13 Ağustos 2010 Cuma

Kürdün İsa tarihi

Kürt ulusal sorununun bugününü anlamak için, sorunun tarihsel arka planına bakmak lazım. Bu açıdan kısa bir ‘tarih gezintisi’ yapmakta yarar var.

Bin yıl kadar önce, yayılma alanı olarak Anadolu’yu seçen Türkler, M.Ö. 2000’li yıllara ait Sümer eşik taşlarında Kar-da-ka Ülkesi olarak kayda geçmiş bulunan Kürt yurduna girerler. Anadolu’ya yayılma isteklerini uygulamaya koyan Türkleri örgütlü bir Kürt gücü karşılar. Kürtlerle Türkler arasındaki tarihsel çatışma böylece başlamış olur.


Anadolu’yu işgal eden Türklerin Kürtlerle kurdukları ilişkilerdeki politika tercihleri, yakın tarihsel geçmişin analizinde önem kazanacak uygulamaları içeriyordu. İlişkilerde belirgin iki yöntem vardı; birinci yöntem, zor kullanarak Kürt beyliklerine boyun eğdirmek ve işgal edilen Kürt toprakları üzerine Türk sancaklarını çekmek; ikincisi de, politikanın birinci adımında başarısızlık yaşandığında, boyun eğmeyen Kürt beylikleri ile ‘işbirliği’ yapmak.

Kürt coğrafyasında denetim kolaylığını amaçlayan Türkler, kimi bölgelerde de atanmış valilerin yönetiminde “Kürt Eyaletleri” örgütlediler. Ancak bu adımlar çoğu kez Kürt isyanları ile karşılaştı, politika uygulamada eksik kaldı.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürdistan politikası görece ‘esneklik’ kazandı. Osmanlı’nın Kürdistan politikası,1514 Çaldıran Savaşı’ndan sonra yeniden biçimlendirildi. Kürt aşiretlerini ve onların yerleşik feodal düzenlerini tasfiye edip saraya bağlamanın imkansızlığını gören Osmanlı, Kürtlerin verili düzenlerini tanıyıp, onları, Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden İran’a karşı kullanma, Kürtlerden bir tampon bölge oluşturma politikasını benimsedi. Bu politika, İran’la Osmanlı arasında imzalanan ve Kürt yurdunu ‘resmen’ ikiye bölen Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan (1639) sonra da önemini korudu.

Konu, Osmanlı’nın Kürt beyliklerini yedekleme faaliyetlerinden açıldığında, İdris-i Bitlisi’yi anmadan geçmemek lazım. Yavuz Sultan Selim döneminde merkezi otoriteyi tanımayan Kürt beyliklerinin yedeklenmesinde ‘İdris-i Bitlisi caşlığı’nın rolü büyüktür.

Prof. Şerafettin Turan, Atatürk Üniversitesi Yıllığı’nda, Osmanlı’nın tımar sistemini uygulatamadığı ‘Kürt hükümetleri’ni şöyle aktarıyor: “Diyarbakır eyaletine bağlı hükümetler; Hazro hükümeti, Cizre, Eğil, Tercil, Palu, Kih, Genç hükümetleri, Van eyaletine bağlı Bitlis, Hizan, Hakkari, Mahmudi, Ekrad hükümetleri, Şehrizur eyaletine bağlı Mıhrızan ve Mıhrıvan hükümetleri, Bağdat eyaletine bağlı İmadiye ve Oşti hükümetleri“ (17.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun İdari Taksimatları.)

Evliye Çelebi de, Osmanlı düzeninden bağımsız feodal birlikler olarak tanımlanabilecek Kürt hükümetlerinden söz eder. Evliya Çelebi, toprakların sahipliğini sarayın yaptığı Osmanlı’nın toprak düzeninden farklı olarak tam bir feodalizme sahip olan bu sosyo ekonomik ve siyasal yapılara ilişkin şunları yazmış: “ Diyarbakır eyaleti: 19 sancaktır, 5 hükümettir. Bu sancakların 11’i Osmanlı malı olup, Osmanlı’ların öteki kent ve memleketleri gibi yönetilir. Yavuz Sultan Selim buraları feth ve zapt ettiği zaman yurtluk ve ocaklık olarak bağışlamıştır. Azilleri, tayinleri hep kendilerine aittir. Topraklarında tımar ve zeamet vardır. Bina ve ürünler devlete yazılır. Sefer olursa, tımara bağlı olanlardan başka, başkaları gibi alaybeylerinin altında görev yapanların zeameti ve sancağı oğluna veya akrabasına verilir. Ama hükümet diye yazılan sancaklar içinde tımar ve zeamet yoktur. Beyler kim ise mülk sahibi olarak da hüküm sürerler. Evlere, arazilere, mülklere bunlar sahiptir. Yazılmaktan ve gezilmekten uzak bırakılmışlardır. Hükümetler şunlardır: Cizre hükümeti, Eğil hükümeti, Genç hükümeti, Palu hükümeti.“ (Seyahatname, Cilt 1.)

Osmanlı’nın Kürtler üzerinde gerçekleştirdiği tüm boyun eğdirme operasyonlarına karşın, kimi Kürt beylikleri başkaldırı geleneğine yaslanarak ekonomik ve siyasi yapılarını korumayı başardılar.

( … )

1789 Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da hızla çoğalmaya başlayan ulusalcı akımların etkisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun hegemonyası altındaki halklarda da yansımasını buldu. Balkan halkları, ulusalcı çıkışla artan oranlarda bağımsızlık mücadelesine atıldılar. Bu dönemde, feodal üretimin yanında ticaretle ve çok cılız düzeyde sanayi işleriyle buluşmaya başlayan Ermeniler de, Avrupa’dan yayılan ulusalcı sinyalleri almaya, iktisadi yapıdaki değişim dinamiklerine bağlı olarak ulus bilinci edinmeye başladılar. Anadolu’nun Ermenistan coğrafyasında bilince çıkan ulusçuluk, Ermenilerin ‘Bağımsız Ermenistan’ talebiyle siyasi arenaya çıkmalarıyla yeni bir boyut kazandı. Aynı süreçte Kürtler, ekonomik gerilikleriyle ve Osmanlı’nın ümmet bilincinin ulus bilincine set çekici etkisiyle, Avrupa’da ve çevre ülkelerde gelişen ulusalcı dalgadan fazlaca etkilenmediler. Etkilenme ve ulusal uyanış, ilkin, başkaldırı geleneğiyle Osmanlı’nın karşısında tutunmaya çalışan Kürt beyliklerinde görüldü.

1880’de Şeyh Ubeydullah önderliğinde başlayan ayaklanmada belirgin bir ulusal talep vardı. Fakat, Şeyh Ubeydullah’ın, “Kürdistan’ı özgürlüğe kavuşturup huzur ve bereket dolu bir ülke yaratma” düşüncesi gerçekleşemedi; Osmanlı ve İran saldırılarına dayanamayan ayaklanma güçleri yenildiler.

Çoğunluğunun ulus bilincine ve yaşanan eylemliliklere uzak durmasına karşın, kimi Kürt önderlerinin ulusal uyanışı Osmanlı’yı tedirgin ediyordu. Olası gelişmelerin ayrımına varan Osmanlı, 1891’de, egemenlik alanındaki halkları birbirleriyle çatıştırmayı denemiş, Kürt güçlerinden oluşturulan Hamidiye Alaylarını Ermenilerin üzerine salarak “Bağımsız Ermenistan” talebini boğdurtmaya çalışmıştır. (… )

20. yüzyılın başında ulusalcı faaliyetler hızlanmış; Kürt örgütlerinin propaganda, bilinçlendirme ve örgütleme çalışmalarında ciddi bir artış görülmüştür. Kürt Azmi Qavmi Cemiyeti, Kürt Teavun ve Terakki Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Havi Cemiyeti, Koma Civane Kurdan, Azadi, Haybun, Kürdistan Cemiyeti, Kürt Milli Fırkası, Kürt Kadınları Teali Cemiyeti gibi örgütler, Roji Kurd, Hatawi Kurd, Jin dergileri ve Kürtçe – Türkçe yayınlanan Kürdistan gazetesiyle yürütülen faaliyetler, ulusal uyanışın boyutunu veren somut gelişmelerdir.

1912 yılının Mayıs ayında ulusalcı Kürtler, İstanbul’da ortak bir bildiri kaleme aldılar. Ararat Dergisi’nde yer alan bildirinin bir bölümü şöyledir: “Büyük bir devrim için partiye ihtiyaç var. Arnavutların taktikleri örnek alınabilir. Önce vergileri vermemek, sonra Türk yöneticilerini rahatsız edip acze düşürmek, sonra da iktidarın oluşturulması ve Bağımsız Kürdistan çağrısı.”

Kürdün bağımsızlık talebi İngiltere ve Fransa tarafından ‘değerlendirildi’; İngiltere ve Fransa Bağımsız Kürdistan talebini destekliyordu!.. Ulusların kendi kaderlerini tayın hakkı düşüncesine uzak olan bu emperyalist devletlerin amaçları açıktı; bölgedeki petrol çıkarlarının garanti atına alınmasıyla bağlı bir Kürt devleti kurmak ve genç Sovyetler Birliği’nin abluka altına alınmasında stratejik bir mevzi edinmek.

Bağımsız Kürdistan projesinin Batılıların gündemine taşınmasında Kürt önderlerinin Batı ile kurdukları siyasi ilişkilerin de önemli bir payı vardı. Birinci emperyalist paylaşım savaşında aldığı ölümcül yaralarla yenilgiyi yaşayan Osmanlı’yı anlaşma masasına oturtan Paris’teki Barış Konferansı’na, Kürt Teali Cemiyeti adına Şerif Paşa ile birlikte, o sırada Mahmut Berzenci önderliğinde ‘Güney Kürdistan’da kurulmuş bulunan Kürt hükümetinin temsilcileri de katılmışlardı. Eski Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa, Barış Konferansı’na Kürdistan haritasıyla iki de muhtıra sunmuştu.

Batılıların Kürtlere ‘ilgisi’ Sevr sürecinde aleniyet kazandı. Sevr Antlaşması, Kürtlerin, dilerlerse otonom Kürdistan, dilerlerse bağımsız bir Kürdistan devleti kurabileceklerini karar altına alıyordu. Ve artık, 1920’lerde, bağımsız Ermenistan talebini boğduktan sonra, “ZO diyenleri (Ermenileri – bn) imha ettik, şimdi LO diyenleri ( Kürtleri –bn) kökünden kazıyacağız” diyen ‘güçlü’ Nurettin Paşa’ların olmadığı, süngüsü düşmüş Osmanlı’nın karşısında tam bir ittifakla, “Sevr Muahedesi’nin takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim, Koçgiri mıntıkalarını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve bu uğurda sonuna kadar savaşmaya” karar vermiş Kürt önderleri ve halkı bulunuyordu.

Bu ortamda, Bağımsız Kürdistan talebi, Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen kurtuluş hareketiyle karşılaştı.

Türk ulusal kurtuluşçularının örgütledikleri Ankara hükümeti ile anlaşarak Kürdistan talebine gerçeklik kazandırmak, Kürt önderlerinin tercih edebilecekleri bir siyasetti. Ancak yine de tedbiri elden bırakmayan Kürt önderleri, bir oyuna getirilme durumunda nasıl bir tavır alacaklarını açıklamayı ihmal etmediler ve 25 Kasım 1920’de Ankara hükümetine şu telgrafı çektiler: “Sevr mucibince Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis vilayetinde mustakil bir Kürdistan teşkil etmesi lazım geliyor, binaenaleyh bu teşkil etmelidir, aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle almağa mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”(M. N. Dersimi. Kürdistan Tarihinde Dersim.)

Bu telgrafa Ankara hükümetinin yanıtı ise ‘umut’ vericidir; “Hükümetimiz, Kürdistan isteklerine mutabakat etmektedir.”

Kürtlerin Anadolu kurtuluş mücadelesinde emperyalist işgale karşı aktif bir rol üstlendikleri biliniyor. Kürtlerin bu mücadelede Türklerle birlikte yer almalarında, ulusal çıkar beklentileri önemli bir yer tutuyordu. Mustafa Kemal’in, Kürt Teali Cemiyeti yöneticileriyle yaptığı görüşmelerde ve yazışmalarda, “hamiyetli Kürtler’in”, “Kürt kardeşleri”nin taleplerini haklı bulduklarını ve savaş bittikten sonra taleplerinin gerçekleşmesi için çalışacaklarına dair verdiği sözler, Kürt önderliği için güvence sayıldı.

Lozan Konferansı’nda İngiltere, ‘Özerk Kürdistan’ projesine taraf olduğunu açıkladı. İngiltere Lozan’da Özerk Kürdistan projesini onaylattırmaya çalışırken, Ankara hükümetinin temsilci heyetine başkanlık eden İsmet İnönü, Kürdistan’ın geleceğine ilişkin ‘usta işi’ demagojilerle konferansın gündemine giriyordu. İnönü’nün sözleri, Kürdün tarihinde bir ‘ibret vesikası’ olarak yerini almıştır. “Bugün Türkiye’de Kürtler yönetimde söz sahibi bulunmaktadırlar” diyordu İnönü; “BMM hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır.” İngiltere’nin Özerk Kürdistan isteğine ise şu sözlerle karşı çıkıyordu; “Kürt halkına tanınacağı söylenen haklar, Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyecektir”

Ne var ki, Özerk Kürdistan’ın “Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyeceği” demagojisiyle Lozan’dan ‘zaferle’ dönen Türkler, Kürt soyunu ‘tarihe gömmeye’ karar verdiler; Kürdü ‘yok’ saydılar, Kürt kimliğini ve dilini yasakladılar.

Lozan sonunda Kürt coğrafyası dört parçaya ayrıldı; Kürdistan’in büyük Kuzey parçası Türkiye’ye, Güney Batı parçası (Suriye) Fransız emperyalizmine, Güney parçası (Irak) İngiliz emperyalizmine ve Doğu parçası İran’a bırakıldı. ( … )

1923’ten sonra, Osmanlı’yı tasfiye edip kendilerini egemen ulus şeklinde örgütleyen Türkler’in Anadolu’nun kadim halklarını Türkleştirmeye ve Kürdistan’ı bir iç sömürge haline getirmeye başlamaları, Kürt ulusunu tarihsel bir tercih yapmaya itmişti; Kürtler, ya kendilerinden vazgeçip Türkleşmeyi ya da Osmanlı döneminde başladıkları ulusal mücadeleye devam etmeyi tercih edeceklerdi. Kürtler, mücadeleyi seçtiler ve Türk devletine karşı, 1924 Nasturi İsyanı ile 1938 Dersim İsyanı arasında yirmiden fazla başkaldırı girişiminde bulundular: Nasturi İsyanı (Temmuz 1924), Şeyh Sait İsyanı (15 Mart 1925), 1. Şemdinli Baskını (Mayıs 1925 ), Eruh İsyanı (1925), Pervari İsyanı (1926), Gayan İsyanı - Çölemerik İsyanı (1926), 1. Ağrı İsyanı (1926), 2. Şemdinli Baskını (1926), Koçuşağı İsyanı (7 Ekim – 30 Kasım 1926), Hakkari Beytuşşebap İsyanı (Şubat 1927), 2. Ağrı İsyanı (1927), Biçar Harekatı (7 Ekim – 7 Kasım 1927 ), Zeylan İsyanı (1930), Tutak İsyanı (1930), 3. Ağrı İsyanı (Eylül 1930), Boran İsyanı (1934 – 35), Abdurrahim İsyanı (1935), Sason İsyanı (1935 – 37), Abdulkudduz İsyanı (1935 – 37) ve Dersim İsyanı ( 21 Mart – 7 Ağustos 1938)

( … )

Resmi tarih, Şeyh Sait’i, feodalizmin karanlığından çıkan ‘cahil ve dinci bir lider’ kimliğiyle yansıtmaya büyük bir özen gösterdi. Böylece, 1925 Ayaklanması’nın ulusal niteliğinin karartılması amaçlanıyordu.

Öncelikle şu gerçeğin anlaşılması lazım; tarihe Şeyh Sait Ayaklanması şeklinde keydedilen ‘25 Ayaklanması, nüfuzlu bir dini liderin Kuran-ı Kerim’den okuduğu ayetlerle ajite ettiği halkın gerçekleştirdiği irticai bir hareket ya da kapitalizm karşıtı bir feodal Kürt beyinin örgütlediği gerici tepki hareketi değildir. Ayaklanmayı hazırlayan AZADİ’dir (Kürt İstiklal Komitesi). Ve bu örgüt, ulusal taleplerle şekillenmiş bir programla, bağımsız Kürt devleti projesini uygulamaya koymanın mücadelesini veriyordu. Kürt aydınlarının, subayların, memurların, tüccarların, şeyh ve ağaların katılımıyla kurulan AZADİ’nin önderliğini Albay Cibranlı Halit Bey yapıyordu. Feodalizmin karanlığında yaşamayı terk eden Yusuf Ziya Bey, Doktor Fuat, Tayyip Ali, Kemal Fevzi, Cemil Paşazadeler gibi Kürt aydınlarının yer aldığı AZADİ örgütünün önderi Halit Bey, Aralık 1924’te, Mustafa Kemal’in emriyle tutuklanınca, ayaklanmaya katılımı çoğaltabileceği düşünülen Şeyh Sait örgütün başına getirildi.

AZADİ, bağımsız Kürdistan hedefine ulaşmak amacıyla ayaklanma hazırlığını sürdürürken, Türk ordusunun saldırısına uğradı. Buna rağmen Türk ordusunun saldırısını karşılayan Kürtler, kısa sürede geniş bir alanda hakimiyet kurmayı başardılar. Fakat, bir süre sonra Türk ordusu üstünlüğü ele geçirdi. Genç’te ağır kayıplar veren ayaklanma güçleri, önderlerinin de tutsak edilmesiyle yenildiler.

‘’Ayaklanma bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla çıkmıştır. Birçok seneler bu amaç için çalışmış oldukları kesindir. Bu ruhun ölmesi ve öldürülmesi en kutsal görevdir.’’ Dönemin İstiklal Mahkemesi savcısına ait olan bu sözler, ’25 Ayaklanması’nın önderleri üzerinde uygulandı.

İstiklal Mahkemesi’nin açtığı dava, ulusalcı Kürt güçlerin yargılandığı siyasi bir davadır. Halit Bey, Seyit Abdulkadir, Doktor Fuat, Tayyip Ali, Yusuf Ziya Bey, Kamal Fevzi gibi, daha önce değişik Kürt örgütlerinde çalışmış, dergi ve gazete çıkarmış Kürt aydınları, Şeyh Sait’le birlikte ayaklanmanın idam edilen önderleri arasındadırlar.

Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali başlıklı çalışmasında, ’25 Ayaklanması’nın ulusal niteliğini veren bir mektup yer alıyor. Kürt önderlerinin imzasını taşıyan ve Cemiyet–i Akvam adresine gönderilen mektupta şunlar yazılmış: ‘’İki aydır ki ülkemizde kan dereleri akıyor. Kürt halkı barbarların zulmü altındadır. Kürtler bu zulüm ve boyunduruğa artık tahammül edemez noktaya geldiklerinde, özgürlüklerine kavuşmak ve kaderlerini ellerine almak için silaha sarıldılar. Varlığımızın geleceğini tahakkuk etmeye, ancak başladığımız mücadeleler olanak veriyor. Mücadelemiz ulusaldır ve açıktır. Kürt milleti, Cemiyet–i Akvam’dan ve medeni milletlerden acele olarak aktif ve gerçek yardım istiyor.’’

Elbette, Cemiyet–i Akvam ve ‘’medeni milletler’ Kürt ulusunun kendi kaderini tayın etme hakkını tanımıyorlar; Kürt ulusal direnişi hiçbir yardım görmüyor.

Bu noktada, ’25 Ayaklanması’nın ‘İngiltere bağlantısı’ üzerine yapılan spekülasyonlara değinmek gerekiyor: Spekülasyonlar, 9 Mart 1925’te İngiltere’den postalandığı iddia edilen bir mektuba dayandırılıyor. Mektubun zarfında ‘’Kürdistan Kraliyet Harbiye Başkanlığına’’ yazıyormuş ve de zarfın içinde bir silah fabrikasının kataloğu varmış. Başka bir şey, yok!.. İddia bu olunca, gülüp geçmek yeterli olabilir. Ama olmadı; bu zavallı iddia, hala kullanılıyor.

Ve ne yazık ki, eski sol, bu ayaklanmanın ulusal niteliğini göremedi!.. Şeyh Sait Ayaklanması için, ‘‘feodalizmin tasfiye edilmesine direnen gerici – irticai güçlerin İngiltere bağlantılı hareketi’’ denildi ve genç Türkiye Cumhuriyeti ile ‘iyi ilişkiler’ isteyen Sovyetler Birliği de bu ayaklanmayı İngiltere bağlantılı dinci bir ayaklanma olarak ‘görmeyi’ tercih etti. Sovyetler Birliği, bu tarihsel yanlışını ancak 1963 yılında düzeltebildi; Sovyet Bilimler Akademisi Doğu Bilimleri Enstitüsü, 15 Mart 1963 tarihli kararında “Şeyh Sait Ayaklanması’nın İngiltere bağlantısının yanlışlığı”nı vurgulayarak, ayaklanmanın, “ulusal talepli bir başkaldırı” olduğunu teslim etti.

( … )

Kendi kaderini eline almak isteyen Kürt ulusunun yaşadığı trajedinin ‘küçük’ bir bölümünü 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım: ‘’Tayyarelerimiz şakilerin üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı, daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur… Kürt aşiretleri bir Kürdistan Krallığı teşkil etmek için bu hadiseyi çıkartmışlar fakat çok kısa zaman zarfında mahvedilmişlerdir.’’

Sömürgeciliğin değer aktarım mekanizmalarının ‘sorunsuz’ çalışabilmesi için, sömürgeleştirilecek toprakların ‘’askeri olarak temizlenmesi’’ gerekiyordu!.. 1930’lu yıllarda, henüz yöresel özerkliğini koruyan Dersim’de yapılan budur; Kürdistan’ın bu bölgesinde de değer aktarımının ‘yolları’ düzenlenmeliydi. Bu amaçla Dersim saldırısının siyasi ve psikolojik koşulları oluşturuldu. Dersim, Elazığ ve Bingöl’den oluşan Dersim Vilayeti, ‘Özel Yönetim Bölgesi’ ilan edildi. Adı Tunceli olarak değiştirilen bu ‘özel’ bölgeye Türk askerleri sevk edildi; ardından Kürt yerleşim bölgeleri, uçakların da katıldığı yoğun bir bombardımana tutuldu. Kürtler saldırıyı güçlü bir direnişle karşıladılar. Direniş önderi Seyit Rıza oyuna getirilip tutsak edildikten sonra da çatışmalar devam etti. Fakat bir süre sonra, büyük kıyımlar yiyen, on binlerce evladını yitiren Dersim de düştü!.. Dersim katliamını yakından izleyen İnönü, “Dersim zaferi”nden hemen sonra o ünlü sözünü kayıtlara geçirtti: ‘’Dersim meselesi halledildi. Dersim’i askeri olarak temizledik.’’

“Askeri olarak temizlenen” Dersim, iç sömürgeciliğin ‘doğal’ politikasınca, ‘’Türkiye’nin bölünmez bir parçası’’ haline getirildi. ( … )

Kürt egemenlerinin öncülüğünde sürdürülen ulusalcı başkaldırıların Dersim yenilgisinden sonra, 1960’lı yıllara kadar, Kürt coğrafyasında ulusal talepli kayda değer bir harekete rastlanmıyor. ‘60’lı yılların ortalarında Kürt demokratları ve aydınları, ‘’geri bıraktırılmış Doğu’’ vurgusuyla ulusal talebe değen bazı adımlar atmaya başladılar.

Ulusal yeniden uyanışta, Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve değişik gruplarca organize edilen ‘Doğu Mitingleri’nin hatırı sayılır bir yeri vardır. Ulusal devrimci güçler, bu mitinglerde ve siyasal faaliyetlerinde, Kürt egemenlerinin iktidarlarla ve emperyalistlerle işbirliğini gündeme getiriyorlardı. Diğer yandan, son derece geniş bir katılım bulan Doğu Mitingleri’nde Kürt egemen sınıf temsilcileri de kürsüye çıkıyor ve ‘’Doğu Batı dengesizliği’’ni işleyip, devletten daha fazla yatırım, yol, su, baraj, elektrik, fabrika vesaire istiyorlardı.

Kürt egemenlerinin isteklerinde ulusalcı bir yan yoktu; onlar, feodal sömürünün ‘küçük’ bir sömürü olduğunun farkına varmışlar, artık ürünün azlığının, birikimin yavaş ve yetersiz olmasının nedenlerini görmüşler, emperyalizmin ve işbirlikçi Türk burjuvazisinin çifte sömürüsünü yaşayan Kürdistan pazarının ‘geçek sahipleri’ olarak kendilerine düşen payı arttırmanın yolunun kapitalize ilişkilere açılmaktan geçtiğini anlamışlardı!.. Kürt egemenlerinin, aynı zamanda kendi devletleri olarak benimsedikleri Türk devletinden sınıf çıkarlarına uygun taleplerde bulunmaları, üvey evlat muamelesi görmekten yakınmaları bundandı.
Bu gelişmenin Kürt ulusal sorunu açısından ürettiği siyasal sonuç önemlidir; ulusal kimliklerini bir kenara fırlatıp emperyalist – kapitalist sömürü mekanizması içinde işbirlikçilik boyutuyla yerini almış ve sömürü pastasından aldıkları payı büyütmenin derdine düşmüş bulunan ‘Kürt’ egemenleri, artık ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik edebilecek bir konumda değildir.

Böylece, 19. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan ve bugün de olanca yakıcılığıyla çözüm bekleyen Kürt ulusal sorununu çözme işini, Kürt sosyalistleri ve ulusal duyguları körelmemiş Kürt küçük burjuvazisi üstlenmiştir.

(… )
________________________________________________________

Kısaltmalar ve bazı düzeltmelerle yeniden yayımlanan bu yazı, Devrim Dergisi’nin Mart 1992 tarihli sayısında, Yalçın Atabey imzasıyla yayımlanmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder