyası öyle kolay geçecek türden değildi. 27 Mayıs 1960 darbesinden sadece dört gün sonra, 1 Haziran 1960'ta, bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerden ve Kürt milliyetçisi olduğundan şüphelenilen toplam 485 kişi tutuklanarak Sivas-Kabakyazı'da açık arazide kurulan bir kampa kapatıldılar. Sivas Kampı sakinlerinden bir bölümü, 7 Ekim 1960 günü, 2510 Sayılı İskân Kanunu'na ek olarak çıkarılan ve "Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yıkmak" gayesi ile çıkarılan 105 sayılı kanunla Kürtlerin adeta bağışıklık kazandığı sürgünle tekrar karşı karşıya geldi. Elbette 27 Mayısçılar da Batı illerindeki toprak ağalarına dokunmadılar.

1934 İskân Kanunu epeyce budanmış haliyle yürürlükte. Hatta İçişleri Bakanlığı'nın 23 Ekim 2003 tarihli genelgesiyle yurttaşlık başvurusunda bulunanların "Çingene olup olmadıklarının araştırılmasının" istenmesi AB'nin 2003 Türkiye İlerleme Raporu'na yansımıştı.

Sonuç olarak, büyüklerimiz, "Kürt Meselesi mi terör meselesi mi" konusunda karar verirken bu kanunu ve aynı mantıkla hazırlanmış nice kanunu, yönetmeliği, devletin gizli açık kararlarını akıllarının bir köşesinde tutsunlar.

Özet Kaynakça: Serap Yeşiltuna "1934 İskân Kanunu ve basındaki yansımaları", İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları Enstitüsü'nde 2006 yılında kabul edilmiş lisansüstü tezi; Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri II, Öz-Ge Yayınları, 2004; aynı yazar, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri Üstüne Gizli Belgeler-Araştırmalar-Notlar, Özge Yayınları, 1993; İsmail Beşikçi, Bilim Yöntemi Türkiye Uygulaması I: Kürtlerin Mecburi İskânı, Komal Yayınları,1977; 1934 İskan Kanunu'nun halen yürürlükte olan hali için:

Ayşe Hür/Taraf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder